Bir nokta daha var:
O yazıda Akın’ın, “yargıladığı insanlar hakkında daha önce kitap yazdığı ve her biri hakkındaki kanaatlerini peşinen açıkladığı için” kararlarının Yargıtay tarafından bozulduğunu ifade etmiştik.
Mustafa Akın yanıtında şöyle diyor:
“1- Yargıladığım insanlar hakkında kitap yazmadım. Yazdığım kitap ‘Altın Makas-RTÜK’ isimli olup, ‘Uyarı-Durdurma-İptal Cezalarının Yayın Özgürlüğü ilkesi açısından incelenmesi’ hakkındadır. Görevim öncesi 2002 yılında yayınlanan bu bilimsel eser, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yapmış olduğum Yüksek Lisans tezinin kitaplaştırılmasıdır.
2- Kitabımda bahsi geçen bölüm Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin bilimsel araştırması olup yargılama konusuyla ilgisi bulunmamaktadır. Yargıladığım hiçbir sanık hakkında, hiçbir zaman peşin kanaat sahibi olmam söz konusu olamaz.
3- HSYK’ca atamam yapıldığı tarihte, adı geçen bilimsel eser Yargıtay tarafından tek bir dosyada usule ilişkin olarak bozmaya konu edilmiştir. Tek bir bozma konusunun atama sebebi olamayacağı açıktır. Böylesi iddia, haksız atamanın kılıfıdır.
4- İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na ilişkin belli bir görev süresi bulunmamaktadır. İstekleri dışında görevden alınmamaları teamüldür. Ufak bir araştırmayla bu gerçeğin tespiti mümkündür. Bankacılık Kanunu 164. maddesi ek güvence getirmiştir.
Devletime ve Milletime -namusumla, gelecek endişesi ve/veya beklentisi içinde olmaksızın, cesaretle ve yalnızca dosya gerçeklerinden hareketle- adalet hizmeti verdim. Bilvesile, takdir edenlere teşekkür ederim. Mustafa Akın (BDDK Üyesi)”.
Zaten tıkanma da orada...
Örneğin biz de Türkiye’de rejimin giderek daha hızlı bir şekilde “faşizme” doğru kaydığını düşünenlerdeniz.
Ama “madem bu sürecin bizi daha fazla demokratikleştirdiğini” iddia edenler var.
Sadece onlar değil, hepimiz için güzel bir fırsat doğdu.
Üstelik Anayasa’da değişiklik yapacağım diye muhalefetle çatışmaya veya referanduma gitmeye gerek olmadan gerçekleşebilecek kadar kolay:
Yeni Şafak gazetesinin sütun yazarı Ali Bayramoğlu, son birkaç yıldır, ikide bir “EMASYA protokolü”nden söz edip duruyordu. Hatta birlikte katıldığımız bir televizyon programında verdiği sözü tutsaydı, protokolün metnini bize de gönderecekti. Göndermedi.
O önemli değil ama son günlerde gazetelerde aynı konu tazelenince daha net olarak anlaşıldı ki Temmuz 1997’de Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında imzalanan bu protokol, “Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu’nun 10. maddesinin C fıkrası”nın uygulanmasına bir yenilik getiriyor.
Örneğin “Polisin yetersiz kalması durumunda mülki amirin jandarmadan destek isteyebileceğini” söyleyen yasa hükmü, il valisinin vereceği izne bağlı olarak “jandarmanın -valinin onayını almaya gerek duymadan- o ilin sadece kırsal alanında değil, şehir merkezlerinde de arama, kontrol, baskın ve operasyon yapmasına” olanak veriyor.
Sadece onlar değil, Ermenistan’la aramızda, Ermenistan Parlamentosu’nun 23 Ağustos 1990’da kabul ettiği “Bağımsızlık Bildirisi”nden ve Ermenistan Anayasası’ndan kaynaklanan sorunlar da var.
Nitekim o bildiride, Anadolu’nun Doğu bölgesi “Batı Ermenistan” olarak anılıyor. Böylece Ermenistan sanmayınız ki “coğrafi” bir yer ismini söylüyor. Açıkça “Orası benim toprağım” diyor.
Keza Türkiye’nin bir parçası olan Ağrı Dağı’nın “Ermenistan’ın resmi devlet arması olduğunu” Anayasa’sının 13’üncü maddesinde ifade ederek, “Orada da gözüm var” diyor.
“Soykırımı” iddialarını kabul etmemizi istediklerini bilmeyen kalmadı. İlaveten iki ülke sınırlarını belirleyen 1921 tarihli Kars Anlaşması’nı -son protokolde yarım ağız tanımış gibi görünmelerine rağmen- Ermenistan en azından bunu açıkça ifade etmeye yanaşmıyor.
