Oktay Ekşi

Neyin sırrı?

5 Ocak 2010
Tam da “Kozmik Oda” ve “Devlet Sırrı” tartışmalarının olduğu sırada, “devlet sırrı” kavramına açıklık getirelim demiştik.

Bizim niyetimizle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, CNN Türk’te yayımlanan yanıtları örtüşüverdi. Gül, “Tecrübe Konuşuyor” isimli programda, “Bağımsız yargı karşısında devlet sırrı söz konusu değildir” demiş.

Türkiye’de -yüksek mahkemeler hariç- “yargının bağımsız olduğu” kimsenin inanmadığı bir “şehir efsanesi”dir. Bunu her zaman, sadece “iktidar” mevkiinde olanlar söyler ama kimse inanmaz. 

Zaten onlar da muhalefete düştükleri zaman, tam tersini savunurlar. O nedenle Sayın Cumhurbaşkanı’nın görüşünün temel unsuru -yani bağımsız yargının varlığı koşulu- maalesef gerçeklere uymamaktadır.

“Devlet sırrı” ile “yargı” ilişkisine gelince...


İşin kötü tarafı “devlet sırrı” diye “neye” dememiz gerektiği hâlâ net olarak belli değildir.


Yazının Devamını Oku

Bilinçsiz miydi?

3 Ocak 2010
YENİ girdiğimiz yıl da öyle mi geçer, bilmiyoruz ama 2009’un en büyük mağduru kanımızca Kemal Atatürk idi. Kendini “özgürlükçü” ve “demokrat” sanan birtakım yazarlar açıkça, birtakım politikacılar da gizlice ona savaş açtılar. Ne kurduysa kötülediler. Hangi devrimi yaptıysa küçümsediler.

Sanki Atatürk bu ülkeyi bağımsızlığına kavuşturmakla, yepyeni ve onurlu bir devlet kurmakla, Osmanlı İmparatorluğu’nun bıraktığı halk yığınlarından bir ulus inşa etmekle hepimize kötülük yapmıştı.

İhtimal öyle bir izlenimin tepkisiyledir. Ege Cansen dostumuz Hürriyet’te dün yayımlanan yazısında “Bilinçli olarak tasarlanmamış olsa bile 87 yıl önce kurulan Cumhuriyet aslında muhteşem bir demokrasi projesidir” diyordu.

Cansen’in yazısındaki diğer görüşlere değinecek değiliz. Çünkü hepsine katılıyoruz. Ama 1946’dan beri kâh batarak kâh çıkarak yaşatmakta olduğumuz “demokrasi projesi”ni “belki de bilinçsizce” başlatılmış bir sürecin ürünü gibi görmesine karşıyız.

Daha önce de yazdık. Bize göre Türkiye Cumhuriyeti (veya Devleti) bugüne kadar üç evreden geçti.

Birinci evre 19 Mayıs 1919-10 Kasım 1938 arasını içeren Devrimler Devleti dönemiydi.

İkinci evre, 10 Kasım 1938’le 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girdiği 9 Temmuz 1961 arasını içeren Kanun Devleti dönemi.

Üçüncü evre ise, 9 Temmuz 1961’den sonra başlayan ve bugünümüzü de içine alan Hukuk Devleti dönemidir.

Birinci

Yazının Devamını Oku

İlk ders

2 Ocak 2010
YILIN birinci günü diye dün yazıya iyimser sözlerle başlamayı düşünüyorduk. Niyetimiz “kapatılma” kararı yürürlüğe giren Demokratik Toplum Partisi yerine geçen Barış ve Demokrasi Partisi için (aslında isim değiştirme dışında bir fark olmadığını bilsek ve umutlu olmasak da) iyimser bir şeyler söylemekti.

İştahımız kursağımızda kaldı:

“DTP’yi kapatma kararını” Anayasa Mahkemesi’nin değil de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) verdiği veya verdirdiği varsayımıyla hareket eden “yüzleri poşuyla kapalı” bir grup yiğit(!) dün bu partinin Diyarbakır İl Başkanlığı’na “molotofkokteyli” denen “alevli” şişelerden atmışlar.

Gerçi attıkları hedefe ulaşmamış ama, bunların “barış, kardeşlik, hak, adalet ve hukuk”tan başka bir şey istemediklerine ilişkin iddialarıyla yaptıklarını yan yana koyunca, kimin ne kadar barışçı olduğu görülüyor.

Sadece o değil, Anayasa Mahkemesi’nin DTP’yi “kapatma” kararını “hukuki” değil de “siyasi” sayanların ne kadar temelsiz konuştuklarına da bu olay ışık tutuyor.

Diyebilirsiniz ki bir tek “molotofkokteyli” atma olayına bakıp da o sonuca ulaşılabilir mi?

Eğer Anayasa Mahkemesi’nin DTP hakkındaki kararının gerekçesini okursanız sadece bu olayın değil, o anlayışın ürünü olan sayısız bu tür olayların mahkemeye o “kapatma” kararını verdirdiğini görürsünüz.

