Nihat Demirkol

Medya’nın “destan” ile imtihanı…

17 Temmuz 2017
Son birkaç günün neşriyatı, tam bir “hayal kırıklığı…” Açık söyleyeyim, beni hiç tatmin etmedi; daha iyisi yapılmalıydı !

Biraz “hafif” geçiştirildi sanki… Ben, “hafif” buldum. Bana “hafif” geldi. Bu kadar göz göre göre, gözümüze baka baka, göz var iz’an var dedirtecek kadar gözünden uydurmaya ve bu kadar “hafif”liğe gerek var mıydı ?  Sonunda anladım ki, “necip medyamız”ın, “destan” konusunda ciddî bir malûmat eksiği var ve ancak bu kadarını becerebiliyor. Durumdan vazife çıkartıp (bu köşeye sığabilecek kadar) küçük bir test hazırladım. Sorular şöyle:

 

(1) Çocuklarını büyüten yetişkinlerin, onları sallayıp sallayıp uyuturken, ağladıklarında avuturken, bazen de kandırmak için, belli bir ezgiyle söyledikleri (manzum veya mensur sözlerden oluşan) ninnilerimizden, “Dandini dandini dastana / Danalar girmiş …………’a” diye başlayan ninninin ikinci dizesinde boş bırakılan yere, aşağıdaki sözcüklerden hangisi gelmelidir ?                      

(a) FİSTAN (b) MESTAN (c) BOSTAN (d) DESTAN

 

 

(2) “Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; / korkak/ cesur/ câhil/ hakîm ve çocukturlar/ ve kahreden/ yaratan ki onlardır / destânımızda yalnız onların mâceraları vardır….” diye başlayan “Kuvayi Milliye Destanı”, aşağıdaki şairlerimizden hangisine aittir ?

(a)

Yazının Devamını Oku

Gayri ciddî bir Memlekette, sayılar ve yüzdeler…

14 Temmuz 2017
Barış Manço rahmet istedi…

Öldüğü zaman, bir Usta, köşe yazısında,

arkasından şöyle bir not düşmüştü tarihe:

 “…Asık suratlı, gayri ciddî insanların ülkesinde, güler yüzlü, ciddî bir adamdı…”

 

Her türlü spekülasyondan uzak durarak

ve sadece “hayretimin altını bir daha çizmek üzere” müracaat ediyor bile olsam,

bu tespiti hatırlatmak zorunda kaldığım içim, hayli mahcup oluyorum aslında.

 

Yazının Devamını Oku

“Yontulmuş”lar üstüne bir yazıdır; “Seçilmişler” ile ilgisi yoktur !

10 Temmuz 2017
Temelinin atıldığı Mart 2013’ten, açılmasının plânlandığı Şubat 2014’e kadar sabırla bekleyip, aynı yılın Nisan ayında, “Seçilmişlerin İzmir’i çirkinleştirme özgürlüğü” diye bir yazı yazmıştım:

 

“…Karabağlar Belediyesi, Uzundere Rekreasyon Alanı’na, Nasreddin Hoca’nın, meşhur fıkrasında olduğu gibi, kucağındaki bakraçtan göle maya çalmasını tasvir eden heykelini dikecek(miş);  Buca – Tıngır Tepe’deki, (hayatında –bugün icra edilen haliyle- hiç semâ yapmamış olan Hz. Pîr’in, semâ yaparken tasvir edildiği) Hz. Mevlânâ heykeli yetmedi anlaşılan... / …Hemen altını çizelim; ‘Ne Hz. Mevlânâ ile bir alıp veremediğim var, ne de Hoca Nasreddin’le...’ Heykel sanatına hayran, heykeltıraşlara büyük saygısı olan, İnce mizaha tutkulu, üstelik anne tarafı Mevlevî olan bir adamım. Ayrıca, İzmir’de çok az heykel olduğunu düşünen ‘tuhaf ve marjinaller’ arasında da ön saflarda dururum…” demiştim. Hoca Nasreddin misâli, “inanmayanlar, eski yazıya baksınlar…”

 

