Nihat Demirkol

Bir tel koptu “Kemâne”den…

10 Haziran 2017
Amerika’da yaşamış olsa, hayatı çoktan sinema filmlerine konu olmuştu.

Çalışmaları hakkında, en az birkaç akademik tez yazılmıştı. “Kapatılmış bir Okul”un mezunu olarak, “canlı tarih” çalışmalarına konuk edilmişti. Belgesellerde konuşturulmuştu; “sadece yaşadıklarını anlatsın” diye. Anılarından kitap yapılmıştı; albümleri müzik marketlerin raflarındaydı… Yazdığı “Kabak Kemâne Metodu” el üstünde tutulur, bir ömür verdiği bu saz üstüne beste yarışmaları, “ustalık sınıfları” düzenlenirdi. Adı bir derslik ya da okula verilirdi olasılıkla.Heykeli dikilirdi doğduğu yere belki de… Üstüne de,

“…Gel aldanma gönül her yâr çalmaz kemâne

Kıl çadırda mukîm iken eder bizi revâne

Yâr sesidir, bir menendi Azrail

Çok kimsenin cennetini eder virâne…” yazarlardı muhakkak.

 

Ama O, Burdur’un Yeşilova ilçesinde doğduğu,

1939-1945 yıllarında Isparta Gönen Köy Enstitüsünde eğitim gördüğü,

Yazının Devamını Oku

Medyanın festivalle imtihanı (Otur sıfır!)

5 Haziran 2017
KULAĞIMA geliyor,

sevgili Deniz Sipahi’ye kızanların sayısı bir hayli fazla... Neymiş? “Siyasette bülten gazeteciliği yapılıyor” diye yazılar yazıyormuş. “Dönen tekere çomak sokuyor” diye bozuluyorlar, “pişmiş aşa soğuk su katıyor” diye de... Aslında herkes kendine göre haklı. Sevgili Sipahi, “doğru bildiği”ni söylüyor. Bu eleştiriden rahatı kaçanlar ise “statüko bozulmasın” diye homurdanıyorlar.

Bir de Deniz Sipahi’ye kızmayan “uyanık”lar var. Onlar bu tespiti “yeterli buldukları için” daha tehlikeliler aslında... Medyadaki statükonun “meslekî yetkinlikten nasibini almamış” labirentlerinde “bülten gazeteciliğini sadece siyaset gündemiyle sınırlı gibi” göstermek isteyenler bunlar... “Sanatta bülten gazeteciliği” ne olacak?

İşte son örnek: DHA’dan Mehmet Kurt, (altını kendi haberinde usta muhabir gözlüğü ile çeşitlendirdiği) bir bülten geçmiş. Başlık şöyle: “İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı (İKSEV) tarafından düzenlenen 31’inci Uluslararası İzmir Festivali, Yunus Emre Oratoryosu ile başladı.” O kadar acınacak haldeyiz ki, 1-2 önemsiz istisna hariç (artık doğru dürüst bölge gazetesi de kalmamış olan) İzmir’den sanal medyaya seslenen haber portallarının hepsi, hem bu başlığı aynen kullanmışlar, hem de bültenin içeriğini... Bu kaynağı yaratıcı bulmayanlar da (?!) onun yerine İKSEV Basın Danışmanlığı’nın bültenindeki başlığı kesip yapıştırmış: “31’inci Uluslararası İzmir Festivali Yunus Emre Oratoryosu ile başladı...”

İnsan önce mesleğine olan saygısı kaybetmeyecek demek ki... Bu “fotokopi ile çoğaltılmış” haberlerin içeriğindeki yetersizliği, tekdüzeliği, meraksızlığı ve lezzet eksiğini bir “sanat haberi yazmak için gerekli olan yetkinlik ve birikim yoksunluğu”nu geçtim; çok mu zordur, benim bile bir çırpıda aklıma geliveren aşağıdaki basit başlıklardan birini sunmak okuyucuya? “Trende okunan Yunus Divânı 75 yıl sonra İzmir’de / İlk festivalin BİS gecesi ‘Yunus Emre’ ile yapıldı / İzmir’de bir ‘Magnum Opus’ gecesi / 31’inci Festivalde Hâtıra Defteri’nin ilk sayfasına döndük / Festival 800 yıllık libretto ile ‘Merhaba’ dedi / Festival Saygun’un ‘bir ömürlük düş’ü ile açıldı / Festival 4.5 ayda bestelenen oratoryo ile başladı.”