Nitekim mahkeme, verdiği kararı “siyasi” bulanların gözlerine sokarcasına konuyu sadece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ve karardaki ifadeyle “Avrupa ortak standardını saptayan Venedik Komisyonu kriterleri” ışığında değil meşhur Paris Şartı ve 1993 tarihinde Viyana’da toplanan Dünya İnsan Hakları Konferansı Sonuç Bildirgesi kriterlerine dayandırmış. Yani “Ulusal mevzuatımız demokratik açıdan kısıtlayıcıdır mı diyorsunuz” dercesine hareket etmiş.

DTP

Yazının Devamını Oku

Bilanço

1 Ocak 2010
BU sabah son sayfasını kapatıp “O da öyle geçti” diyeceğimiz 2009 bitti ama birçok sorunu çözmeden veya bir sonuca bağlamadan gitti. Çoğumuza lanet okuttu. Pek azımız “hayırla” andı. Biz bugün onlara birlikte bir göz atalım diyoruz. Unuttuklarımız varsa siz tamamlarsınız.

Önce isterseniz son günlerden başlayalım. Gerçi henüz yeter zaman geçmedi ama “Bülent Arınç’a suikast” iddialarıyla gündeme gelen olay bir açıdan bakınca “başlamadan sönmüş” gibi oldu. Öteki açıdan “kozmik oda” incelemeleriyle 2010’a devredildi.

Ermeni Açılımı ile hükümet çevrelerinin “Demokratikleşme Açılımı” dedikleri süreç de ortaya atılalıberi bir arpa boyu yol almadı. Onlar da 2010’un hanesine yazıldı.

Geride kalan ekim ayının kamuoyunu pek işgal eden “ihbar mektupları” vardı. Hani Albay Dursun Çiçek’in ıslak imzasının bulunduğu orijinal belge ile birlikte gönderilen Birinci ve ondan sonra birbiri ardına -nedense sadece bazı gazetelere ulaştırılan ama savcılıklara bir türlü gelmeyen- İkinci ve Üçüncü İhbar Mektupları da kaynadı gitti. Nedense o yüzden hâlâ kimse tutuklanmadı.

Bir de kamuoyuna nedense hep birer hafta arayla sunulan “bomba gibi” haberlerden şu “Kafes operasyonu” meselesinde bir yere varılamadı. İnşallah 2010 yılında bunlardan bir haber çıkar da hep birlikte aydınlanır, hatta bol bol da “demokratik” adım atmış oluruz.

Ama bizim -yer darlığı yüzünden seçerek- anımsatmak istediğimiz başka örnekler de var:

Şu iddialarıyla yedi cihanı titreten Tuncay Güney’in dediklerinden bir tanesi olsun doğru çıktı mı?

Almanya’daki Deniz Feneri davasının Türkiye uzantısında bir yere varıldı mı?

İçişleri Bakanı Beşir Atalay

Yazının Devamını Oku

Bir dönemin sonu

31 Aralık 2009
BİZİM gibi Gregoryen (yahut Miladi) takvim kullanan tüm insanlar bugün 2009’u kapatıyorlar. Ama bizim gibi Hürriyet Gazetesi’nde çalışanlarla bu gazetenin okuyucuları için bu 31 Aralık’ın ayrı bir anlamı var: Hürriyet’in son 20 yılına damgasını vurmuş olan Ertuğrul Özkök dönemi fiilen bugün kapanıyor.

Aslında Ertuğrul Özkök’ün sadece Hürriyet’in son 20  yılına damgasını vurduğunu söylemek yetmez. Gerçek şu ki Özkök, medya tarihimizin de son 20 yılına şekil verdi, damgasını vurdu.

O yüzden yadırgayanı çok oldu. Hakkında hemen her gün ileri geri sayısız yazı yazıldı. Aile meclislerinin, siyaset kulislerinin, meslektaş “geyik”lerinin, komşu ziyaretlerinin, rakı masası mahkemelerinin en çok tartıştığı ve hiçbirinin kendi kalıplarına sığdıramadığı adam da Ertuğrul Özkök idi. Çünkü Ertuğrul Özkök, sadece bizim medya dünyamız için değil, onu tartışan insanlar dünyası için de hep “2 numara büyük”tü.

İki numara büyüktü diyoruz, çünkü gazeteciliğimize sayılmayacak kadar çok yenilik getirdi. Örneğin benim gibi “En önemli haber kaynağı siyaset dünyasıdır” diyerek yetişmiş gazetecilere ve onlarla birlikte okuyuculara, yaşamın öteki kesimlerini de gösterdi.

Her sabah karşımıza “yaşamla barışık gazete” çıkaran o idi.

Gazetelerin “zaptiye” kafalı genel yayın yönetmeni kalıbını o kırdı.

“Demokratik” ve “huzurlu” bir iş ortamını arkadaşlarına o sundu. Gazetecilik gibi “tek otorite”ye bağlı bir mesleğin “demokratik” bir zihniyetle başarıya ulaştırılabileceğini o öğretti.

