“Yontulmuşlar ve yontulmamışlar” üstüne, geçenlerde yazdığım yazının daha mürekkebi kurumadan, bu iki “figür”, tâlihsiz ülkemin gündeminde yine karşı karşıya geldi. Buradaki “ironi ve kara mizah”, ben kendimi bildim bileli, eline geçirdiği çeşitli aletler ile heykellere saldıranların, “aklî dengesinin yerinde ve mevcut aklının da yeterli olmadığı”nın (standart bir şekilde) anlaşılmasıdır (?!) Bu durumdan bir vazife çıkarttım. “Kesici ve delici âletler” üstüne üretilmiş “Deyim ve Atasözleri” arasında küçük bir gezinti yaptım ve gördüm ki, “kazma, balta, nacak, orak, keser…” (hattâ bu yazıda konu edilmeyen, kılıç, bıçak, iğne, çuvaldız, mızrak…) gibi âletler için üretilmiş, türetilmiş, yakıştırılmış veya uydurulmuş, hemen hepsi kalıplaşmış ve insanımızı tasvir eden onlarca cümle var. Deyim ve Atasözü ayrımını ince ince dikkate almadan, bu insan tiplerini genelleyeceğim…
Meselâ, “Oldu olacak, kırıldı nacak…” kabullenişi; görünüşte, “olanlar oldu, iş işten geçti, yaşananlar geri dönülemeyecek bir hâl aldı. Artık bunu kabul etmek lâzım…” anlamında kullanılır. Oysa ve pekâlâ, herhangi birinin, “ana rahmine düşmesi tâlihsizliği”ni, yıllar sonra yâd etmeniz gerektiğinde de, bu deyimin sözel zenginliğine müracaat edip, meseleyi “ağzınızı hiç küfüre filân bulaştırmadan” hicvetme şansınız vardır.
“Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner…” iddiası, popüler kültür tarafından, son yıllarda, “bir gün hesabı sorulur, intikamı alınır…” hoyratlığı içinde bozuluma uğratılmış olmakla birlikte, aslında, “…kimi şeylerin, sürekli olarak tasarlandığı gibi olamayacağını, bir gün gelip tersinin de gerçekleşebileceği”ni anlatmak için sarf edilir. Ama siz niyete bakın ! Oysa ve pekâlâ, herhangi birinin, “beklenmeyen, yadırgatıcı, beceriksiz, seviyesiz ve hayal kırıklığı yaratan halleri”ni tarif için de bu deyime sarılabilir; hattâ kişinin döneklik hali yerince vahimse, kendisini buradan alıp, (-oradan oraya boş gezmekten kurtulamadı- anlamındaki) “bir baltaya sap olamadı…” deyiminin kollarına da bırakabilirsiniz. Böylece, bu durumdaki kişinin, “keserle sap arasında, belirsiz, kaypak, omurgasız ve dönüşümlü bir karakteri olduğu”nun altı da, kuvvetlice çizilmiş olur.
Bunun beraber, “Attan düşene yorgan döşek, eşekten düşene kazma kürek…” mukayesesine yüklenen anlam, birden çoktur. Ama yaygın olarak, “Attan düşenin, bu kazayı yaralanmakla atlatabileceği, eşekten düşenin ise ölüm tehlikesi bulunduğu” yakıştırması kullanılır.
Aslında bu çok ciddî bir taahhüttü. Yani, “lâyık olma, yaraşma, yaraşırlık, uygunluk, yeterlilik ve yetenek”, ücret için temeldi. Ve zaten bilinirdi ki, Murphy’nin altın kuralına göre, “Altını olan kuralı koyardı” ; üstelik, son yıllarda, dünya televizyonlarını kasıp kavuran fantastik bir TV dizisinde açık açık telâffuz edildiği gibi; “…zenginler, hiçbir zaman aldıklarından fazlasını vermedikleri için zengindi…” Fayda-maliyet ilişkisi, “sineğin yağı, narenciyenin posası…” gibi deyimlerle anlatılırdı.