Aslında İzmir’in bir heykel (TDK’nın eş anlamlı sunumuyla, “yontu”) merakı var; var olmasına da, tam olarak ne yapacağını bilemiyor işte ! Memleketin neresinde, “yontulmuşlar adına bir kriz çıksa”, ilk salvo, İzmir’deki “seçilmişler”den geliyor meselâ… Hatırlayın; Ankara’da içine “tükürülen sanat”ı şehrimize dâvet etmiş, Kars’ta “ucube diye parçalanan yontu”ya da hemen ertesi gün tâlip olmuştu bu “seçilmişler”.  Bitmedi; Kentimizdeki güncel ve devam eden sıcak spekülasyonlar arasında, “yıkıp yenisini yapma tartışmaları”na konu olan Karşıyaka’daki (anıtsal) yontu ile  başı Yunus Emre’yi, bedeni Anaksagoras’ı yansıttığı söylenen Urla’daki yeni yontunun bulunduğunu da unutmayalım.

 

Kentli’nin (seçilmişler, kanaat önderleri, seçmen, sanatçılar, gazeteciler ve daha kimler varsa) “yontu sanatı”lar hakkında, aynı kanıyı paylaşmıyor olması, aslında çok doğal. Doğruyu, böyle böyle bulacağız umudunu korumak lâzım. Hem, malûm; “…Hocam, niye  insanların bir kısmı o yana, bir kısmı bu yana gider ?” diye sorduklarında, “…Hepsi aynı yöne gitse dünyanın dengesi bozulur…” dememiş mi Nasreddin ?

 

Ben izninizle, konuya başka bir cepheden yaklaşacağım. Bence, “

Yazının Devamını Oku

“Festival”in finalinde, “sanatsal bir inovasyon…”

7 Temmuz 2017
Nereden bilelim ?  Biz, her zamanki gibi en başından başlamıştık yazılanları okumaya. Ama konserde, her şey tepetaklak oldu.

Başı sonu birbirine karıştı; altı ve üstü yer değiştirdi… Nihayet, bir ara kontrbasları bile baş aşağı ettiler. Aslında mesaj, çok daha öncesinden verilmiş;  başka yerde gizliymiş de bizim haberimiz yokmuş. “Okumaya tersinden, en sondan başlayın” demek istiyormuş, sanatçılar… Çünkü konser kitapçığında, "L'Orchestre de Contrebasses" (Kontrabas Orkestrası) için ayrılmış,  3 sayfalık tanıtım yazısının “en son cümlesi”ne sokuşturulmuş meselenin ana fikri: “-Konserlerine- gitmemeyi seçebilirsiniz; ancak bu, hayatınızı değiştirecek bir şeyi geri çevirmekle eşdeğerdir…”

 

Konseri izlemeden önce, “cesarete bak sen…” denilebilecek bu iddia, konserden çıkarken, “ama gerçek payı da yok değil” sıradanlığına dönüşüverdi.  İşte tam bu noktada, “insanlar nelerle uğraşıyor, bizim ilkel ve zavallı gündemimizde neler var ?” hayretiyle kamaştı gözlerimiz. Bu farklı parlaklığa alıştığımızda, “inovasyon”un, “fayda üreten yenilik” tanımıyla, “göz göze” kalıverdik. Konseri yazmaya niyetlenip, üstüne kontrbas ve “fayda üreten yenilik” kalıbını aynı cümle içinde kullanınca, beni yıllardır tebessüm ettiren bir yakıştırmayı da paylaşmadan geçmemeliyim diye düşündüm.  

 

Fıkra bu ya, hani… Bir transatlantik batmış okyanusun orta yerinde. Denize düşenler arasında, gemideki orkestranın elemanları da var. Ve herkes gibi, yardım gelene kadar, suyun üstünde kalmalarını sağlayacak bir şeyler arayışındalar. Orkestradaki kontrbas sanatçısı, kontrbasın kutusunu sal gibi kullanarak yaklaşmış piyaniste; “yavaşça tutun bana” demiş, “ama sakın üstüne çıkmaya kalkma. İkimizi birden taşımaz…” Piyanist, usulca kontrbas kutusunun ucundan tutmuş ama, kıkır kıkır da gülüyormuş bir yandan. Kontrbasçı sinirlenmiş; “halimizde gülecek bir şey göremiyorum; bu daha bizi ne kadar taşır sanıyorsun ?” Piyanist özür dilemiş. “Babam uzun yol kaptanıydı” diye açıklamış; “piyano çalmamı hiç istemezdi; sebebini şimdi anlıyorum…”

