Nihat Demirkol

Tramvay Projesi, “pahalı bir kent mobilyası”dır…

14 Ağustos 2017
Hani Facebook soruyor ya, mütemadiyen ; “ne düşünüyorsun ?” diye.

 

Ve pek çoğumuz, nezaketimizden, “asıl düşündüğümüzü,

kullanmak istediğimiz -ağız dolusu ve okkalı- sözcüklerle” anlatamıyoruz ya ?

Bu sefer tersini yapmaya karar verdim.

Eski bir dostun, “şunu düşünüyorum” cümlesinden yola çıktım.

 

“Trafik, bu kadar mı rezil edilebilir ?

Bu kadar mı yavaş ve laubali çalışılabilir ?

Yazının Devamını Oku

Ankara Atatürk Lisesi…

11 Ağustos 2017
Hayır; “Hürriyet EGE”deki bu başlık yanlış değil !

 

Çünkü bu başlığı farklı kılan,

İçindeki “şehir” vurgusu,

ya da bir “orta öğretim” kurumu olduğunu anlatma niyeti değil.

Adını “Atatürk”ten alan okulların,

“bağımsızlık karakterimdir…” diyen ayrıcalıklı  hallerini

anlatmak için kaleme alındı...

 

Yazının Devamını Oku

Yerel yönetimde tencere – kapak buluşması

7 Ağustos 2017
GREVLER dahil bu kentte “ıslak – kuru” hiç bir krizin iyi yönetilebildiğini düşünmüyorum!


Körfez’de, su yolunun bu kadar kısır kullanılmasına anlam veremiyorum.
Tramvay seçeneğinin hâlâ hoş bir kent mobilyası ayrıntısından ve Eskişehir özentisinden öteye geçemeyeceği kanaatindeyim.
Bu kentte bilinçli veya bilinçsiz sanatın ve sanatçının bu kadar değersiz kılınmasını içime sindiremiyorum.
Sporun (masa tenisi ve buz patenindeki göstermelik çalımlar dahil) yerel yönetimlerin “umurunda olmamasını ayıplıyorum.
İzmir’in hiçbir şey için politika üretememesine içerliyorum.
Bu kültürel altyapının vizyon sahibi (yeterince) yerel yönetici yetiştirememesini yadırgıyorum.

Yazının Devamını Oku

Kazma, Balta, Nacak, Orak, Keser, Tahra…

5 Ağustos 2017
Bunların hepsi, aslında ülkemizdeki insan tipleridir ! Böyle olduğu içindir ki, “halk kültürü”nde demlenmiş bazı deyim ve atasözleri, “bazı insanlar”ın kimliğine provasız oturur… 

“Yontulmuşlar ve yontulmamışlar” üstüne, geçenlerde yazdığım yazının daha mürekkebi kurumadan, bu iki “figür”, tâlihsiz ülkemin gündeminde yine karşı karşıya geldi. Buradaki “ironi ve kara mizah”, ben kendimi bildim bileli, eline geçirdiği çeşitli aletler ile heykellere saldıranların, “aklî dengesinin yerinde ve mevcut aklının da yeterli olmadığı”nın (standart bir şekilde) anlaşılmasıdır (?!) Bu durumdan bir vazife çıkarttım. “Kesici ve delici âletler” üstüne üretilmiş “Deyim ve Atasözleri” arasında küçük bir gezinti yaptım ve gördüm ki, “kazma, balta, nacak, orak, keser…” (hattâ bu yazıda konu edilmeyen, kılıç, bıçak, iğne, çuvaldız, mızrak…) gibi âletler için üretilmiş, türetilmiş, yakıştırılmış veya uydurulmuş, hemen hepsi kalıplaşmış ve insanımızı tasvir eden  onlarca cümle var. Deyim ve Atasözü ayrımını ince ince dikkate almadan, bu insan tiplerini genelleyeceğim…

 

Meselâ, “Oldu olacak, kırıldı nacak…” kabullenişi; görünüşte, “olanlar oldu, iş işten geçti, yaşananlar geri dönülemeyecek bir hâl aldı. Artık bunu kabul etmek lâzım…” anlamında kullanılır. Oysa ve pekâlâ, herhangi birinin, “ana rahmine düşmesi tâlihsizliği”ni, yıllar sonra yâd etmeniz gerektiğinde de, bu deyimin sözel zenginliğine müracaat edip,  meseleyi “ağzınızı hiç küfüre filân bulaştırmadan” hicvetme şansınız vardır.

 

“Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner…” iddiası, popüler kültür tarafından, son yıllarda, “bir gün hesabı sorulur, intikamı alınır…” hoyratlığı içinde bozuluma uğratılmış olmakla birlikte, aslında, “…kimi şeylerin, sürekli olarak tasarlandığı gibi olamayacağını, bir gün gelip tersinin de gerçekleşebileceği”ni anlatmak için sarf edilir. Ama siz niyete bakın ! Oysa ve pekâlâ, herhangi birinin, “beklenmeyen, yadırgatıcı, beceriksiz, seviyesiz ve hayal kırıklığı yaratan halleri”ni tarif için de bu deyime sarılabilir; hattâ kişinin döneklik hali yerince vahimse,  kendisini buradan alıp, (-oradan oraya boş gezmekten kurtulamadı- anlamındaki) “bir baltaya sap olamadı…” deyiminin kollarına da bırakabilirsiniz. Böylece, bu durumdaki kişinin, “keserle sap arasında, belirsiz, kaypak, omurgasız ve dönüşümlü bir karakteri olduğu”nun altı da, kuvvetlice çizilmiş olur.

