Başı sonu birbirine karıştı; altı ve üstü yer değiştirdi… Nihayet, bir ara kontrbasları bile baş aşağı ettiler. Aslında mesaj, çok daha öncesinden verilmiş; başka yerde gizliymiş de bizim haberimiz yokmuş. “Okumaya tersinden, en sondan başlayın” demek istiyormuş, sanatçılar… Çünkü konser kitapçığında, "L'Orchestre de Contrebasses" (Kontrabas Orkestrası) için ayrılmış, 3 sayfalık tanıtım yazısının “en son cümlesi”ne sokuşturulmuş meselenin ana fikri: “-Konserlerine- gitmemeyi seçebilirsiniz; ancak bu, hayatınızı değiştirecek bir şeyi geri çevirmekle eşdeğerdir…”
Konseri izlemeden önce, “cesarete bak sen…” denilebilecek bu iddia, konserden çıkarken, “ama gerçek payı da yok değil” sıradanlığına dönüşüverdi. İşte tam bu noktada, “insanlar nelerle uğraşıyor, bizim ilkel ve zavallı gündemimizde neler var ?” hayretiyle kamaştı gözlerimiz. Bu farklı parlaklığa alıştığımızda, “inovasyon”un, “fayda üreten yenilik” tanımıyla, “göz göze” kalıverdik. Konseri yazmaya niyetlenip, üstüne kontrbas ve “fayda üreten yenilik” kalıbını aynı cümle içinde kullanınca, beni yıllardır tebessüm ettiren bir yakıştırmayı da paylaşmadan geçmemeliyim diye düşündüm.
Fıkra bu ya, hani… Bir transatlantik batmış okyanusun orta yerinde. Denize düşenler arasında, gemideki orkestranın elemanları da var. Ve herkes gibi, yardım gelene kadar, suyun üstünde kalmalarını sağlayacak bir şeyler arayışındalar. Orkestradaki kontrbas sanatçısı, kontrbasın kutusunu sal gibi kullanarak yaklaşmış piyaniste; “yavaşça tutun bana” demiş, “ama sakın üstüne çıkmaya kalkma. İkimizi birden taşımaz…” Piyanist, usulca kontrbas kutusunun ucundan tutmuş ama, kıkır kıkır da gülüyormuş bir yandan. Kontrbasçı sinirlenmiş; “halimizde gülecek bir şey göremiyorum; bu daha bizi ne kadar taşır sanıyorsun ?” Piyanist özür dilemiş. “Babam uzun yol kaptanıydı” diye açıklamış; “piyano çalmamı hiç istemezdi; sebebini şimdi anlıyorum…”
Yaylı sazlar ailesinin en cüsseli üyesiyle, 1981’den beri “başka şeyler” yapmayı başaran, Christian Gentet, Gregoire Dubruel, Leonardo Teruggi, Xavier Lugué, Olivier Moret ve Yves Torchinsky’den oluşan Grup, 31. Festival’in AASSM’deki finalinde festivali kapatsa da, zihnimizde farklı kapıların tokmağını çevirip, nice kapıları açık bırakıp gitti…
“Birnam Ormanı yürümeye başlamadan ona bir zarar gelmeyeceği”ni söylerler.
Nitekim, “ağaç dalları, kamuflaj için kullanılınca”, yürümüş olur orman.
Böylece, “yenileceği günün son kehaneti” de doğrulanır;
Macduff, Macbeth’i öldürür ve zalimlerin hükümdarlığı sona erer.
Oyundaki, “ormanın yürümesi” sembolizmasından,
ilk izlediğimden beri çok etkilenmişimdir.
