Başka bir kaynakta, “Aralarında anlam ya da ses yönünden benzerliklerin olduğu aynı cinsten veya gruptan en az iki kelimenin tekrarlanmasıyla oluşan sözcük gruplarına ikileme adı verilir” deniyor.
Konuyla ilgili yapılan çeşitli çalışmalarda ikileme yerine “kelime koşmaları, ikizleme, bağlam öbekleri, tekrar grubu, tekrar öbeği” gibi terimlerin de kullanıldığı ve ikilemenin sadece dilimize özgü olmadığının da altı çiziliyor.
“Fransızca’da redoublement, hendiadyoin, İngilizce’de reduplication dual, hendiadyoin, Almanca’da verdoppelung, zwillingsformen, hendiadyoin, Osmanlıca’da atf-ı tefsiri, terkib-i ihmâli, mühmelât” terimleriyle karşılanan ikilemenin “aynı, yakın ya da zıt anlamlı iki veya daha çok kelimenin ‘bir tek kelime gibi anlam göstermek üzere’ yan yana gelmesi durumu” vurgusunda ise birleşiliyor.
İş gelip “bir tek kelime gibi anlam göstermek üzere” ayrıntısına dayanınca, durumu bir daha gözden geçirelim istedim. Aynı ya da zıt kelimelerin tekrarlanmasıyla yapılan ikilemeye pek sözüm yok. Ama, “sesleri birbirini andıran iki sözcüğün yan yana kullanılması” seçeneğinde, “biri anlamlı, diğeri anlamsız iki kelimenin tekrarlanması” halinde, yani “seçilen ya da alışkanlıkla dile yerleşmiş ikinci sakız sözcük” çoğu zaman tek başına anlam ifade etmekten uzak kalabildiği için bu durumun güçlü bir “hafifseme” içerdiğini genellikle ıskalıyoruz. Oysa bu hafifseme bir tâlih ve hattâ kader olarak kendini “ikinci sözcükte gizleyebiliyor”.
“Ev” dediğinizde tamam da, “mev” açıktan açığa “adam sende” der gibidir meselâ... “Kitap” somuttur, gözle görülür ve elle tutulur. Lâkin “mitap”, “boş versene” diye fısıldar sanki... Gündeme uygun olsun diye, son günlerde, referandum sebebiyle sıkça duyduğum ve kavramın anlamını pekiştirmek için müracaat edilen “ikilemeler” üstünde biraz fikredeyim dedim.
Tekrar öbeğindeki ilk sözcüklerden bir cümle kurmaya kalktığınızda sonuç hali vahim ve çarpıcı olmakla beraber, birinci sözcükler olmadan ikincilerin tek başına bir işe yaramadığını anlaşılıyor:
“Meferandum, möstermelik... Memokrasi, madalet yamalak... Marafsızlık, meşitlik, medep munutulmuş. Manayasa, mikâye! Metice, dolan, sapan, mazık!” gibi...
“Şeytan, ayrıntıda gizlidir” filân diye başlasam, çok sıradan olacak. Veya desem ki, “uygarlık sadece ayrıntıdır”; olasılıkla alınanlar çıkacak… “Bir nesne ya da olayın, İlk bakışta fark edilmesi güç olan parçaları” tarifini hatırlatıp geçsek mi acaba ?
Oysa, “meseleye ‘bir bütünün, önemce ikinci derecede olan ögelerinden her biri’ gözlüğünden bakarsanız, başka bir resme ulaşırsınız ki, işin içine, ‘ayrıntıyı ıskalamak’ eylemi dahil olmaya başlar...” diye lâf sokuşturulmayınca da, o işimiz rast gitmeyecekmiş gibi gelir bana hep.
