Laf güzeldi.
Güzeldi ama kimse Dr. Martin Luther King’in rüyası ile Ahmet Türk’ün rüyası birbirine benziyor mu diye sormadı.
Baştan söyleyelim. Ahmet Türk’ün rüyası eğer Dr. King’in rüyasının eşi olsa, o rüyada ortaya konan özlemlerin altına Ahmet Türk’ten önce biz imza atarız.
Ne demek istediğimizi anlatabilmek için isterseniz Dr. King’in dediklerini -veya rüyasını- özetleyelim.
Dr. King, sadece o konuşmayı yaptığı gün değil, soydaşları adına “insan hakları” mücadelesine başladığı 1955 yılından, bir suikast sonucu öldürüldüğü 3 Nisan 1968’e kadar bir kere olsun “şiddetin” yanında olmadı. Hukuk dışı hiçbir mücadele tarzını desteklemedi. Hemen her konuşmasında “soydaşlarının maruz kaldığı haksızlığı, baskıyı, eşitsizliği” dile getirdi ama en çok da Washington D.C.’de yaptığı “Bir rüyam var” temalı konuşmasında bunları tekrarladı. Örneğin:
“Siyah derililere vatandaşlık hakları verilmedikçe Amerika’da kimse huzura ve sükuna kavuşamaz” dedi.
Ahmet Türk’ün, adına konuştuğunu ileri sürdüğü insanlarımızın böyle bir sorunu mu var? Daha doğrusu “böyle bir sorunu hiç oldu mu?”
“Polisin bizlere karşı uyguladığı, anlatılamayacak kadar insafsız kabalık önlenmedikçe; oto-yolların kenarlarındaki ve şehir merkezlerindeki otellerde geceleme hakkı bize tanınmadıkça; Mississippi’de yaşayan siyah derililere oy hakkı verilmedikçe; New York’taki bir siyah derili oy verecek hiçbir seçeneğe sahip olmadıkça bizi hiçbir şey tatmin edemez”
Yoksa Türkiye’yi idare edenler başka bir ülkede, biz bir başka ülkede mi yaşıyoruz? İnsan özellikle Başbakan Erdoğan’ın konuşmalarına, değerlendirmelerine ve mantık yapısına bakınca hayret ediyor.
Ama nafile... Meclis’in genel kurulunda önceki gün önümüzdeki yılın Bütçe görüşmeleri başladı.Bütçe görüşmeleri her parlamentoda önemlidir. Çünkü devletin yapısına ve işleyişine ilişkin görüşler, izlenmiş politikaların eleştirisi, tarafların belagat sanatı en çok Bütçe görüşmelerinde sergilenir.Ama asıl büyük maç, Başbakan’la muhalefet liderleri arasında yaşanır.Tabii bu sırada bol bol da demagoji yapılır. Çünkü demagoji hem parlamento hitabetinin tadıdır, tuzudur, şerbetidir, hem de özellikle Bütçe görüşmelerinin rengidir.Ama bizimki gibi, hatiplerin gözlerinden şimşekler çakan, birini “vatana ihanetle” suçlayacak kadar ölçüsüz hale gelen görüşmelerden söz etmiyoruz. Medeni bir ortamda, centilmenler arasında cereyan eden türden -bir zamanlar bizim Meclisimizde de yaşanan- tartışmalara atıfta bulunuyoruz.Bu açıdan önceki günkü görüşmeler sadece kötü değil vahimdi.Genel Kurul’daki gerginlik kibrit çaksanız infilak edecekmiş gibiydi.Böyle Meclis’in ülkesi nasıl olur?Bu sorunun son yanıtı dün Muş’un Bulanık İlçesi’nden geldi:“Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılmasını protesto amacıyla yapılan sokak gösterileri sırasında 2 kişi öldü, 7 kişi yaralandı.”Türkiye artık insanların karşıt görüş yüzünden birbirine kurşun sıktığı bir ülke oldu.Ama ne Başbakan bu gerçeğin farkında, ne iktidar partisinin Meclis’teki 338 milletvekilinin bir derdi var.Son günlerde -yani 1 Aralık’tan beri- Hakkâri, Yüksekova, Cizre, Urfa, Şırnak, Ağrı, Diyarbakır, Batman, Tunceli, tekrar