Tüm bunlar ortada iken bizim altına imza attığımız, üstelik Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından “Tarih yazmıyoruz, tarih yapıyoruz” gibi “Solonvari” bir cümle ile övülen Protokol (daha doğrusu iki metin olduğu için protokoller) Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nden ağır bir darbe yedi.
Mahkeme lafı evirdi, çevirdi hem “Bunlarda Anayasa’ya aykırı bir taraf yok” dedi hem de bunu ifade eden kararında “soykırım”a yer verdi. Onunla kalmayıp Türkiye topraklarından “Batı Ermenistan” diye söz etti. Ve en önemlisi “Ermenistan’ın soykırım iddialarından vazgeçtiği anlamına gelecek” her şeye karşı çıktı.
Bitmedi... Bu kararla, Ermenistan Dışişleri Bakanlığına mensup diplomatların “Biz hazırladık, Türk Dışişleri üzerinde ufak tefek değişiklikler istedi. Metin o suretle oluştu” dedikleri protokolleri yine kendileri “yok” mertebesine indirdi.
O halde, protokol metniyle ilgili bir ihtilaf varsa, bu Türkiye ile değil, Ermenistan Dışişleri Bakanlığı ve Ermenistan Anayasa Mahkemesi arasında var demektir. Bu bir.
Başbakan Tayyip Erdoğan geçen hafta partisinin Meclis Grubu’nda konuşurken:
“Bakıyorsun doktor hastanede yok. Nerde? Efendim part time çalışıyor. (...) Böyle şey olur mu?. (...)” dedi.
Eskiden hastalara hastanede ameliyat günü verilmediğini, onun yerine kart verilerek muayenehaneye davet edildiğini ifade eden Erdoğan, “Gidersin muayenehaneye, orada bedeli ödersin. Bedeli ödedikten sonra da gene o beyefendinin görev yaptığı hastaneye çağrılırsın. Orada yatırılır, ameliyat yapılır. Bugünleri yaşadık mı arkadaşlar? Biz bunu yaşatmak istemiyoruz. Bizim attığımız adım bu!” diyordu.
Üslubu kendisinin ama dedikleri doğru mu? Doğru!
Ama yapılmak istenen -veya tasarının getirdiği- o mu?
İşte bu nokta tartışmalı.
Örneğin hem Başbakan hem de Sağlık Bakanı bu tasarı yürürlüğe girince “Pratisyen hekimlerin temel maaşı yüzde 43, uzman doktorların maaşı yüzde 71, klinik şefi ve şef yardımcılarının maaşı yüzde 80 oranında artacak” diyorlar.
Keza, “Tam Gün” yüzünden muayenehanesini kapatıp tüm gününü üniversiteye ayıran öğretim üyelerinin “kazanç kaybı olmayacağını” söylüyorlar. Oysa konuştuğumuz akademisyen hekimler hem bunun bir “aldatmaca” olduğunu iddia ediyor hem de “bu yasanın muayenehaneleri öldürüp doktorları esir almayı amaçladığını” ileri sürüyorlar.
Elbet Başbakan Yardımcısı sıfatını taşımasaydı biz de Bülent Arınç ne mene bir kişidir diye yazmak gereğini duymazdık.
Nitekim o da dünkü gazetelerde çıkan sözlerinden anladığımıza göre, şu malum “suikast ihbarı” üzerine Genelkurmay Başkanlığı’ndan birinin -herhalde bizzat Genelkurmay Başkanı’nın- telefon edip de “Sayın Başbakan Yardımcım, geçmiş olsun. Böyle bir olay (yani bir ihbar üzerine iki subayın, Arınç’ın evinin 400-500 metre uzağında polisler tarafından durdurulup gözaltına alınması olayı) var ama...” dememesine alınmış.
Hatta o kadar alınmış ki, zihnindeki düşünceleri, içindeki duyguları “Ancak bu kadar kibarlıkla ifade edebildiğini” söylemiş.
Orada kalmamış. Bu “iki subay”ın bindikleri arabada bulunan ve bir “er”e, o yöredeki bir televizyon tamircisinin dükkânını tarif etmek için çizildiği -subaylar tarafından- ileri sürülen uyduruk bir krokinin çıkması olayına da değinmiş. Çünkü “Suikast yapacak kişilerin arabasından yahut üzerinden böylesine saçma sapan belge çıkmaz” diye bazı gazetelerde yayın yapılmasına da pek bozulmuş. O yayınların “Bu işi başaramadınız, ağzınıza, yüzünüze bulaştırdınız” anlamına geldiğini ileri sürmüş. Ona da üzülmüş.