Yeri gelip de,
2015 Ağustos’unda, “T.C. Bregenz Başkonsolosumuz Sayın Cemal Erbay”ı aramış ve kendilerinin ekibini birkaç saat içinde seferber etmesi sayesinde, “Bregenzerfestspiel” hakkında özenle derlenmiş bilgilere ulaşmış ve dikkatlerinize sunmuştum. Önce (özetle) o satırları hatırlayalım: “...28 bin nüfuslu Avusturya-Bregenz’de, toplam 12.500 koltuk kapasitesine sahip 9 mekân var. Göl kıyısındaki açık hava sahnesi, 7 bin kişilik... Festivalin yıllık bütçesi, 20 milyon Euro… / Reklam-tanıtıma harcanan para yaklaşık 1.1 milyon Euro ! Ziyaretçilerin yüzde 61’i Almanya’dan, yüzde 25’i Avusturya’dan, yüzde 10’u İsviçre’den, yüzde 4’ü diğer ülkelerden geliyor… /… Etkinlikleri, 2014’te toplam 263.733 kişi izlemiş. 2015 Festivali’nde 1.600 kişi görev almış. Festival en az 1.150 kişiye tam zamanlı iş yaratmış. İzlemeye gelenlerin yüzde 19’u 9 gece, yüzde 61’i 3 gece konaklamış. Yüzde 20’si hiç gecelememiş. Ziyaretçilerin günde bıraktığı (ortalama) kişi başı para, 203 Euro. Festivalin doğrudan yarattığı ekonomik etki, 160 - 174.2 milyon Euro. Yarattığı katma değer, 94.6 – 102.9 milyon Euro. Vergi gelirlerine sağladığı katkı, ortalama 20 milyon Euro. Festival için yapılan 1 Euro’luk yatırımın, 4 ila 5 Euro’luk bir getiri sağlamakta olduğu hesaplanmış…/ … Sadece ana gösteri için satışa sunulan ve tamamı satılan bilet sayısı 180.000 civarında...”
Hatırladığım kadarıyla, bu çarpıcı “sosyal ve ekonomik veriler”, İzmir ve Türkiye sathında pek kimsenin ilgisini çekmemişti de, bazılarının kaleminde ben alay konusu olmuştum… Haziran ayının başında, 31. Uluslararası İzmir Festivali’nin başladığı hafta, bu sefer de yerel (hattâ Ulusal) medyanın kayıtsızlığına içerlemiş ve “…bu sene de becerebilirsem, ‘İzmir’in perişan halleriyle mukayese ettiğim Bregenz Festivali’nin, medya ilişkileri öyküsü’nü köşeme taşıyacağım; ibret-i âlem için…” diye bir söz vermiştim.
Artık yüzümüzü kızartmaya alıştık ya, Sayın Başkonsolos’un kapısına dayandım yine; mail ortamında, bu kez de “vatana hizmet tertibi”nden, başka veriler rica ettim. Ve yine sevinerek gördüm ki, “Hariciyemiz’in Aziz Cumhuriyet’e katkısı”; “vergilerimizle ayakta duran Devlet radyosu”nun, ekşimiş bültenlerinde bayramdan bayrama âvâzelenen, “…tüm yurtta, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde ve Dış Temsilciliklerimizde törenlerle kutlandı…” cümlesinden ibaret değildir. Kaldı ki, “Bregenz Başkonsolosluğumuz”un, kılı kırk yararak yönetilen web sitesi ile facebook sayfasındaki “özel gün ve gündemlere ilişkin” konuşma metinlerinden, “katma değerin rengi ve niteliği hakkında” hayli fikir edinilebiliyor insan. Ziyaret etmenizi öneririm.
Bregenz Başkonsolosluğumuz çalışanlarından Sayın Onur Kaderoğlu’nun (bir anlamda Hürriyet okurları için özel olarak) derlediği güncel bilgileri (yine özetle) aşağıda sizlerle paylaşacağım. Aynı sorulara, 2016 sonu rakamlarıyla 4 milyon 223 bin 545 nüfuslu (neredeyse gazetesiz, TV’siz, ve sadece mütevazı birkaç radyosu bulunan…) İzmir ve yerel medyası adına, “kalbiniz sıkışmadan” verebileceğiniz yanıtları merakla bekliyor olacağım.