Hele, “Şiirhâne”sinde;
“…Ayrıntı güzeldir,
Ayrıntıyla farklılaşmak daha bir güzel,
“…Sahibinin Sesi 7 numaralı kataloğunda, Seyyan Hanım’ın özgeçmişi şöyle verilmiştir: Değerli muganniyelerimizden Bayan Seyyan, 1913 senesinde İstanbul’da doğmuştur. Pek küçük çağında, sesinin fevkalâde güzelliği ve musikîye olan merakı dolayısıyla, orta tahsilini bitirdikten sonra İstanbul Konservatuvarına giderek Mösyö Talariko’dan ders almaya başlamıştır. Az zamanda büyük bir kabiliyet gösteren Bayan Seyyan, Türk Ocağı konserlerine iştirak etmiş ve büyük muvaffakiyetler kazanmıştır… Sesinde billuri bir ahenk çağlar, dinleyenleri zevkin ufuklarına çıkarır…”
Albümün bir başka sayfasından devam ediyoruz: “…1931-32 yıllarında, 78 devirli taş plâğa bir tango kayıt edilmiş; adı, ‘Mazi…’ 1920’li yılların başında onsekiz, ondokuz yaşlarında bir genç olan Necip Celâl (Andel) bestelemiş bu tangoyu. İlk Türk tangosu olmuş; bu ‘Mazi kalbimde bir yaradır’ diye başlayan tango…”
Bu paragrafta verilen bilgi, bir başka sayfada, şöyle bir açıklamayla zenginleştirilmiş: “…Mazi, ilk Türk tangosu kabul edilirse de, burada bir noktayı aydınlatmak gerekmektedir.
Muhlis Sabahattin Bey’in, ‘Tango Türk’ adıyla, Sahibinin Sesi firmasından yayınlanmış sözsüz bir tangosu vardır ve firmanın 1928 yılı kataloğunda AX 467 numara ile kayıtlıdır. Bu durumda ‘Mazi’yi, ‘sözlü ilk Türk tangosu’ olarak anmak daha doğru olacaktır…”
Sevgili Sipahi’nin son yazısında, EXPO ile ilgili gelişmeleri okuyunca; hele işin,
İzmirli iş insanlarını kastediyorum, bir “açık mektup” sayın bu yazıyı...
Tam günün yarısında... Mesai saatleri içinde... “Haydi toplanın” diyeceksiniz çalışanlarınıza. Herkes işini gücünü bırakıp gelecek. Ne oluyor? Artık vazgeçilmez bir “kurumsal”a dönüşmüş “Pazartesi Dinletisi” var.
Yani 15 günde bir düzenli olarak, bazen geleneği bozmak uğruna, her hafta... Arada sırada, dışarıdan birkaç misafir de katılabiliyor, bu “tazelenme saatlerine”...
İşte bu “hoş fırsatlar”dan biri dolaştı ayağıma... Geçen haftaki, “Pazartesi Dinleti”sinde, 30 dakikalık keyifli bir performansta, Beste Başcı, Ercan Atasoy ve Gülce Karagözcük’den oluşan “Olten Trio”yu dinledim, “Mühendislik Ofisi”nin orta yerinde... Daha birkaç hafta önce Maestro Yazıcı varmış, piyanonun başında. İşte böyle bir şey...
Bir yandan da fabrika bahçesinde, “Olten Taş Heykel Sempozyumu” devam ediyordu. Dinleti sonrasında, heykel ve müzik sanatçısı dostlarımıza sorular sorup, onlarla sohbet etme olanağı da bulduk.
Ben bu satırları yazarken, sempozyumda görev alan heykeltraş dostlar, Tonguç Sercan, Şule Atasoy Tansel, Tülay Çakmak, Evrim Kılıç ve Dilşad Yiğitcan Akçayöz, 2 hafta süren çalışmalarını tamamlamışlardı, heykeller halen fabrikada sergileniyor...
Bundan 3 yıl kadar önce, bir okuyucu, “Festivaller Kenti İzmir” fikrimizi yadırgayanlar için, hoş bir cevap göndermişti, paylaşmıştım...