Ama Ankara’dan gelen bir haber, keyfimizi iyice kaçırdı.
Önce bu haberden söz edelim:
İktidar partisi ileri gelenlerinin geveleyip durduğu “Anayasa değişikliği” paketinin içereceği bir öneri gerçekleşirse Anayasa Mahkemesi artık, “Anayasa’da yapılan değişiklikleri -şekil yönünden bile- inceleyemeyecek ve gerekirse iptal edemeyecek”miş.
Çünkü iktidar partisinin Milliyetçi Hareket Partisi ile el ele verip Anayasa’nın 10 ve 42’nci maddelerini değiştirerek “türban yasağını kaldırma” girişiminin Yüksek Mahkeme tarafından önlemesine olan öfke hâlâ sürüyormuş.
Kızmalarında sakınca yok.
Ama Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa ile ilgili “denetleme” yetkisini kaldırmanın altında “Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” maddelerini “işlevsiz hale getirmeyi” hatta “değiştirmeyi veya yürürlükten kaldırmayı” amaçlayan bir tertip varsa, o nasıl önlenecek?
İktidarın başındakiler, o kadar büyük bir lokmayı yutacak babayiğidin Türkiye’de olmadığını bilmiyorlar mı?
Gelelim öteki konuya, yani Sayın Atalay’ın “Açılım” bağlamında kurulacağını söylediği “Türkiye İnsan Hakları Kurumu”; “Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu” ve “Kolluk Gözetim Komisyonu”na...
Bazen kaleminize yenik düşersiniz.
Dün biraz öyle oldu. Söze “referandum”la başladık, aslında bir başka yazıda ele almayı düşündüğümüz şu “sivil darbe” tartışmasına değinerek bitirdik.
Oysa Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dünkü gazetelerde çıkan sözlerine göre artık “alışmamız gereken” referandum, kendi başına önemli bir kavram ve kurum.
Önce belirtelim:
Referandum ilk bakışta “doğrudan demokrasi”nin en basit ve en iyi araçlarından biri olarak görünür. O nedenle “kestirme” çözüm yollarına yatkın siyasi liderler, önlerindeki engelleri aşmak için referanduma başvurmayı severler.
Zaten Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da zihnindeki Anayasa değişikliği projesini gerçekleştirmek için yapmaya çalıştığı bundan farklı bir şey değil.
Ancak bizim ilk defa 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesi için 9 Temmuz 1961’de denediğimiz “referandum”, aslında “basit” olduğu kadar “tehlikeli” bir araçtır.
Tehlikelidir, çünkü kötü niyetli iktidar sahipleri en karanlık projelerini “halkın rızası” zeminine oturtup meşrulaştırmak için “referandumu” kullanırlar.
Bunların ayrıntısını yakında mecburen öğreneceğiz.
Ama Başbakanı çok kızdıran “yargı”nın, “asker”in, “üniversite”lerin hedefteki ilk kurumlar olacağını tahmin edebiliriz.
Peki düşündüğü değişiklikleri 22 Temmuz 2007 akşamı vaat ettiği gibi, muhalefetle uzlaşma yolları arayarak yapamaz mıydı?
Keşke yapsaydı yahut yapabilseydi ama, ona sorarsanız “muhalefet hiçbir konuda anlayış göstermediği ve işbirliğine yanaşmadığı için” buna imkân bulamıyor. Örneğin kendi ifadesiyle “Demokratik Açılım”a hiç destek alamadığı gibi tam tersine yıkıcı bir kampanya ile karşılaştı. O yüzden şimdi Anayasa değişikliğini tek başına gerçekleştirmeye mecbur kaldı.
Oysa aynı tabloya öteki açıdan bakınca başka gerçekler görünüyor. Örneğin Başbakan Erdoğan’ın karşıt görüşlerle “demokratik sistemin iyi işlemesi için” değil sadece “başka çare kalmadığı” zaman uzlaşma aradığı ileri sürülüyor. Örnek de az değil...
Kamuoyuna “anlayışlı” bir iktidar görüntüsü vermeye ihtiyaç varsa, muhalefetle uzlaşır TBMM Başkanlığı’na Köksal Toptan’ı seçersiniz ama “TBMM Başkanı benim dediğimden çıkmayacak biri olsun” derseniz, muhalefete kulak tıkar, kendinize bağlılığından kuşku duymayacağınız Mehmet Ali Şahin’i oraya oturtursunuz.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçiminde izlediği yol da aynıdır.
O zaman muhalefet, “İyi de biz senin elinde oyuncak mıyız?” tepkisi gösterirse haksız mı olur? “Madem muhalefetin görüşü senin için önemli değil, git ülkeyi bildiğin gibi yönet!” derler adama.