Önce satır aralarında, “Köln, Varşova ve Vancouver’daki piyano eğitimi, 4 kıta ve 40 ülkede performans sergilemiş olması, CD ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde gerçekleşen radyo - televizyon kayıtları, 6 farklı uluslararası piyano yarışmasının jüri üyeliğine davet edilmesi, piyano ve orkestra için bestelenmiş eserlerin yanı sıra oda müziği ve cazın seçkin örneklerini de icra etmesi, Uluslararası Chopin Piyano Yarışması için Polonya kamu televizyonuna yaptığı yorumların kazandırdığı popülerite” gibi ayrıntıları yakalıyorsunuz.
Daha sonra Pawel Kowalski için müzikteki kanaat önderlerinin seçerek kullandıkları, “Çok iyi bir icracı, çok yetenekli bir piyanist, son derece akıllı bir müzisyen, mükemmel bir tekniğe sahip, klavyede usta, hâfızası mükemmel, iletişim yeteneği zengin, çağımızın en iyi piyanistlerinden biri” şeklinde uçuşan sözcük, sıfat ve betimlemelerle zihninizde açılan parantezin içi dolmaya başlıyor. İster istemez daha iki gece önce dinlediğiniz “Doğaçlamanın Peygamberi”yle (mukayese olmasa da) yan yana getiriyorsunuz. Benim hesabıma, “Teknik mi, ruh mu?” sorusundan ‘ruh’ galip çıkıyor.
Bir makine düzeni içinde işleyen parmakların müziğin kozasını çatlatan dokunuşlarına şahit oldukça ‘çok yönlü’ ifadesine kafanızın içinde başka biçemler ekliyorsunuz. Derken, (17’nci Yüzyıl’da yaşamış) bir başka Polonyalı gelip oturuyor yanınızdaki koltuğa... Kim mi? Klâsik Türk Mûsikîmizin ünlü bestekârı, santûrî, müzikolog ve (kendi icat ettiği nota sistemi ile yazmış olduğu ve orijinali Londra’da British Library’de saklanan, Şark’ın en eski müzik mecmuası olarak bilinen) “Mecmua - i Sâz - ü Söz” adlı nota ve güfte mecmuasının müellifi, Kitâb - ı Mukaddes’i Türkçe’ye ilk çeviren mütercim... Biz onu Ali Ufkî Bey diye tanıyoruz ama asıl adı Wojciech Bobowski...
Ara verildiğinde, ‘çok yönlü’ ifadesini beğenmediğini imâ ediyor. “Böyle adamlara eskiden ‘Bolahenk’ denirdi” diye iç geçirip, “-Rönesans insanı- yani... Siz bugün ucuzlatıp ‘entelektüel’ diyorsunuz” diye de düzeltiyor. Kowalski, Chopin’in ünlü “Polonez”iyle teşekkür edip ayrılırken sahneden, Ali Ufkî Bey, “Yazınızı okudum” diyor, Hüseyin Sermet’i kast ederek... “-Taburesini yerine koyan piyanist görmemiştim- diye yazmışsınız. Böyle, ‘ikide bir cebinden taze bir mendil çıkartıp, itinâ ile katlarını açtıktan sonra, tuşların tozunu alan’ına rastlamış mıydınız?”
Çıkışta merdivenlerden birlikte iniyoruz. Dili biraz ağdalı ama, Ali Ufkî Bey konuşkan: “Dün de aliyy - ül âlâ bir gece yaşadık” diyor yürürken... “Kâr, Beste, Ağır ve Yürük Semaî... Bu hazineyi bilmeyenlere işte böyle izâhat lâzım. ‘Klâsik Tören Besteciliği’ diye bir lâkırdı edildi, kim işitmiştir bu târifiyle derûnunu?” diye kocaman açıyor gözlerini... Sözü Dede Efendi ve III. Selim’e getirip, makam terkip edenlerin yâd edilmesi ne kadirşinaslık” derken ise heyecanlanıyor.