Bakınız, ben iş edindim, bülten ve haberleri taradım. Merak eden çıkarsa, biri de şunu araştırsın lütfen: “31’inci festivalin açılışı ile ilgili İzmir medyasında yayınlanmış 1 tane (yazıyla bir) köşe yazısı” var mı acaba? Bu sorunun yanıtına ulaştığınızda “sosyal ve kültürel iktidar” fikrinin gündeme servis edildiği şu günlerde, “İzmir’de sanatı manşete taşıyamayan yerel medya”nın “yerelden ulusala, oradan küresele uzanan vizyondan habersiz” maalesef kendini yiyip bitirdiğini de fark etmiş olacaksınız.

Birkaç yıl önce, “28 bin nüfuslu Avusturya-Bregenz’de düzenlenen festivalin 20 milyon euro olan bütçesiyle başlayan bir yazı yazmıştım. Etkinlikleri yılda 260 binden fazla kişinin izlediğinden, festivalin doğrudan yarattığı ekonomik etkinin 160-175 milyon euro, yarattığı katma değerin 100 milyon euro’nun üstünde olduğundan, festival için yapılan 1 euro’luk yatırımın 4 ila 5 euro’luk bir getiri sağlamakta olduğu hesaplandığından” bahsetmiştim. Burun kıvıranlar olduysa da, üstüne, değerli okuyuculardan başka festivallere ilişkin “çok daha çarpıcı” örnekler de gelmişti, sizlerle paylaşmıştım.

Bu sene de becerebilirsem “İzmir’in perişan halleri”yle mukayese ettiğim (ve yine temmuz–ağustos aylarında düzenlenecek olan) bu festivalin “Vorarlberg Eyaleti yerelinden Avusturya basınına yansıyan” medya öyküsünü sayılarla köşeme taşıyacağım “ibret-i âlem için...”

Kimse kızmasın, Deniz Sipahi haklı!

Yazının Devamını Oku

Adnan Saygun İle Mülakat…

2 Haziran 2017
HÜRRİYET: Değerli “Usta”,  31. Uluslararası İzmir Festivali’nin açılışında; sunucu, “…İlk denemelerden (1933) 84, beğenmediği ikinci denemeden (1939) 78, trende Yunus Divânı’nı okurken uyanan oratoryo fikrinden (1942) 75,eserin tamamlanmasından (1943) 74, Ankara’da ilk seslendirilişinden (1946) 71, Yurtdışında ilk seslendirilişinden (1947) 70, New York’ta, Birleşmiş Milletler’de ilk seslendirilişinden (1958) 59, 1. Uluslararası İzmir Festivali’nin açılışında seslendirilişinden (1987) 30, doğumundan (1907) 110, ölümünden (ve kendisi göremese de…) İstanbul'da Ayasofya'da seslendirilişinden  (1991) 26, oratoryo formunun ortaya çıkışından (16. Yüzyıl) yaklaşık 500 ve en önemlisi, şiirlerin yazılışından (13. Yüzyıl) yaklaşık 800 yıl sonra… ‘Yunus Emre Oratoryosu’,  yine ‘aşk üstüne düşünmek’ gereksinimiyle buluşturdu bizleri…” diye başladı söze.