 

Bunun beraber, “Attan düşene yorgan döşek, eşekten düşene kazma kürek…” mukayesesine yüklenen anlam, birden çoktur. Ama yaygın olarak, “Attan düşenin, bu kazayı yaralanmakla atlatabileceği, eşekten düşenin ise ölüm tehlikesi bulunduğu” yakıştırması kullanılır.

 

Yazının Devamını Oku

“Fasulyeciyan” tiradından; “zaten liyâkat dediğin nedir ki ?”

31 Temmuz 2017
Özel sektörün serpildiği ve iş ilânlarının gazetelerde “zafer haftası yaparak” kapalı gişe oynadığı yıllarda, “cüzdan meselelerini yuvarlak cümlelerle geçiştiren tarifler”, hem fazla bir şey söylemeden ip ucu verebilmek, hem de, gerektiğinde (olmayan) kurumsal çizgilerin dışına rahatça çıkıp kıvırabilmek için, şöyle kaleme alınırdı: “…Ücret liyâkata göre belirlenecektir”.

Aslında bu çok ciddî bir taahhüttü. Yani, “lâyık olma, yaraşma, yaraşırlık, uygunluk, yeterlilik ve yetenek”, ücret için temeldi. Ve zaten bilinirdi ki, Murphy’nin altın kuralına göre, “Altını olan kuralı koyardı” ; üstelik, son yıllarda, dünya televizyonlarını kasıp kavuran fantastik bir TV dizisinde açık açık telâffuz edildiği gibi; “…zenginler, hiçbir zaman aldıklarından fazlasını vermedikleri için zengindi…” Fayda-maliyet ilişkisi, “sineğin yağı, narenciyenin posası…” gibi deyimlerle anlatılırdı.

 

Devlet hizmetinde ise, böyle bir tekdüzelik söz konusu değildi. “Almadan vermek Allah’a mahsustur…” samimiyetindeki “tutkulu”lar da çalışırdı, “yan gelip yatanlara, mesai dolduranlara, -bugün git yarın gel-ciler’e, yün örenlere…” filân da masa verilirdi. Özetle, hem “uzayıp kısalması beklenmeyen” bu topluluğa, hem de “verdiğinden fazlasını alanlar”a literatürde, “Devlet memuru” denirdi. Rahmetli Çetin Altan, bu çok renkli kalabalığı, “hazineden geçinmeliler” diye isimlendirerek, toplumdaki yaygın kanaati mecburî bir “gülümseme”ye çevirdiyse de, “performans, verimlilik, katma değer, inisiyatif, innovasyon” terazisinde devlet memurları, (hem alış hem de veriş bahsinde) kurulu düzen gereği hep birkaç adım geride kaldılar.

 

Devlette, bazı mevkiler ise külliyen “liyâkat”a bağlanmıştı ve bu kadrolara, takdim edilirken,

“mümtaz devlet memuru” etiketinin eklenmesi uygun görülmüştü. “Hariciyecilik, Valilik, Yüksek Yargı Üyeliği, hattâ ayağa düşmeden önce akademik ünvanlar, Rektörlük filân…” bu listenin en başında yer alırdı.

 

Ben, memur çocuğu bir

Yazının Devamını Oku

“Yangın olur biz yangına gideriz” gazeteciliği…

28 Temmuz 2017
Bu satırların yazıldığı saatlerde; “Bayındır’da 2 gündür süren yangın”,“gazetelerin web sayfaları”nda 9. sıradaydı. (Hiç ilk sıraya yükselememişti zaten).

 

Eskimişti anlaşılan; tavsamıştı habercilerin gözünde…

 

Aynı sitelerdeki 1. haberin manşeti ise,

(bir önceki ve daha önceki gün de, zaten aynı sıradan girmişti gündeme)

“…İşte ayrılığın perde arkası” diye atılmıştı.

“Kimse kendisini gönder(e)mezdi, o da ‘herhangi biriymiş gibi’ istifa etmezdi zaten;

olsa olsa

Yazının Devamını Oku

“Nihat Bey Merhaba…”

24 Temmuz 2017
Cep telefonum çalıyor. Açıyorum.

“İlk anda hatırlayamadığımı” düşündüğüm bir hanım sesi.

“Samimi, teklifsiz ve 40 yıllık tanış” tonlamasıyla konuşuyor:

“Nihat Bey merhaba…”

“Selamlamaya zar zor karşılık vermeye çalışırken…” ikinci salvo geliyor; “Nasılsınız ?”

“Nezaketsizliğin anlamı yok; tanıyamadın işte…” diye kendime kızıyorum.

Bir yandan, zihnimdeki bütün dosyaları tararken,

diğer yandan cevap yetiştirmeye çalışıyorum;

“Teşekkür ederim Siz nasılsınız ? Kiminle görüşüyorum Efendim ?”

Yazının Devamını Oku

Alaçatı niyetine, “karmakarışık” bir yazı…

21 Temmuz 2017
“Alaçatı”nın, “yükselen kötü şöhreti”ne bir yenisini daha eklendi; ne gam ?

Reklamın iyisi kötüsü olmazmış ! (Bazıları öyle diyorlar…)

Buna rağmen, son günlerin “tık”lanma rekorlarına ayar veren gündem içinde,

“Sinyor”un kebapçı ziyareti üst sıralara yükselince,

“Uzakgiller”i bir telâş aldı…

 

“Mühim kalem”ler, “

“…Alaçatı, Cibes’tir, Şevketibostan’dır.

Radika, turpotu, ısırgan…

Yazının Devamını Oku