“Bizi, 14 ve 19’uncu Yüzyıl arasında dolaştırıp bugüne kavuşturan, yani Fasl - ı Atîk’ten Fasl - ı Cedîd’e taşıyan ders niteliğindeki bu emeğin AASSM ile kesişmesine ne dersiniz?” diye soruyorum. “Bu münakaşalar beni alâkadar etmez” diyor. “-Halil İbrahim Hoca- her şeyi fevkâlâde tanzim etmiş. Lâkin, ‘mûsıkîsimiz sazdan ziyade söz mûsıkîsi zannedilir. Esasında (insan) ses(i) mûsıkîsidir’ mütâlâasını uzun uzun fikretmek lâzım kanaatindeyim.” Bu sefer, (eser adedi ve uyum konusunda alaturkacıların zaafı olduğunu düşündüğüm için) ben cesaretleniyorum, “Efendim, -repertuvar hazırlamanın nasıl zor ve ustalık isteyen bir iş olduğunu da görmeyi umuyorum- demiştim” diye üsteliyorum. “Açıkçası, tadındaydı, kararındaydı, zarifti, üstelik (birilerine yaranalım diye) asaletinden de taviz verilmemişti” diyorum. Ali Ufkî Bey, “Taksimlerle de hemen bütün sazların tavrını teşhis etme fırsatı bulduk” diye ekliyor ve devam ediyor: “Lisâna hususî bir merakım var malûmunuz. Güftelerin hayâl perdesine akseden tercümeleri de mûsıkîşinaslara pek faydalı oldu.” Sırayla fikrimizi söylemeyi sürdürüyoruz. Ben, “Birlikte yay çekme konusunda sanki daha iyiye gidiyoruz” diyorum, “Kudüm velveleleri mest etti” diyor. “Rast Nakış Beste ile Münir Bey’in Kârçe’si arasındaki terennüm benzerliği kaç kişinin dikkatini çekti acaba?” diye soruyorum, “-e- harfini hayli açık telâffuz ettiler” diye derinleştiriyor konuyu. “Ben” diyor, “Fasl - ı Atîk’ten de zevk ettim, fâsılayı müteakip ‘Def’ ilâve edildi, fark ettiniz mi? Vasilâki ile başladı, Tatyos ile hitâma erdi, arada gazel müstesnâ... Serhânende’nin meydandan geri geri çekilmesini de görmezden gelmeyin! Alaturka edep ve nezaket budur işte... Mevlevî meşreb olmasın sakın?” Tam, “Benim için pek hoş bir tesadüf oldu” diyecekken, gözden kaybediyorum Ali Ufkî Bey’i... “Radyo günlerine ve oda müziği geleneğimize götürdüler bizi” diyemeden... “-Festival gösterisi- dediğin böyle olur! Acaba İzmir Devlet Tiyatrosu’ndan kimse var mıydı ibret almak için?” diye soramadan... “-Gazel-deki Fuzulî seçiminin, ‘geleneksel mûsikîmizin incelmiş halleri’ndeki nefâseti hatırlatıp, bazı ‘sağırlar’a, ‘tencerenin yuvarlanan kısmıyla iletilmiş bir mesaj olduğu’nu yazımın sonuna taşıyacağımı” müjdeleyemeden... “Derdime vâkıf değil, cânân beni handân bilir / Hakkı vardır, şâd olanlar herkesi şâdân bilir / Söylesem te’siri yok, sussam gönül razı değil... / Çektiğim âlâmı, bir ben bir de Allâh’ım bilir.”
İyi bayramlar...