 

Yaylı sazlar ailesinin en cüsseli üyesiyle, 1981’den beri “başka şeyler” yapmayı başaran,  Christian Gentet, Gregoire Dubruel, Leonardo Teruggi, Xavier Lugué, Olivier Moret ve Yves Torchinsky’den oluşan Grup, 31. Festival’in AASSM’deki finalinde festivali kapatsa da, zihnimizde farklı kapıların tokmağını çevirip, nice kapıları açık bırakıp gitti…

 

Yazının Devamını Oku

Ya “konuşursa” ağaçlar ?

3 Temmuz 2017
Shakespeare’in “en kısa trajedisi” diye bilinen Macbeth’te cadılar;

“Birnam Ormanı yürümeye başlamadan ona bir zarar gelmeyeceği”ni söylerler.

Nitekim, “ağaç dalları, kamuflaj için kullanılınca”, yürümüş olur orman.

Böylece, “yenileceği günün son kehaneti” de doğrulanır;

Macduff, Macbeth’i öldürür ve zalimlerin hükümdarlığı sona erer.

 

Oyundaki, “ormanın yürümesi” sembolizmasından,

ilk izlediğimden beri çok etkilenmişimdir.

Yeri gelip de,

Yazının Devamını Oku

“Yerel medyayı, “mahcup olmaya davet eden” bir yazıdır…

30 Haziran 2017
2015 Ağustos’unda, “T.C. Bregenz Başkonsolosumuz Sayın Cemal Erbay”ı aramış, kendilerinin ekibini birkaç saat içinde seferber etmesi sayesinde, “Bregenzerfestspiel” hakkında özenle derlenmiş bilgilere ulaşmış ve dikkatlerinize sunmuştum. Önce (özetle) o satırları hatırlayalım:

2015 Ağustos’unda, “T.C. Bregenz Başkonsolosumuz Sayın Cemal Erbay”ı aramış ve kendilerinin ekibini birkaç saat içinde seferber etmesi sayesinde, “Bregenzerfestspiel” hakkında özenle derlenmiş bilgilere ulaşmış ve dikkatlerinize sunmuştum. Önce (özetle) o satırları hatırlayalım:     “...28 bin nüfuslu Avusturya-Bregenz’de, toplam 12.500 koltuk kapasitesine sahip 9 mekân var. Göl kıyısındaki açık hava sahnesi, 7 bin kişilik... Festivalin yıllık bütçesi, 20 milyon Euro… / Reklam-tanıtıma harcanan para yaklaşık 1.1 milyon Euro ! Ziyaretçilerin yüzde 61’i Almanya’dan, yüzde 25’i Avusturya’dan, yüzde 10’u İsviçre’den, yüzde 4’ü diğer ülkelerden geliyor… /… Etkinlikleri, 2014’te toplam 263.733 kişi izlemiş. 2015 Festivali’nde 1.600 kişi görev almış. Festival en az 1.150 kişiye tam zamanlı iş yaratmış. İzlemeye gelenlerin yüzde 19’u 9 gece, yüzde 61’i 3 gece konaklamış. Yüzde 20’si hiç gecelememiş. Ziyaretçilerin günde bıraktığı (ortalama) kişi başı para, 203 Euro. Festivalin doğrudan yarattığı ekonomik etki, 160 - 174.2 milyon Euro. Yarattığı katma değer, 94.6 – 102.9 milyon Euro. Vergi gelirlerine sağladığı katkı, ortalama 20 milyon Euro. Festival için yapılan 1 Euro’luk yatırımın, 4 ila 5 Euro’luk bir getiri sağlamakta olduğu hesaplanmış…/ … Sadece ana gösteri için satışa sunulan ve tamamı satılan bilet sayısı 180.000 civarında...” 