1922 yangını sonrasında, yangın alanları üzerinde, 1925 yılında Rene ve Raymond kardeşlerin (Danger) hazırlamış olduğu kent plânına göre açılan ilk caddelerden biridir, “Mimar (Ahmed) Kemalettin Caddesi…” Cadde üzerinde, bilindiği kadarıyla kendisinin herhangi bir eseri yoksa da, günümüz İzmir'inde, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın örneklerini sergileyen bu çevrenin, onun adıyla anılması, kuşkusuz güzel bir tesadüftür. Bu caddenin, geleneksel kent dokusunun, çağdaş kent dokusuna eklemlendiği ender bölgelerden biri olması da hoş bir tesadüftür… Tesadüfler burada da bitmez ! “Usta”nın, mimari üzerine görüşlerini de içeren notları, 1997 yılında "Mimar Kemalettin'in Yazdıkları" başlığı altında (Yeni Kültür Park Projesi’ne ilişkin tartışmaların tam ortasında kalan) İlhan Tekeli tarafından kitaplaştırılmıştır. Bakın bu notların bir yerinde, (bugünkü İzmir’i görememiş olduğu için…) ne diyor Mimar Kemalettin Bey:
“Zavallı İstanbul !... Son düşüş devrinde imâr adı altında ne câhilâne, ne zâlimâne yıkıma uğradı... Üçüncü Selim’den sonra, eski Türk sanatının incelik ve temizlikle millî ruh doğuran eserleri takdir edilmedi; batı tesiri altında batının bakış açışıyla kabalaşma başladı... Asırlar içinde gelişe gelişe yüzey süslemesinin en kıymetli eserlerini üretmiş olan koca bir sanat birikimi, çirkin görülmeye başlandı ve neticede millî sanatımızı yitirdik. Ziyân ettik; koruyamadık... Batının seri imâlatçıları karınlarını şişirdiler ama aklımız başımıza gelmedi... Hatta onların memleketimize döktüğü ruhsuz tek tip yapılar gözümüze güzel görünmeye başladı. Sonuçta bu surette iktidarsız ve câhil halde kaldık...”
20 TL’lik banknot’un üzerinde portresi de bulunan Mimar Kemalettin Bey’in eserleri arasında; (Vedat Tek tarafından başlatılan projeyi tamamladığı) Ankara Palas’tan (şimdi Devlet Konukevi) rektörlük binalarına, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın türbesinden çok sayıda okula, artık butik otel olarak kullanılan Tayyare (Harikzedegân) Apartmanlarına, ünlü Gazi Eğitim Enstitüsü’nden Rıfat Ilgaz'ın ölümsüz eseri, "Hababam Sınıfı”nın da çekildiği Çamlıca Kız Lisesi’ne, TCDD’nin Genel Müdürlük Binası’ndan Edirne Garı’na kadar, pek çok “göz alıcı” yapıyı saymak mümkün.
Bunlardan bir tanesi de, (asıl adı II. Evkaf –Vakıf- Apartmanı olan…) Ankara - Ulus'ta, İstiklal Caddesi üzerinde yer alan, 1926-27 yılında Mimar Kemalettin tarafından plânlanıp, (ölümünden sonra) 1930’da tamamlanabilen ve günümüzde Ankara Devlet Tiyatrosu'nun yönetim merkezi olarak kullanılan; aynı zamanda “Küçük Tiyatro Sahnesi”ne de ev sahipliği yapan binadır. Girişindeki pirinç tabelalarda, bu binanın, bir dönem, (güzel havalar yüzünden evkaftaki memuriyetinden istifa etmeden önce) “şair Orhan Veli Kanık, yazar Ahmet Hamdi Tanpınar ve ressam Saip Tuna'yı ağırladığı”nı da yazar…
‘yollar uzun, memleket şartları çetin’ diyen can dostun bile bırakıp gitmişken,
‘içinde bulunduğumuz sarmal’, hepimizi aşağıya çeken bir girdaba mı,
yoksa Arşimet burgusu gibi yükselen bir yazgıya mı dönüşecek,
biz onun derdine düşmüşken, sen hâlâ İzmir için sanat yazıları yazıyorsun…”
İyi ya işte ! Şimdi yazmayacağım da ne zaman yazacağım ? “Bam Teli’nin sürdürülebilir tınısı”, biraz da Sevgili Tayfun’un vasiyeti sayılmaz mı ? Tam “gündem üzre”yiz; ben bu “yol hikâyesi”ni daha başka nasıl anlatayım ?