 

Sizin, “bu kronolojiye ve öykünün böyle sayılarla anlatılması”na, eklemek istediğiniz bir şey var mı ?  /  SAYGUN: “…Bir ömür boyu Yunus’u düşündüm. 4,5 ayda besteledim

 

HÜRRİYET: Efendim, bir sanatçının hayatı boyunca ortaya koyduğu en görkemli esere, “Magnum Opus” denilmesi geleneğinden söz edilir.  Lâtince “büyük iş” anlamına gelen bir deyiştir bu... Sizce “Oratoryo”, böyle bir hediyeyi hak etmiyor mu ?  /  SAYGUN: Bu yeterince büyük bir hediye mi acaba ?  Bakın… Konserlerden beş, on gün sonra, bir gün evimin kapısı çalındı. Baktım, bir kaç köylü… İçeri aldım. Büyük bir saygıyla bana bakıyorlardı. “Hoş geldiniz” dedim.  İçlerinden yaşlıca olanı söze başladı: “Yunus Emre'yi siz radyoya iki defa verdiniz. Köyde, halk odasında bizim bir radyomuz var. Orada köy halkı, kadın erkek hepimiz dinledik. Ciğerimize işledi. Allah senden razı olsun deyip, elini öpmek için buraya geldik…” diyerek elindeki gazete kâğıdına sarılı paketi bana uzattı. “Bunu da bacın sana hediye gönderdi” dedi. Paketten, bacının benim lçln ördüğü bir çift yün çorap çıktı. Bugüne kadar aldığım hediyelerin en değerlisidir… Hala saklarım. Oratoryo’yu bilemem. Ona zaman karar verecek. Ama çoraplar, şüphesiz “büyük iş”ti !

 

HÜRRİYET: Madalyonun bir de öbür yüzü var. Sizin “Devlet katı”nda da 1935’ten sonra, bir süre protesto edildiğinizi biliyoruz. “Yunus Emre”nin seslendirilmesindeki gecikme, biraz da bu yüzden. Radyo yayınını İstanbul’dan dinleyen Cemal Reşit’in, “Maaile, sabahlara kadar kustuk” demesi, Yahya Kemal’in ise, “Katedralde mevlid dinlemiş gibi oldum!” yakıştırması, sanat dünyasının “gel-git”leri arasında sayılabilir. Saadettin Arel’in, “Bestenigâr, Evc, Segâh gibi makamlarımızı kullanmışsınız ama o makamlardaki nim hicaz, ırak gibi perdeler yok…” eleştirisi, Cinuçen Tanrıkorur’un çok ağır makaleleri… Bu kısacık mülâkatın sonunda, bu konular hakkında da bir şeyler söylemek ister miydiniz ?  /   SAYGUN: “…Biliyorsunuz Oratoryo, Hıristiyan diye düşünülen bir şeydir. Halbuki oratoryo batıda yazıldığı tarihlerden çok önceki tarihlerde bizde mevcuttu; ama adı oratoryo değildi. ‘Mevlid’ esasında bir oratoryodur. Resitatifleriyle, korosuyla, aryalarıyla her şeyi ile bir oratoryodur. ‘Yunus Emre’ mevlid değil bambaşka bir şey, oratoryo tabirini onun için kullandım ve biliyorsunuz oratoryo dinî noktadan hareket etmiş olmakla beraber, gayrı dinî sahaya da çıkmıştır… Sonra Saadettin Bey’e cevaben, ‘Evet bu küçük perdeler yok, amma buna rağmen siz saydığınız makamların izlemini alabildiniz. Çünkü çokseslilikte makamları ben birer renk olarak düşünüyorum…’ dedim”. Cinuçen Bey’e gelince; keşke bu konularda, ikimiz de ölmeden yüz yüze konuşup, birbirimizi daha iyi anlayabilseydik…

 

HÜRRİYET:

Yazının Devamını Oku

Festival’de Perşembenin Gelişi…

29 Mayıs 2017
31. Uluslararası İzmir Festivali, bu Perşembe, Ahmed Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryo”su ile başlıyor.

Dile kolay; “31 sene…”

Yani “ilk nota” ile doğmuş olanlar, bugün 31 yaşında.

Araya yeni bir kuşak karışmış bile…

İzmir’in sanat hayatında, kuşkusuz önemli bir lokomotif bu Festival.

Üzerine, diğer sanat etkinliklerini de ekleyince;

Bu kadar yıl içinde, kentte yetiştirdiğimiz “festival izleyicisi”nin,

çoktan “sanat izleyicisi”ne dönüşmüş olduğunu görüyorsunuz.