Öteki genel yayın yönetmenleri, bir gün kendi yerini alabilir diye kendi gölgelerinden bile korkar, bir başka deyişle “yetenekli” gençleri meslekte yaşatmazlardı.

Ertuğrul Özkök

Yazının Devamını Oku

Bir hukuk zaferi

30 Aralık 2009
YARGIYA gitmiş bir konu hakkında yazı yazmak bizim anlayışımıza da, yargıya saygı kavramına da aykırıdır.

Ama Türk basını gibi kendisini “müdde-i umumi” (savcı) sanan gazetecilerin cirit attığı bir dünyada, bu tabii birçok kişiye yanlış görünür. Ama her şeyin bir ilki vardır.

Bugün biz de Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner hakkında açılan dava ile söze başlayıp asıl konuya gireceğiz.

Cihaner bildiğiniz gibi içinde bir bakan ile bir Büyükşehir Belediye Başkanı’nın adı geçen bir soruşturma açınca başına gelmedik kalmadı. Önce -kılıfına uydurularak- elindeki dosya alınıp Erzurum’daki Özel Yetkili Savcı’ya verildi. Sonra “Hakkında ihbar var” dendi. İhbar mektubu altındaki imzanın sahibi “Benim bu mektuptan da orada söylenenlerden de haberim yok” diye açıklama yaptığı halde oradaki iddialar esas alındı ve Yargıtay Dördüncü Ceza Dairesi’nde yargılanmak üzere hakkında dava açıldı.


Konunun bundan gerisini şimdilik daha büyük meselelerle meşgul olan bizim “müdde-i umumi gazetecilere” bırakıyoruz. İlhan Cihaner’in suçlu olup olmadığına karar versinler. Biz de öğrenelim.


Yazının Devamını Oku

Edepsizliğe prim

29 Aralık 2009
BU kardeşlerimiz ne istiyorlarsa söylesinler de devletimizin işleyişini ve beğenmedikleri kuralları ona göre değiştirelim.

Öyle ya... Eski DTP milletvekilleri Ahmet Türk, Aysel Tuğluk, Emine Ayna, Sebahat Tuncel ve Selahattin Demirtaş, bugün ve yarın yapılacak duruşmaları için mahkemenin yaptığı çağrıya uymayacaklarmış.

Bilindiği gibi bu milletvekilleri, Anayasa’nın 14’üncü maddesi kapsamına giren suç işledikleri iddiasıyla -bu durumda milletvekili dokunulmazlığı söz konusu olmuyor- Ankara 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan davaların, geride kalan mayıs ayında yapılan duruşmalarına katılmamışlardı.

Katılmamakla kalmamış, “Bundan sonraki duruşmalara da gitmeyeceğiz. İsterlerse gelip bizi zorla götürsünler” diyerek devletin kuralına, yargının kararına, polisin zor kullanma yetkisine meydan okumuşlardı.


Onlar “yiğitlik” tasladı diye mahkeme yolundan sapacak değildi.                    

Yazının Devamını Oku

Bir önemsiz olay

27 Aralık 2009
DEĞİNECEĞİMİZ olayın ilk bakışta hiç de önemli bir tarafı yok. Nitekim bugünkü gazetelerde “Elazığ AKP Milletvekili Fevzi İşbaşaran, partisinden istifa etti” konulu haberin bir veya iki sütunla yayınlanacağını sanıyoruz. Öyle ya, İşbaşaran istifa etti de Meclis’teki kuvvet dengesi mi değişti?

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sandalye sayısı 338’den 337’ye indi. Yani Tayyip Erdoğan’ın, “Aman o arkadaşı geri getirin” demesini gerektirecek bir şey olmadı.

Ama İşbaşaran’ın istifasının bir “zabıta olayı” kısmı bir de “parti içi” boyutu var. Biz onlara değinmek istiyoruz. Çünkü ikisi de kanımızca sadece İşbaşaran’ı değil, bizleri de ilgilendiriyor.

Zabıta olayı basına yansıdı:

İşbaşaran’ın otomobili birkaç akşam önce polisin “uygulama” dediği, arabaları durdurarak yapılan denetime takılmış.

Polis, İşbaşaran’ın arabasını kullanan sürücünün alkollü olup olmadığını öğrenmeye kalkınca tartışma çıkmış. Malum huylar depreşmiş. İşbaşaran, polise “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” türü bir itirazla engel olmaya kalkışmış. Tabii, “milletvekili” olduğunu söylemekle kalmayıp “Müdürünüz gelsin” diye diretmiş. O arada ancak Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’e yakışan bir üslupla polise düpedüz küfretmiş.

Olay bundan ibaret değil:

İşbaşaran da “polisin” kimliğini görmek isteyince memur “Ben üniformalıyım. Size kimlik göstermeye mecbur değilim” demiş.

Tam bir Hoppalaaa! denecek durum.

Yazının Devamını Oku