Devlet hizmetinde ise, böyle bir tekdüzelik söz konusu değildi. “Almadan vermek Allah’a mahsustur…” samimiyetindeki “tutkulu”lar da çalışırdı, “yan gelip yatanlara, mesai dolduranlara, -bugün git yarın gel-ciler’e, yün örenlere…” filân da masa verilirdi. Özetle, hem “uzayıp kısalması beklenmeyen” bu topluluğa, hem de “verdiğinden fazlasını alanlar”a literatürde, “Devlet memuru” denirdi. Rahmetli Çetin Altan, bu çok renkli kalabalığı, “hazineden geçinmeliler” diye isimlendirerek, toplumdaki yaygın kanaati mecburî bir “gülümseme”ye çevirdiyse de, “performans, verimlilik, katma değer, inisiyatif, innovasyon” terazisinde devlet memurları, (hem alış hem de veriş bahsinde) kurulu düzen gereği hep birkaç adım geride kaldılar.
Devlette, bazı mevkiler ise külliyen “liyâkat”a bağlanmıştı ve bu kadrolara, takdim edilirken,
“mümtaz devlet memuru” etiketinin eklenmesi uygun görülmüştü. “Hariciyecilik, Valilik, Yüksek Yargı Üyeliği, hattâ ayağa düşmeden önce akademik ünvanlar, Rektörlük filân…” bu listenin en başında yer alırdı.
Ben, memur çocuğu bir
Eskimişti anlaşılan; tavsamıştı habercilerin gözünde…
Aynı sitelerdeki 1. haberin manşeti ise,
(bir önceki ve daha önceki gün de, zaten aynı sıradan girmişti gündeme)
“…İşte ayrılığın perde arkası” diye atılmıştı.
“Kimse kendisini gönder(e)mezdi, o da ‘herhangi biriymiş gibi’ istifa etmezdi zaten;
olsa olsa
“İlk anda hatırlayamadığımı” düşündüğüm bir hanım sesi.
“Samimi, teklifsiz ve 40 yıllık tanış” tonlamasıyla konuşuyor:
“Nihat Bey merhaba…”
“Selamlamaya zar zor karşılık vermeye çalışırken…” ikinci salvo geliyor; “Nasılsınız ?”
“Nezaketsizliğin anlamı yok; tanıyamadın işte…” diye kendime kızıyorum.
Bir yandan, zihnimdeki bütün dosyaları tararken,
diğer yandan cevap yetiştirmeye çalışıyorum;
“Teşekkür ederim Siz nasılsınız ? Kiminle görüşüyorum Efendim ?”
Reklamın iyisi kötüsü olmazmış ! (Bazıları öyle diyorlar…)
Buna rağmen, son günlerin “tık”lanma rekorlarına ayar veren gündem içinde,
“Sinyor”un kebapçı ziyareti üst sıralara yükselince,
“Uzakgiller”i bir telâş aldı…
“Mühim kalem”ler, “
“…Alaçatı, Cibes’tir, Şevketibostan’dır.
Radika, turpotu, ısırgan…
Biraz “hafif” geçiştirildi sanki… Ben, “hafif” buldum. Bana “hafif” geldi. Bu kadar göz göre göre, gözümüze baka baka, göz var iz’an var dedirtecek kadar gözünden uydurmaya ve bu kadar “hafif”liğe gerek var mıydı ? Sonunda anladım ki, “necip medyamız”ın, “destan” konusunda ciddî bir malûmat eksiği var ve ancak bu kadarını becerebiliyor. Durumdan vazife çıkartıp (bu köşeye sığabilecek kadar) küçük bir test hazırladım. Sorular şöyle:
(1) Çocuklarını büyüten yetişkinlerin, onları sallayıp sallayıp uyuturken, ağladıklarında avuturken, bazen de kandırmak için, belli bir ezgiyle söyledikleri (manzum veya mensur sözlerden oluşan) ninnilerimizden, “Dandini dandini dastana / Danalar girmiş …………’a” diye başlayan ninninin ikinci dizesinde boş bırakılan yere, aşağıdaki sözcüklerden hangisi gelmelidir ?