Bunu nereden anlıyoruz ?

Yazının Devamını Oku

Bir seçilmiş, bir atanmış, “40 dakika” eder mi ?

26 Mayıs 2017
İzmir’in “en seçkin” otellerinden birindeyiz…

İyi hazırlanılmış bir basın toplantısı.

Destedeki hemen bütün

“aslar, papazlar, dam ve valeler” davetli.

İşin hoş tarafı, “farklı güdülerle” önemli bir bölümü de

davete icabet etmiş…

Organizasyon iz bırakmış olmalı ki, sonrasında,

yerel ve ulusal medyanın da,

“İzmir için çok önemli”

Yazının Devamını Oku

“Sen Şarkı Söylediğin Zaman, yasakları yasaklasak…”

21 Mayıs 2017
İzmir’e yaz, festivalle geliyor ! Bir başka deyişle “Festival” İzmir’e “yaz”ı getiriyor.

Gerek nitelikli programları, gerekse tarihi mekânları sanatla buluşturmadaki çabalarıyla, dünyadaki benzerleri arasından sıyrılarak, adını ilk sıralara yükselten “Uluslararası İzmir Festivali”, “sanatı yaşamın odak noktası kabul eden, sosyal sorumluluk sahibi kişi ve kurumların ve İzmirli sanatseverlerin ilgi ve desteğiyle” bu yıl da dolu, özgün ve nitelikli bir programla karşımızda olacak. Önümüzdeki haftalarda, “İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı”nın (İKSEV) düzenlediği 31. Uluslararası İzmir Festivali’ni, bu köşeye, yine günbegün taşımaya çalışacağız. Şimdilik, biletlerin bugün itibariyle Biletix’de satışa sunulduğunu hatırlatmakla yetinelim.

 

İKSEV İzmir için, sadece “festivaller”den, beste ve afiş yarışmalarından, ustalık sınıflarından ibaret değil ! Biliyorsunuz, bir de, “kentin orta yerinde, eski bir Alsancak evini hayata döndürerek”, yine kentlinin desteğiyle somutlaştırdığı bir “MÜZİKSEV” projesi var. Sorulduğunda, kısaca, “Müzik Müzesi ve Ses Kütüphanesi” diye anlatılsa da, “geleneksel Türk sazları koleksiyonu”nun yer aldığı sürekli sergi yanında, “misyon cümlesi” bağlamında tanımlanmış niyetine, her geçen gün, adım adım yaklaştığını görmek de mutluluk veriyor kentliye… Web sitesinden alıntılanmış şu cümlenin, yani, “…öncelikli hedefinin ülkemizin ve kentimizin zengin müzik geçmişini yansıtmak...” denilen idealin şekil aldığını görmek, bu mutluluğa heyecan da katıyor. Belki de bu heyecanla, “kentin önemli müzik ve sanat merkezlerinden biri olmayı hedefleyen, sanatsevere dokunmayı başaran, sanatseverlerin de kendisine dokunmasına fırsat veren ve giderek, ‘hayatın içinden’ bir mekân”a dönüşüyor burası… 

 

MÜZİKSEV’in butik salonundaki buluşmalarımız, geleneksel müziğimize dair paylaşımlar adına, “Mayıs aylarının nazlı esintisi” oldu; hem de beş yıldır…  2013’ün  baharında, “Feyzi Aslangil’e Mektuplar…” ile başlamıştı beraberliğimiz.  2014’te,  “Tanburi Cemil Bey’e Mektuplar” yollamıştık. 2015’te ,“Semt-i Nihavend”te  gezinmiştik misafirlerimizle birlikte… Geçen yılki  “sohbet ve dinleti”de  ise, “Hicazdır aslında Ferah Kahvesi” fikriyle tanıştırmıştık sanatseverleri.