Cizre, Başkale, tekrar Hakkâri, Muş, tekrar Batman, tekrar Diyarbakır, Mersin, tekrar Tunceli, Siirt, Şırnak, Silvan, Van, İstanbul’un merkezi Dolapdere’de ve Iğdır’da sokak olayları oldu. Taşkın kalabalıklar dükkânları kapattırmakla kalmadı, arabaları yaktı, çevreye zarar verdi, polisle çatıştı. “Demokratik” bir hak olan “protesto” geride kaldı. Daha da kötüsü, önce İstanbul’un en merkezi yeri olan Beyoğlu’nda “silah” provası yapıldı. Onu Muş’un Bulanık İlçesi’ndeki ölümler izledi.Başbakan bunları göreceğine, Türkiye’nin “kardeş kavgasına” sürüklenmesini önleyecek tedbirler alacağına, ayrı bir dünyada yaşıyormuş gibi değerlendirmeler yapıyor. Olayları değil, onların yayınlanmasını önlemeye çalışıyor. Üstelik vatandaşlık hukuku yönünden “Türk” sayılmakla “Türkiyeli” sayılma arasındaki çok büyük ve uzun vadede ciddi sorunlar doğuracak kadar önemli farkı bilmediğini de bilmediği için (yeri gelince o farkı anlatacağız) inanılmaz yanlış şeyler söylüyor.Ve Türkiye bu yüzden maalesef çok kötü günlere gidiyor.
Herhalde ona güveniyor ki, son günlerin tekrar tartışılan “katsayı” konusunda kendi -daha doğrusu hükümetin- istediğini yapabilmek için gerekirse “hukuku dolanacağını” da söyledi, “B,C,D ve E’ye kadar planları olduğundan” da söz etti.
Etti ama, “hukuku dolanma” sözünün ne kadar vahim olduğunu anlar anlamaz Basın ve Halkla İlişkiler Dairesi aracılığıyla, bu konuda pek yetenekli bir meslektaşımızı aratmayacak bir “tevilname” yayınladı:
O söz kendisinin değilmiş. Bir gazeteci “Hukuku dolanacak mısınız?” deyince Özcan da “Gerekirse hukuku dolanırız” yanıtını vermişmiş.
“Gerekirse hukuku dolanırız demiş mi, dememiş mi?”
Dediğine göre laf orada biter.
Laf biter ama “hukuku dolanmayı” göze alan bir zihniyetin artık kimseden “hukuka uygun davranma” talebinde bulunmasına -ahlaken- imkân kalmaz.
Aslını ararsanız YÖK Başkanı’nın devirdiği çam bundan da ibaret değil.
Bilirsiniz, “Dervişin fikri ne ise zikri de odur” derler.
Ahmet Türk en iyisi ya kapatma kararının gerekçesini beklesin, DTP yetkililerinin ve mensuplarının hangi eylem ve beyanlarının bu sonucu doğurduğunu inceleyip kanaatini o zaman söylesin.
Yahut da bir buçuk yıl önce “kapatılma” ihtimaliyle tir tir titreyen, o sırada “Parti kapatma Venedik kriterlerine bağlanmalı” diyerek “demokratikleşme” şampiyonluğuna soyunan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP), “kapatılmaktan kurtulunca” o sözleri neden unuttuğunu irdelesin.
Ne dersiniz? Özellikle Güneydoğu Anadolu’da DTP’nin birinci parti olmasından rahatsızlık duyan AKP’nin “DTP’nin oylarına göz dikmek” gibi bir hesabı olmasın?
Öyle ya... AKP gerek Anayasa gerekse Siyasi Partiler Yasası’nı -aslında bunlara seçimlerle ilgili yasaları da ilave etmek lazım- partizanca hesaplardan uzak bir anlayışla değiştirmek için öneri getirdi de ona karşı çıkan mı oldu?
Demek ki Ahmet Türk siyaseti Anayasa Mahkemesi’nde değil, şimdi “demokratikleşme açılımı” şampiyonu geçinen AKP’nin tutumunda ararsa daha doğru bir şey yapmış olur.
Türk’e diyeceğimiz bitmedi:
Tamam, bir siyasi partinin kapatılması iyi bir şey değildir. Hatta bu yüzden demokrasinin zedelendiği yolundaki görüşler de temelde doğrudur.