“Evet”
Burada, Sokrates’in diyalektik yöntemi uygulandı; öğretimde, “uygarca karşılıklı tartışabilme yöntemi” benimsendi. Bu haliyle, ayrıcalıklı bir öğretim kurumuydu Academia… Her yaştan öğrencisi vardı. Fakat öğrenciler sınavdan geçirilmez ve eğitimlerini tamamladıklarını gösteren bir diploma ile ödüllendirilmezdi; “yalnızca doğruyu araştırmakla görevliydiler…”
Bu sebeple, “Akademi” kelimesi hep heyecanlandırır beni… “Arkas Sanat Merkezi” hakkında, Doğan Hızlan’a, “…Gençlerin sanata olan ilgisini artırmak adına, beni en çok genç ziyaretçi kitlesi memnun ediyor…” demişti Lucien Arkas. Ceyhan Olten, “…Bugünlerde en çok ihtiyacımız olan şeyin zarafet olduğu düşüncesi ile çıkmıştık yola. Zarafetin, aklın ve duyguların birlikteliğinden doğduğu ve en önemli kaynağının da sanatçı olduğu bilinci ile... “diye yazmıştı “Olten Filarmoni”nin web sayfasında. Geçenlerde bir cümle daha ekledi hattâ, sohbet ederken; “Herkes kendi torununa hesap verecek…” Mesut Sancak da, çok benzer şeyler söyledi, “Folkart Academy”nin ,”Ustalarla Tiyatro Atölyesi” projesinin açıklandığı basın toplantısında. Ama, kapanışta sarf ettiği bir cümle vardı ki, işte o satır, mutlaka ışıklandırılmalı: “lütûf değil, mecburiyettir bu yaptıklarımız…”
Kamuoyu, “bildiklerini, bilmedikleriyle harmanlayarak” fikir oluşturur. Anlamlı-anlamsız yerlere savrulması da bundandır. Folkart’ın, “Sanata Değer” söylemi, zaten biliniyordu. Folkart Gallery ve İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Ana Sponsorluğu yanında, dünyanın önde gelen sanatçıları ve eserlerini İzmir’de sanatseverlerle buluşturan benzeri faaliyetler ile sanata verilen destekten de haberdardık. Ama özellikle tiyatronun, Cumhuriyet tarihinin “tartışmasız” en zor labirentlerinden geçtiği yıllarda, sanata ve sanatçıya sunulan desteği bu kadar köpürtmek, ayrı bir gözle değerlendirilmeli, başka bir el ile alkışlanmalı… Nitekim, soru-cevap bölümünde; Öcal Uluç da, “60 yıllık gazeteciyim ! İzmir’de sanatın, Cüneyt Gökçer’in ‘sürgün yerine çevirdiği, dansçıların tütün depolarında çalıştığı yıllar’daki seviyeye gerilediğini görmek beni çok üzüyor(du)…” diyerek; sanıyorum, “bu desteğin sürdürülebilir olduğu ve lâfta kalmadığı” gözlemini, farklı bir kalemle yazıyordu.
Öte yandan, “Academia” gibi, “Folkart Academy”nin de, bence görünmeyen ayrıcalığı, (şimdilik kaydıyla) diploma vermiyor olması… Zengin bir akademik program üstünde yükselecek usta-çırak ilişkisindeki büyü ile katılımcılara, sadece “iyiyi, güzeli, doğruyu, erdemli, ahlâklı ve seçkin olan”ı, “olmayanlar”dan ayırt edebilmeleri öğretilecek. Bu cümleden olmak üzere, ilk paragrafta bahsettiğim “diyalektik” tercihi ve kazanımlarını da el üstünde tutmalı İzmirli. Çünkü içinde bulunduğumuz “tâlihsiz çağ”da ölümlüler, dünyanın her köşesinde, sürekli tek kişinin konuşması ve tarafların birbirine çamur atması hallerini “hakikat” zannediyorlar. “Sanat, terazinin diğer kefesindeki ağırlık”tır, oysa…