 

Bu yılki dinleti özel bir akşama rastladı; Çünkü 25 Mayıs,

Yazının Devamını Oku

19 Mayıs Neden Kutlanır ?

19 Mayıs 2017
Bu “aksi tesadüfler”in, hiç “dinî bayramlarımız”a rastlamıyor olması şeklindeki lotarya ve Devlet büyüklerimizin, “kronik sağlık sorunları” sebebiyle katılamadıkları törenler bir yana; “özellikle millî bayramlarımız”ın, zaman zaman, Valilikler eliyle, kutlanması yasaklanabiliyor. Adı üstünde; “Bayram…”

Ortalama bir gerekçenin; “…etkinliklerin ülkemizin bulunduğu şartlar,  provokatif eylem ve olayların meydana gelebileceği, etkinliklere katılacaklar dahil, halkın huzur, güven ve esenliğinin kamu güvenlik ve düzeninin bozulmasına ve toplumda panik oluşmasına sebebiyet verebileceği gerekçeleriyle uygun görülmediği...” şeklinde kaleme alındığını izliyoruz. Ne kadar yuvarlak cümleler ! Bu provokatif ihtimaller, vatandaşın sokağa döküldüğü “sair günler”de uç vermiyor da nedense; hep millî bayramlarda gündeme geliyor.

 

İnanıyorum ki, “bir gün” gelecek ve bu kutlamaların, “neden her şart altında yapılması gerektiği”ne ilişkin daha önce yazdığım yazıları, tekrar tekrar “arşiv”den çıkartmak zorunda kalmayacağım. 2014 yılında yazdığım yazıyı, bugün “kes-yapıştır”; hiç yadırganmıyor. Ne hazin ! O halde tekrar soralım ve tekrar verelim cevabını: “19 Mayıs, neden kutlanır ?”

 

Hırçın bir lâciverdin hoyratlığında, o iskelenin “vefâsı” kutlanır evvelâ...

Bayram dediğin, bir geminin bacasında “duman”dır!

“Aslı, esası, derûnu ateştir”; o “ateş” kutlanır...

“Dağların başını almış”

Yazının Devamını Oku

Cız bız şiirler...

15 Mayıs 2017
2010’da, ilk şiiri kitabı “Orta Yaş Mızırtıları”nda, “…Her gün Bir başka güzel olmayı başaran Emeğin adı Belgin’e” yazıyordu.

“Hınzır Kaygılar” ile 2013’te buluştuk; aynı yerde, “…Bana laik ve uygar bir insan olabilmenin kapılarını açan: Sanat adına borçlu olduğum her şeyin kaynağı olan iki insana: Annem’e ve Babam’a” cümlesine yer verilmişti. “İşte Böyle Hanım Kızım”a düşülmüş benzer not ise, “…Ailemizin en küçük hanım kızı Torunum Lila Nova Tuncay’a Bu dizelerin tadını çıkaracağı yaşları birlikte paylaşmak rüyasıyla…” diye kaleme alınmış. Adresler gayet açık, tanımlı, hoş, kırılgan, “burun direği sızlatan” cinsten.

 

İşte bu cümlelerden farklı olarak; raflara bu yılın Ocak ayında çıkan son kitabın iç kapağındaki, (fazladan yazılmış) “genel ithâfı” görünce, kaç yaşında olursa olsun, insanın hemen üstüne alınası geliyor. Çünkü, “…Ununu Eleyip Eleğini Asmayanlara” demiş Murat Hocamız; başka bir sayfada, göstere göstere… Böyle şeyleri, durup dururken, lâf olsun diye yapmayacağını bildiğimiz için, yeni şiirleri bir başka gözle okuyacağız.