Peki ama, “demokrasi”nin kendisini “meşru” önlemlerle koruma hakkı yok mudur?
Hem Başbakan Tayyip Erdoğan’a hem de YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) Başkanı Yusuf Ziya Özcan’a teşekkür ederiz. Çünkü Başbakan, ABD dönüşünde bu konuya da değindi ve “Danıştay’ın bu konuyla ilgili daha önce verdiği kararlar var. ‘Bu işin sorumlusu YÖK’tür’ diye iki kez karar veren Danıştay bu defa tam farklı bir kararla o verdiği kararları yok farz eden bir karar ortaya koydu” dedi.
Oysa Danıştay’ın konuyla ilgili kararlarının hiçbiri Başbakan’ın dediği gibi değil. Başbakan’a kim bu bilgileri veriyorsa alenen yalan söylüyor, Başbakan’ı aldatıyor. O yolla kamuoyunu da aldatacağını sanıyor.
YÖK Başkanı Özcan’ın dün “katsayılar” konusunu aşmak için “Gerekirse hukuku da dolanacağız” şeklindeki sözü ile “Bu nasıl çözülür? İmam hatip okullarını genel liseye çevirirsiniz. Bu ortaöğretimdeki din ve ahlak bilgisi dersi kaldırılabilir” şeklindeki vecizesine(!) bugün yer kalmazsa yarın değineceğiz.
Şimdi Başbakan’ın nasıl aldatıldığını anlatalım:
Önce belirtelim ki Başbakan’ın değindiği, Sekizinci Daire tarafından verilen 2008/1946 Esas ve 2009/4283 Karar No’lu kararı da dahil olmak üzere daha önceki (örneğin Esas No: 4807, Karar No: 2522 ve Esas No: 4800; Karar No: 2603 No’lu kararlarda) hep YÖK Yasası’nın 45’inci maddesinin:
“Öğrencilerin Devlet Yükseköğretim Kurumlarına, esasları YÖK tarafından tespit edilen sınavla girecekleri, adayların ortaöğretim süresindeki başarılarının, bir mesleğe yönelik program uygulayan mezunlarının aynı alanda bir Yükseköğretim Kurumu’na girerken, başarı notlarının AYRICA BELİRLENECEK KATSAYI ile çarpılıp giriş sınavına ekleneceğini” öngördüğü vurgulanmaktadır.
Demek ki, YÖK’ün yetkisi konusunda bir ihtilaf -veya çelişki- yok.
Nitekim Danıştay kararlarının hepsinde, “Bu yetkinin YÖK tarafından 1) Eğitim ilkelerinin öngördüğü amaca; 2) Kamu yararına; 3) Hizmet gereklerine uyarlı şekilde; ve bir kararında ilaveten “İdare hukuku kurallarına” uygun olarak kullanılıp kullanılmadığına bakmış. Eğer bu ilkeler ihlal edildiyse, YÖK’ün tasarrufunu iptal etmiş.
Ama Danıştay gereken dersi (!) almamış olmalı ki, meslek liselerinden mezun olanlara uygulanacak “katsayı” konusundaki görüşünde ısrar etti.
Oysa biliyorsunuz, -sözde özerk bir yapı olan- Yüksek Öğretim Kurulu’nun şimdiki Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, hükümete yaranma gayretiyle, genel lise mezunlarına uygulanan katsayı ile meslek lisesi mezunlarına uygulanan katsayıyı “eşit”leyen bir karar çıkartmıştı.
Lakin İstanbul Barosu’nun, “Bu karar yüzünden eğitim sisteminin bozulacağını” ileri sürerek yaptığı başvuruyu ele alan Danıştay, öncelikle “YÖK kararının uygulanmasını” durdurdu. İşte bu karara kızan Erdoğan da, bir Başbakan’ın siyasi sicilinden hiçbir zaman silinmeyecek olan o lafı etti.
Bu durum üzerine Başbakan’la kafa kafaya vererek, “İmam Hatip Lisesi mezunlarına mühendislik, mimarlık, avukatlık, doktorluk, valilik, kaymakamlık yolunu nasıl açarız?” diye çareler arayan YÖK Başkanı hem Danıştay kararına resmen itiraz etmiş, hem de İmam Hatip mezunlarına, “Korkmayın. Danıştay ne derse desin. Ben arkanızdayım. Sizin katsayıyı genel liselerle eşit hale getireceğiz” mesajını vermişti.