 

Hatırladığım kadarıyla, bu çarpıcı “sosyal ve ekonomik veriler”, İzmir ve Türkiye sathında pek kimsenin ilgisini çekmemişti de, bazılarının kaleminde ben alay konusu olmuştum…  Haziran ayının başında, 31. Uluslararası İzmir Festivali’nin başladığı hafta, bu sefer de yerel (hattâ Ulusal) medyanın kayıtsızlığına içerlemiş ve “…bu sene de becerebilirsem, ‘İzmir’in perişan halleriyle mukayese ettiğim Bregenz Festivali’nin, medya ilişkileri öyküsü’nü köşeme taşıyacağım; ibret-i âlem için…” diye bir söz vermiştim.

 

Artık yüzümüzü kızartmaya alıştık ya, Sayın Başkonsolos’un kapısına dayandım yine; mail ortamında, bu kez de “vatana hizmet tertibi”nden, başka veriler rica ettim. Ve yine sevinerek gördüm ki, “Hariciyemiz’in Aziz Cumhuriyet’e katkısı”;  “vergilerimizle ayakta duran Devlet radyosu”nun, ekşimiş bültenlerinde bayramdan bayrama âvâzelenen, “…tüm yurtta, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde ve Dış Temsilciliklerimizde törenlerle kutlandı…” cümlesinden ibaret değildir. Kaldı ki, “Bregenz Başkonsolosluğumuz”un, kılı kırk yararak yönetilen web sitesi ile facebook sayfasındaki “özel gün ve gündemlere ilişkin” konuşma metinlerinden, “katma değerin rengi ve niteliği hakkında” hayli fikir edinilebiliyor insan. Ziyaret etmenizi öneririm.

 

Bregenz Başkonsolosluğumuz çalışanlarından Sayın Onur Kaderoğlu’nun (bir anlamda Hürriyet okurları için özel olarak) derlediği güncel bilgileri (yine özetle) aşağıda sizlerle paylaşacağım. Aynı sorulara, 2016 sonu rakamlarıyla 4 milyon 223 bin 545 nüfuslu (neredeyse gazetesiz, TV’siz, ve sadece mütevazı birkaç radyosu bulunan…) İzmir ve yerel medyası adına, “kalbiniz sıkışmadan” verebileceğiniz yanıtları merakla bekliyor olacağım.

 

Yazının Devamını Oku

31’inci Festival’in ‘Bolahenk’ haftasıydı

26 Haziran 2017
GECENİN aktörü hakkında program kitapçığında neonlanan ‘çok yönlü piyanist’ ifadesi başlangıçta “Acaba bu cümlenin kullanma kılavuzunda neler var?” kabilinden bir merak uyandırıyor.p

Önce satır aralarında, “Köln, Varşova ve Vancouver’daki piyano eğitimi, 4 kıta ve 40 ülkede performans sergilemiş olması, CD ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde gerçekleşen radyo - televizyon kayıtları, 6 farklı uluslararası piyano yarışmasının jüri üyeliğine davet edilmesi, piyano ve orkestra için bestelenmiş eserlerin yanı sıra oda müziği ve cazın seçkin örneklerini de icra etmesi, Uluslararası Chopin Piyano Yarışması için Polonya kamu televizyonuna yaptığı yorumların kazandırdığı popülerite” gibi ayrıntıları yakalıyorsunuz.

Daha sonra Pawel Kowalski için müzikteki kanaat önderlerinin seçerek kullandıkları, “Çok iyi bir icracı, çok yetenekli bir piyanist, son derece akıllı bir müzisyen, mükemmel bir tekniğe sahip, klavyede usta, hâfızası mükemmel, iletişim yeteneği zengin, çağımızın en iyi piyanistlerinden biri” şeklinde uçuşan sözcük, sıfat ve betimlemelerle zihninizde açılan parantezin içi dolmaya başlıyor. İster istemez daha iki gece önce dinlediğiniz “Doğaçlamanın Peygamberi”yle (mukayese olmasa da) yan yana getiriyorsunuz. Benim hesabıma, “Teknik mi, ruh mu?” sorusundan ‘ruh’ galip çıkıyor.