Öncelikle, Efes Büyük Tiyatro’nun, uzun zamandır ilk kez bu kadar dolu olduğunu gördük, sevindirici. “Viyana Oda Orkestrası”nın “gençler ile çeliklenmiş” sağlam gövdesi, tozun toprağın ve tarihin ortasında “frak, rugan ayakkabı” ritüelinden ödün vermeden karşımızdaydı. 50 kişi civarındaki sayılarıyla, alışılmıştan daha kalabalıktılar. “Büyükçe bir oda”da çalıştıkları anlaşılıyor. Program, Beethoven’in “Coriolan” üvertürü ile açıldı. “Usta işi”, bir yorum dinledik.
DOĞAÇLAMA, ÖZÜNDE “KENDİNE ÇALMAK”TIR
Müzik tarihçileri, Mozart’ın “1782 ile 1786 yılları arasında bestelediği 15 eserin birincisi” diye not düşüyorlar, “12 numaralı La Majör Piyano Konçertosu”nun kenarına... Bu ayrıntının devamında ise bu konçertoları, “öncelikle dehasıyla seslendirmek üzere bestelediği”ni öğreniyoruz. Bence “sihir” burada gizli! Çünkü Fazıl Say’ı yazmak zor! Çok zor! Bazen dinlemek bile zor! Sadece, “Mozart kendi için bestelemiş, Say kendine çaldı...” deyip yetinmek istiyorum. Bis için seçtiği “Kara Toprak” isimli bestesi, çevremizdeki, Mozart yorumunu izlerken soluksuz kalan yabancı sanatseverlere, “nedir bu? kimin bu?” sorularını sordurdu, hayranlıkla... Dünyaya, “Doğaçlama”yı, aslında olması gerektiği gibi, “hakikaten yaşayarak” yapan böyle bir sanatçı armağan edebilmiş olmak, ne ayrıcalık! Ben kendi adıma, yeni bestelerinin merakındayım...
KİMLER VARDI, KİMLER YOKTU?
20-21 ve 22 Haziran günleri, yani yarın, çarşamba ve perşembe akşamları saatler 21.00’i gösterdiğinde 29’undaki “Ruh İçin Bir Parti” ve 4 Temmuz’daki kapanışa takvimlenen “Kontrbasla Dans”ın arefesi gibi bir zirve yaşayacak İzmirli sanatseverler.
Viyana’dan antik tiyatroya
Yarın Efes Büyük Tiyatro’da (aslında yüksek profilli bir kemancı olan ve önemli opera şeflerinden biri sayılan) İsveçli (madalyalı) şef Ola Rudner yönetimindeki (71 yaşındaki) Viyana Oda Orkestrası, piyanosu başındaki Fazıl Say’a eşlik edecek. Bu iz bırakacak buluşmada sanatçılar iki bölüm halinde Beethoven, Mozart ve Mendelssohn seslendirecekler. Pek çok kişi ünlü piyanisti kendisine Beethoven Academy tarafından 2016’da verilen Beethovenpreis Ödülü’nü aldıktan sonra İzmir’de belki de ilk kez Beethoven yorumlarken dinleyecek. 8 bin 500 yıllık bir kent olmasına rağmen 85 yıllık binası bulunmayan ve bir haftadır eli yüreğinde sallanıp duran İzmir’de Efes konserleri büyüklerimize ayrıca dil çıkartıyor sanki...
Kâr-ı Müştereki merak edenler
21 Haziran’da festival geleneksel mekânına Halil İbrahim Yüksel yönetimindeki “Fasl-ı Atîk’ten Fasl-ı Cedîd’e” (eski fasıldan yenisine) programıyla dönecek ve Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde Ege Üniversitesi Devlet Türk Mûsikîsi Konservatuvarı Klâsik Türk Müziği Korosu’nu ağırlayacak. Topluluk, Abdülkâdir Merâgi’den Rakım Elkutlu’ya uzanan zengin bir repertuvarla ve iki bölüm halinde mûsikîmizin en temel icra biçemlerinden bir olan fasıl geleneğinin 14 - 19’uncu Yüzyıl arasındaki yolculuğunu resmetmeye çalışacak. Meraklısının pek sık dinleyemedikleri için kaçırmayacaklarını düşündüğüm “Rast Nakış Beste, Rast Kâr-ı Müşterek” gibi butik eserler seslendirilecek. Gecenin günümüzde gerçekleştirilen icra ile aslında olması gereken arasındaki farkı örneklemesi bakımından tam bir festival konseri olmaya aday bulunduğunun altını çizmeliyim. Bu arada, repertuvar hazırlamanın nasıl zor ve ustalık isteyen bir iş olduğunu da görmeyi umuyorum (?!)