Lafa gelince “hukuk devleti”nden dem vuran bu iki devlet büyüğüne hiç aldırış etmeyen Danıştay’ın İdari Dava Daireleri Kurulu da, dün itirazı reddetti. Daha açık ifadeyle, “YÖK’ün kararı uygulanırsa, eğitim sistemi bozulur” görüşünü destekleyen bir tavır almış oldu.
Elbet dava sonunda çıkacak karar bundan başka olabilir. Ama şimdilik durum bu.
Hikâye özetle böyle ama bizim değineceğimiz husus biraz farklı:
Biliyorsunuz genel lise ile meslek lisesi mezunlarına farklı katsayı uygulanmasını birileri “28 Şubat dönemi kararı” diyerek akıllarınca kötülemeye çalışıyor.
Veya “Ben ne dersem gerçek odur” diye düşünmeye başlamış olmalı ki, yedi cihanın bildiğinin tam tersine bir kanaati rahatça -üstelik basının özgürce görev yapmasını demokratik rejimin temel taşı sayan bir ülkede- ifade edebiliyor.
Önce konunun nasıl gündeme geldiğini anlatalım:
Başkan Barack Obama ile görüşme yapmak üzere Washington’a giden Başbakan Erdoğan’a, hem gazeteciler hem de konuşma yapmak üzere gittiği üniversitelerdeki öğrenciler her fırsatta “Türkiye’de bağımsız basını baskı altına aldığınız yolunda haberler var. Ne diyorsunuz?” türü sorular sormuşlar.
Soruların özünde de Doğan Medya Grubu’nu batırmak amacıyla konulduğu herkes tarafından kabul edilen 4 milyar 823 milyon TL. tutarındaki vergi cezası varmış.
Aklı başında olan, bir nebze de vicdan taşıyan hiç kimse böyle bir zulmün gerçekten “vergi cezası” olmadığını bildiği için elbet konu sık sık gündeme gelmiş.
Bunu “Başbakan ne yaparsa iyi yapar” önyargısıyla geziye katılan bir gazetecinin yazdıklarından öğreniyoruz.
Sorulara Başbakan’dan çok o kızmış. O kadar bunalmışlar ki, gittikleri her yerde hayaller görmemeye başlamışlar. Örneğin, “Doğan Grubu’nun adamları buraya da gelmiş, bu insanları kandırmış” demişler.
Başbakan Erdoğan
Bu kanlar da akmazmış.
Bir şu söylenenlere bakın. Bir de sırf “vatan borcunu ödemek” gibi dünyanın en kutsal görevini yaparken pusuya düşürülerek alçakça şehit edilen 7 yiğidin al bayrağa sarılı tabutuna göz atın.
Bir an bu son olayı hariç tutun.
Terör suçlusu olduğu, iç-dış tüm yargı organları tarafından kabul edilmiş birinin hapishane koşulları onun istediği gibi olmadığı için İstanbul’da çıkan olaylarda Serap Eser isimli bir yavru ile Diyarbakır’da çıkan olaylarda Aydın Erdem adında bir üniversiteli hayatını kaybetti.
Şikâyetle sonuç arasında zerre kadar denge görüyor musunuz?
Gerçi 7 askerimizin kimler tarafından şehit edildiğini henüz bilmiyoruz.
Ama Tokat’ı da içine alan Sivas, Erzincan, Amasya, Giresun ve Ordu bölgesinin taa 1996’dan beri PKK’nın ilgi alanı içinde olduğunu biliyoruz. Nitekim önce 1996 yaz aylarında Sivas ve Erzincan kırsalında, daha sonra da Tokat, Amasya, Giresun ve Ordu kırsalında bazen sadece PKK’lılar görüldü. Bunlarla bazen TİKKO bazen de DHKP-C mensubu silahlıların işbirliği yaptığı biliniyordu. Nitekim önce 13 Ağustos 1996 günü PKK’lılar Sivas’ın Kangal İlçesi’ne bağlı Demiriz Köyü tren istasyonunu basıp 8 kişiyi öldürdüler.
Sonra Gürün’de bir otobüsü durdurup 2 sivili öldürdüler.