Bir makine düzeni içinde işleyen parmakların müziğin kozasını çatlatan dokunuşlarına şahit oldukça ‘çok yönlü’ ifadesine kafanızın içinde başka biçemler ekliyorsunuz. Derken, (17’nci Yüzyıl’da yaşamış) bir başka Polonyalı gelip oturuyor yanınızdaki koltuğa... Kim mi? Klâsik Türk Mûsikîmizin ünlü bestekârı, santûrî, müzikolog ve (kendi icat ettiği nota sistemi ile yazmış olduğu ve orijinali Londra’da British Library’de saklanan, Şark’ın en eski müzik mecmuası olarak bilinen) “Mecmua - i Sâz - ü Söz” adlı nota ve güfte mecmuasının müellifi, Kitâb - ı Mukaddes’i Türkçe’ye ilk çeviren mütercim... Biz onu Ali Ufkî Bey diye tanıyoruz ama asıl adı Wojciech Bobowski...

Ara verildiğinde, ‘çok yönlü’ ifadesini beğenmediğini imâ ediyor. “Böyle adamlara eskiden ‘Bolahenk’ denirdi” diye iç geçirip, “-Rönesans insanı- yani... Siz bugün ucuzlatıp ‘entelektüel’ diyorsunuz” diye de düzeltiyor. Kowalski, Chopin’in ünlü “Polonez”iyle teşekkür edip ayrılırken sahneden, Ali Ufkî Bey, “Yazınızı okudum” diyor, Hüseyin Sermet’i kast ederek... “-Taburesini yerine koyan piyanist görmemiştim- diye yazmışsınız. Böyle, ‘ikide bir cebinden taze bir mendil çıkartıp, itinâ ile katlarını açtıktan sonra, tuşların tozunu alan’ına rastlamış mıydınız?”

Çıkışta merdivenlerden birlikte iniyoruz. Dili biraz ağdalı ama, Ali Ufkî Bey konuşkan: “Dün de aliyy - ül âlâ bir gece yaşadık” diyor yürürken... “Kâr, Beste, Ağır ve Yürük Semaî... Bu hazineyi bilmeyenlere işte böyle izâhat lâzım. ‘Klâsik Tören Besteciliği’ diye bir lâkırdı edildi, kim işitmiştir bu târifiyle derûnunu?” diye kocaman açıyor gözlerini... Sözü Dede Efendi ve III. Selim’e getirip, makam terkip edenlerin yâd edilmesi ne kadirşinaslık” derken ise heyecanlanıyor.