 

Geçtiğimiz Perşembe akşamı, MÜZİKSEV’in butik salonunda, son kitabının imza saatinin ardından, “Hınzır Kaygılar” ve “İşte Böyle Hanım Kızım”dan alınmış şiirlerden ve bestelenen “Lied”lerden oluşan bir “İkisi Bir Arada” programı vardı. Bir “Ustalar buluşması” gibiydi ışıkların altı. Altuğ Dilmaç, Alparslan Mater, Hülya Savaş, Gürol Tonbul, İbrahim Raci Öksüz ve Şairin kendisi, şiirleri okudular. Piyanoya Ahmet Kâhyaoğlu geçmişti, Sibel Efendiev Viyolonsel’deydi… Bu buluşmanın, (elinin değdiği belli olacak kadar farklı bir kıpırtıyla) “sahneye koyma” işini Gürol Tonbul üstlenmişti. Lied’leri de, Altuğ Dilmaç seslendirdi.  Akşamın ruhunu burada târif ve şiirlerini “köşe”ye sığdırmak mümkün değil elbette. Sayfaları çevirirken, “tadımlık” neler yapabileceğimize bir bakalım.  “…Ne güzel gülüyorsunuz… / Yüzünüzde fındık gülleri açıyor gülerken, Pembeli beyazlı, biliyor musunuz ?” dizeleriyle başlayan bir akşamın, hepsi, yeri ve zamanı gelince ateşlenen, “hüzün, ironi ve hiciv”den müteşekkil  “sansürsüz lezzet katsayısı”nı varın siz hesap edin… 

 

Prof. Dr. Murat Tuncay’ın şiirlerine şiir demek haksızlık olur...  Çünkü Hocamızın “Dramaturg” yönünü de anlatır dizeleri. “Ozan” muzipliğindeki buluşlarını yedeğine alır, üstüne “meddah” geleneğini de yelpazeler.             “…Orta malı da olmadım / Ortada da kalmadım hiç” deyişi bundandır; “…Kahkahalar gibi uçucudur / Çabuk unutulur sahneye çıkamayan oyuncular” serzenişi bundan. Yeri geldiğinde, “…Yanlış, neden bu kadar güçlü / Karanlık neden bu kadar koyu, bu kadar çok / Güneşin bile sönecek günü var da; Karanlığın ömrü neden yok?” kadar isyankâr, “…Devlet itibarı tepeden iner Kibardır, lâciverttir… /…’Allah İtibardan etmesin’ duası zaten, Karpuzların içi geçmeden, Eşekten düşmemesi içindir…” diyecek kadar ağzını korkak alıştırmayan…  Murat Hocamız, “…İşte böyle hanım kızım; İhtiyarlık karlı kış / Buzlu bir yokuştan iner gibi temkinli; Her adımda biraz daha unutarak her şeyi; Gidiyoruz uyanmasız bir uykuyu uyumaya…”  diyerek üşütür, “…Gelir yerleşir prensiplere /Bol piyazlı tövbeler..”  İle sorgulatır.  “…Eski şarkılar, yılkı atları gibi, / Görmüş geçirmiş bakıyor... / Bir şeyler buruluyor içimde, dinlediğimde / Güfte, yıkık caminin duvarı gibi perişân / Nağme, mihrap gibi duruyor, yerli yerinde...” diyerek dokundurur. Gecenin sonunu, “noktalı virgül” ile şöyle bağladı: “…Benim şiirler okul kitaplarına girmez. / Ne milli, ne dini, ne ahlâki… / Toplattırılmadığına göre / Ne siyasi, ne devrimci / Ne bir yerlerinden sakıncalı /…Ne bir besteye güfte olur bunlardan / Ne sevgiliye nâme… / Ama var ki içlerinde / İçimizi cızlatan bir şeyler / Sevdiriyor kendini bu cızbız şiirler / …Alınmasalar da okul kitaplarına / Başlarını sokacak kitap ta bulamasalar / Kimi sokakta, kimi evde kalsa / Kimi yapışsa bir derginin sayfasına; / Orada unutulsa / Bakarlar başlarının çaresine / Ben işte, sokak kedisi gibi, Doğurup duruyorum habire…”  Biz asıl cümlenin, “Orta yaş mızırtılarımız dinmeyecek elbette… Hınzır kaygılar dipte derinde... ‘İşte böyle hanım kızım’ dediğimde, ‘benden bu kadar. Gerisi sizin bileceğiniz iş’ anlamını çıkartmayın sakın ! ‘Muzır Neşriyat’ devam edecek…” demek olduğunu anladık.

Yazının Devamını Oku