Başbakanın da bestesi çalınacak
22 Haziran’da AASSM, Polonyalı bir piyaniste ev sahipliği yapacak. Paweł Kowalski’den ilk bölümde Mozart, Paderewski ve Chopin, aradan sonra Beethoven ve Scriabin dinleyeceğiz. Sanatçı hakkında Yehudi Menuhin’in şu değerlendirmesini okuduktan sonra heyecanlanıp meraklanmamak elde değil:
Pastane lezzetlerinin ötesine geçmeli, yeni yetme kaçamaklarından ibaret sanılmamalıdır.
Çünkü özünde“kent belleği, tesadüfî müzelerin mesai saati paylaşımlarından ve “Bizim çocukluğumuzda” tekerlemesinin sıradanlığından fazla bir şeydir.
“Eski amca ve teyzelerin isimlerini duraksamadan söyleyebilmek” değil, tedavüle son 10 senede girmiş kavramların kurnaz farkındalığı arkasına saklanıp, ucuzundan “zeytin havarisi” kesilmek değildir.
Kent ve yakın çevresinin pazarlanan hüznü yeterince pirim yapmazsa, oradan hemen “siyah-beyaz yazlık anıları”na zıplamak kolaycılığı da değildir.
Şarkının “Karantinalı Despina” kısmında alkış tutmak, oraya buraya şunun bunun adını verince kendini iş yaptı sanmak değildir.
Kent belleği eski yalı fotoğraflarını sosyal medyada paylaşıp iç geçirmek hiç değildir!
Sizin hatırlayabildikleriniz ve hatırlayabildikleriniz arasından da anlamlandırıp cümleye dökebildikleriniz yetmez!
Lâfı dolandırmadan belirtmek gerekirse, İtalyanca’da “Kilise Tarzı” demektir. Bir an için bazı kaynaklardaki “Rönesans tarzı ile Barok konçertosunu birbirinden ayırmak için geliştirildiği” yollu olumlanmamış açıklamaya itibar etmeyi denerseniz, “konçerto” için verilen “Yazıldığı enstrümanın teknik özelliklerini gösteren eser” tanımıyla burun buruna gelir ve “insan sesinin virtüözitesini çalgı topluluğuna kafa tutmak üzere kullanmak” fikrine yakın düşersiniz.
Sözlüklerdeki bu yaygın anlamı ile yetinirseniz “şarkının sadece vokal kısmı kastedilmiş” olur. Yok, zaman içinde zenginleştirilen bir diğer anlamının da, “şarkıdaki tüm enstrümanların çıkardığı sesleri ağızdan çıkartarak insan sesiyle taklit etmek” kabulünü de tarifinize sokuşturursanız; (ki, buna çok daha az rastlanıyor) bütün ihtişamıyla, şarkı söyleyenlerin, “kendilerini bir orkestraya dönüştürmeleri hâdisesi” düşer kısmetinize... İşte böyle sersemletici bir konser dinledik, 31’inci Uluslararası İzmir Festivali’nin, Çeşme Kalesi’ne adreslenmiş dördüncü buluşmasında. İKSEV’in konserin takdimi için kullandığı ve bir “şaman vurgusu”yla kalemden çıktığı hissi veren “Sesin Büyüsü” başlığı, İtalyan A Cappella beşlisi Alti & Bassi’nin performansına ancak bu kadar yakışabilirdi.