“Bizi, 14 ve 19’uncu Yüzyıl arasında dolaştırıp bugüne kavuşturan, yani Fasl - ı Atîk’ten Fasl - ı Cedîd’e taşıyan ders niteliğindeki bu emeğin AASSM ile kesişmesine ne dersiniz?” diye soruyorum. “Bu münakaşalar beni alâkadar etmez” diyor. “-Halil İbrahim Hoca- her şeyi fevkâlâde tanzim etmiş. Lâkin, ‘mûsıkîsimiz sazdan ziyade söz mûsıkîsi zannedilir. Esasında (insan) ses(i) mûsıkîsidir’ mütâlâasını uzun uzun fikretmek lâzım kanaatindeyim.” Bu sefer, (eser adedi ve uyum konusunda alaturkacıların zaafı olduğunu düşündüğüm için) ben cesaretleniyorum, “Efendim, -repertuvar hazırlamanın nasıl zor ve ustalık isteyen bir iş olduğunu da görmeyi umuyorum- demiştim” diye üsteliyorum. “Açıkçası, tadındaydı, kararındaydı, zarifti, üstelik (birilerine yaranalım diye) asaletinden de taviz verilmemişti” diyorum. Ali Ufkî Bey, “Taksimlerle de hemen bütün sazların tavrını teşhis etme fırsatı bulduk” diye ekliyor ve devam ediyor: “Lisâna hususî bir merakım var malûmunuz. Güftelerin hayâl perdesine akseden tercümeleri de mûsıkîşinaslara pek faydalı oldu.” Sırayla fikrimizi söylemeyi sürdürüyoruz. Ben, “Birlikte yay çekme konusunda sanki daha iyiye gidiyoruz” diyorum, “Kudüm velveleleri mest etti” diyor. “Rast Nakış Beste ile Münir Bey’in Kârçe’si arasındaki terennüm benzerliği kaç kişinin dikkatini çekti acaba?” diye soruyorum, “-e- harfini hayli açık telâffuz ettiler” diye derinleştiriyor konuyu. “Ben” diyor, “Fasl - ı Atîk’ten de zevk ettim, fâsılayı müteakip ‘Def’ ilâve edildi, fark ettiniz mi? Vasilâki ile başladı, Tatyos ile hitâma erdi, arada gazel müstesnâ... Serhânende’nin meydandan geri geri çekilmesini de görmezden gelmeyin! Alaturka edep ve nezaket budur işte... Mevlevî meşreb olmasın sakın?” Tam, “Benim için pek hoş bir tesadüf oldu” diyecekken, gözden kaybediyorum Ali Ufkî Bey’i... “Radyo günlerine ve oda müziği geleneğimize götürdüler bizi” diyemeden... “-Festival gösterisi- dediğin böyle olur! Acaba İzmir Devlet Tiyatrosu’ndan kimse var mıydı ibret almak için?” diye soramadan... “-Gazel-deki Fuzulî seçiminin, ‘geleneksel mûsikîmizin incelmiş halleri’ndeki nefâseti hatırlatıp, bazı ‘sağırlar’a, ‘tencerenin yuvarlanan kısmıyla iletilmiş bir mesaj olduğu’nu yazımın sonuna taşıyacağımı” müjdeleyemeden... “Derdime vâkıf değil, cânân beni handân bilir / Hakkı vardır, şâd olanlar herkesi şâdân bilir / Söylesem te’siri yok, sussam gönül razı değil... / Çektiğim âlâmı, bir ben bir de Allâh’ım bilir.”
İyi bayramlar...

Yazının Devamını Oku

“Büyük Oda”dan gelenler

23 Haziran 2017
SALI günkü konseri, farklı renkleriyle hatırlayacağım...

Öncelikle, Efes Büyük Tiyatro’nun, uzun zamandır ilk kez bu kadar dolu olduğunu gördük, sevindirici. “Viyana Oda Orkestrası”nın “gençler ile çeliklenmiş” sağlam gövdesi, tozun toprağın ve tarihin ortasında “frak, rugan ayakkabı” ritüelinden ödün vermeden karşımızdaydı. 50 kişi civarındaki sayılarıyla, alışılmıştan daha kalabalıktılar. “Büyükçe bir oda”da çalıştıkları anlaşılıyor. Program, Beethoven’in “Coriolan” üvertürü ile açıldı. “Usta işi”, bir yorum dinledik.


DOĞAÇLAMA, ÖZÜNDE “KENDİNE ÇALMAK”TIR
Müzik tarihçileri, Mozart’ın “1782 ile 1786 yılları arasında bestelediği 15 eserin birincisi” diye not düşüyorlar, “12 numaralı La Majör Piyano Konçertosu”nun kenarına... Bu ayrıntının devamında ise bu konçertoları, “öncelikle dehasıyla seslendirmek üzere bestelediği”ni öğreniyoruz. Bence “sihir” burada gizli! Çünkü Fazıl Say’ı yazmak zor! Çok zor! Bazen dinlemek bile zor! Sadece, “Mozart kendi için bestelemiş, Say kendine çaldı...” deyip yetinmek istiyorum. Bis için seçtiği “Kara Toprak” isimli bestesi, çevremizdeki, Mozart yorumunu izlerken soluksuz kalan yabancı sanatseverlere, “nedir bu? kimin bu?” sorularını sordurdu, hayranlıkla... Dünyaya, “Doğaçlama”yı, aslında olması gerektiği gibi, “hakikaten yaşayarak” yapan böyle bir sanatçı armağan edebilmiş olmak, ne ayrıcalık! Ben kendi adıma, yeni bestelerinin merakındayım...


KİMLER VARDI, KİMLER YOKTU?

Yazının Devamını Oku