(a) FİSTAN (b) MESTAN (c) BOSTAN (d) DESTAN
(2) “Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; / korkak/ cesur/ câhil/ hakîm ve çocukturlar/ ve kahreden/ yaratan ki onlardır / destânımızda yalnız onların mâceraları vardır….” diye başlayan “Kuvayi Milliye Destanı”, aşağıdaki şairlerimizden hangisine aittir ?
(a)
Öldüğü zaman, bir Usta, köşe yazısında,
arkasından şöyle bir not düşmüştü tarihe:
“…Asık suratlı, gayri ciddî insanların ülkesinde, güler yüzlü, ciddî bir adamdı…”
Her türlü spekülasyondan uzak durarak
ve sadece “hayretimin altını bir daha çizmek üzere” müracaat ediyor bile olsam,
bu tespiti hatırlatmak zorunda kaldığım içim, hayli mahcup oluyorum aslında.
“…Karabağlar Belediyesi, Uzundere Rekreasyon Alanı’na, Nasreddin Hoca’nın, meşhur fıkrasında olduğu gibi, kucağındaki bakraçtan göle maya çalmasını tasvir eden heykelini dikecek(miş); Buca – Tıngır Tepe’deki, (hayatında –bugün icra edilen haliyle- hiç semâ yapmamış olan Hz. Pîr’in, semâ yaparken tasvir edildiği) Hz. Mevlânâ heykeli yetmedi anlaşılan... / …Hemen altını çizelim; ‘Ne Hz. Mevlânâ ile bir alıp veremediğim var, ne de Hoca Nasreddin’le...’ Heykel sanatına hayran, heykeltıraşlara büyük saygısı olan, İnce mizaha tutkulu, üstelik anne tarafı Mevlevî olan bir adamım. Ayrıca, İzmir’de çok az heykel olduğunu düşünen ‘tuhaf ve marjinaller’ arasında da ön saflarda dururum…” demiştim. Hoca Nasreddin misâli, “inanmayanlar, eski yazıya baksınlar…”
Aslında İzmir’in bir heykel (TDK’nın eş anlamlı sunumuyla, “yontu”) merakı var; var olmasına da, tam olarak ne yapacağını bilemiyor işte ! Memleketin neresinde, “yontulmuşlar adına bir kriz çıksa”, ilk salvo, İzmir’deki “seçilmişler”den geliyor meselâ… Hatırlayın; Ankara’da içine “tükürülen sanat”ı şehrimize dâvet etmiş, Kars’ta “ucube diye parçalanan yontu”ya da hemen ertesi gün tâlip olmuştu bu “seçilmişler”. Bitmedi; Kentimizdeki güncel ve devam eden sıcak spekülasyonlar arasında, “yıkıp yenisini yapma tartışmaları”na konu olan Karşıyaka’daki (anıtsal) yontu ile başı Yunus Emre’yi, bedeni Anaksagoras’ı yansıttığı söylenen Urla’daki yeni yontunun bulunduğunu da unutmayalım.
Kentli’nin (seçilmişler, kanaat önderleri, seçmen, sanatçılar, gazeteciler ve daha kimler varsa) “yontu sanatı”lar hakkında, aynı kanıyı paylaşmıyor olması, aslında çok doğal. Doğruyu, böyle böyle bulacağız umudunu korumak lâzım. Hem, malûm; “…Hocam, niye insanların bir kısmı o yana, bir kısmı bu yana gider ?” diye sorduklarında, “…Hepsi aynı yöne gitse dünyanın dengesi bozulur…” dememiş mi Nasreddin ?
Ben izninizle, konuya başka bir cepheden yaklaşacağım. Bence, “