1994’te Milano’da kurulmuş olan ve Andrea Thomas Gambetti, Paolo Bellodi, Alberto Schirò, Diego Saltarella ile Filippo Tuccimei’den oluşan topluluk hakkında küçük bir web turuyla her şeyi öğrenebilirsiniz. Burada tekrara düşmek istemiyorum. Sadece, zaman içinde prestijli organizasyonlarda sahne almaya yoğunlaştıklarının, pek çok TV şovunda yer aldıklarının, sayısız reklam müziğinin sesi olduklarının, başta A Cappella festivalleri olmak üzere çeşitli uluslararası festivallere ısrarla davet edildiklerinin, dünya çapında A Cappella müziğine adanmış en önemli ödüllere aday gösterilerek onurlandırıldıklarının ve daha geçen yıl Los Angeles’taki Akademi Müzik Ödülleri’nde “La nave dei sogni” albümüyle “En İyi A Cappella şarkısı” ödülü aldıklarının altını çizelim yeter.
Samimi ve neşeliydiler. Müzikal anlamdaki rahatlık ve özgüvenlerine, yetersiz olduğunu düşündükleri İngilizceleri ile barışık espriler eklediler. Sinatra’dan Mina’ya, Bach’tan Verdi’ye pek çok iz bırakmış klâsiği, çizgi film müziklerini, hattâ çocuk şarkılarını kendi yorumları ile seslendirdiler. Grubun elemanlarından biri hakkında, “Bas - Filippo Tuccimei” için kendimce özel bir parantez açmak isterim. Sahne performansındaki “android” sükûneti, moda deyimiyle “cool”, fakat “gentleman” tavrı, sesiyle yarattığı “kontrbas tını”sı, nihayet kibar ve aristokrat duruşunu taçlandıran dokunaklı ses rengi ile sanatçının “başka” olduğunu mutlaka paylaşmalıyım.
Açık hava konserlerinin rekabetçi eşliği “ezan vakti”nde ortaya çıkar. Cuma gecesi akış, bu kesişmeyi önleyecek şekilde ayarlanmıştı. Ama ramazana has “selâ” ayrıntısı sanırım zamanlamayı bozdu biraz. Buna rağmen önceden “tembihli” oldukları için sanatçılar bu özel süreyi sahnede (seyircilerden daha fazla) saygı ve olgunlukla bekleyerek geçirdiler. Festivalin “Unutulmazlar”ı arasında yerini alan bu geceden bahsederken, (futbol ağzıyla) “hakem oyunun önüne geçsin” istemiyorum ama, kendimce uydurduğum bir “masal”ı yazının sonuna eklemeden bitirirsem; çatlayacağım...
“Bir varmış, bir yokmuş efendim... Görev yerinin özelliği sebebiyle çok iyi İngilizce konuşan Çeşme Müftüsü, İtalyan A Cappella Beşlisi’nin kaledeki konserini duyunca sanatçılara ‘Hoşgeldiniz’ demeye gelmiş ve provalarını izlemiş. ‘Teolog’ kimliğiyle, A Cappela’nın kendisini hep heyecanlandırdığını söylemiş. Konser arasına rastlayan ‘selâ’nın anlam ve önemi hakkında bilgi vermiş misafirlerimize... ‘Kilise ve cami tarzının buluşması üstüne’ epeyce bir sohbet etmişler. Ve demiş ki, ‘Ben de bu akşam İzmir’deki en güzel sesli, makâma en hâkim müezzinimizi davet ettim. Selâ’yı kale içindeki sahneye bakan minareden çıplak sesle okuyacak. Fırsatını bulmuşken biz de size en iyisini dinletelim istedim.’ Konseri de ön sıradan izlemiş. Gökten üç elma düşmüş vs. vs. vs.”