Ama vazgeçmeyeceğim; hafifletici sebeplerim var. Benden önce de bu suçu işleyenler oldu. Daha 1967’de sinemaya taşındı bu binlerce yıllık öykü. Sonra, Grigory Gorin, perestroyka öncesinde, 1972’de “Forget Herostratus / Herostratos’u Unutun” diye yazmıştı bu oyunu. Filiz Ofluoğlu’nun çevirisiyle ve “Bir Efes Masalı” adıyla, İzmir Devlet Tiyatrosu’nda bir iki defa, pek duyurmadan sahnelenmişti de (nedendir bilinmez) repertuardan çıkartılıvermişti… Adana Büyükşehir Belediyesi Tiyatrosu’nda sahneye konulduğunda, Cahangir Novruzov, kendi çevirisini yönetmişti… Halûk Bilginer’in, “hınzır, zeki, eğlenceli ve bir o kadar da sert çevirisi” ise, “Kundakçı” adıyla, bu sezon, Oyun Atölyesi tarafından sahnelenmeye başladı. Ve geçen Salı, “Tiyatro Anadolu” da, Eskişehir’de aynı “tekst”le ve çok başarılı bir yorumla açtı perdelerini… Aslında okuyacağınız yazıyı, (her ihtimale karşı araya sıkıştırayım…) ben yazmış olmayacağım. Çünkü, izlediğim oyunun program kitapçığından yapacağım küçük alıntılarla, sadece, verilen mesajın “arşive taşınması”na vesile olacağım…
“…Herostratos, M.Ö. 356’da, dünyanın 7 harikasından biri olan ve (Lidya Kralı Kroisos tarafından başlatılmış projeyle) 120 senede inşa edildiği düşünülen, Efes’teki, (Sidon'lu Antipader’in ‘…Olimpus'un dışında, Güneş hiç bu kadar büyük bir şeye bakmadı’ dediği) Artemis Tapınağı’nı yakan kişidir. Tarihin kayda geçen ilk teröristi… İdam edilmiş ve ‘isminin anılması kanunla yasaklanmış’ olmasına karşın, ‘işlediği suç unutularak-unutturularak cezalandırılması’ tercihi hiç tutmamışa benziyor. Aksine, Herostratos adı ‘günümüze kadar ulaşmış, şan, şöhret ve ismini ölümsüzleştirmek için suç işleyenleri anlatmak üzere’, bir sembol haline gelmiş… Yunan Mitolojisine göre, Zeus ve Leto’nun kızı, Apollo’nun kardeşi olan Artemis’e, Efes şehrinde duyulan inancın çok kuvvetli olduğu biliniyor. 3 kere yıkılan ve halkın desteği ile tekrar inşa edildiği bilinen Tapınak, zamanında, halk için tarifsiz bir öneme sahipmiş. Rivayete göre, Efes şehrinin koruyucu tanrıçası Artemis, yangının olduğu gece Büyük İskender’in doğumuna yardımcı olmak için kentten ayrılmış(mış). Herostratos’un alt sınıftan bir kimse olduğu düşünülüyor. Oyunda belirtilenin aksine, etnik kökeni yahut köle olup olmadığı ise tartışmalı…”
Yönetmen Enis Yıldız, (aradan sıyrılmaya çalışan) gizli faile de bir mektup yazmış. Onun da girişini paylaşmak isterim: “…Sevgili ‘Nicollo di Bernardo dei Machiavelli’, bu mektubu sana, 2017 yılından yazıyorum. Öncelikle adının pek de hayırla anıldığını söyleyemeyeceğim. Amaca ulaşmak için her aracın kullanılabileceğini söylediğin ve dilimize ‘her yol mübah’ şeklinde kazandırılan tezin, ‘yazın’da pek aşağılık ve vahşice karşılanmakta… /…Tezini ne kadar aşağılasak da harfiyen uyguluyoruz. Amacımıza ulaşabilmek için, önümüze gelen engelleri vahşice yıkıyoruz yüzyıllardır. Çıkarlarımız için iş birliği yapamayacağımız hiçbir güç yok !”
Oyunda “Kundakçı”, çıkarttığı yangını, adetâ bir sanat eseri gibi anlatıyor. “Ben Herostratus. Artemis Tapınağını ben yaktım. Benim adım çağlar boyunca anılacak ama sen Kleon, Efes kentinin baş yargıcı. Seni kim hatırlayacak? Hayır, sen de beni yargıladığın için anılacaksın.”( Gerçekten de, meselâ Artemis tapınağının mimarı kim, bileniniz var mı ?)