Nihat Demirkol

Osmanlı’nın madalyalı şarabı Bornova’dan

12 Eylül 2017
KİMSEYE tarih öğretecek değilim... Kimseyle bir tartışma açmak niyetinde de değilim. Çünkü biraz mürekkep yalamış olan ve meseleyi merak eden herhangi biri Osmanlı’da içilen içkinin kültürü, türü ve miktarına ilişkin bütün ayrıntı ve doğru yanıtları Osmanlıca bilmese dahi tarihe not düşülmüş belgeler üzerinden öğrenebilir. Bu önemli satır başları arasında...

 

Halifelerin içkiyi yasaklamak yerine bundan gelir sağlamayı tercih ettiği, yasaklama dönemlerinin dini değil siyasi korku motifinden beslendiği, bugün içki içilen yerlerin bistro, pub, bar ve restoran gibi farklı isimlerle anılması gibi Osmanlı’da da meyhanelerin sınıflandırılmış olduğu, Evliya Çelebi’ye göre 1600’lerin ortalarında İstanbul’da binden fazla meyhanenin bulunduğu, Osmanlı tebaasının her dem hakkı teslim edilmesi gereken iyi bir içici olduğu, bu coğrafyada asırlar boyunca hep şarap içildiği, adı zamanla rakı olan ve Arapça’da ‘ter’ anlamına gelen imbiklenmiş ‘Arak’ ile 17’nci Yüzyıl’ın başlarında tanışıldığı, şarabın hakimiyetini Tanzimat dönemine yani 19’uncu Yüzyıl’ın ortalarına kadar sürdürdüğü, Osmanlı’daki şarap kültürünün sanat ve edebiyata da pek güçlü yansıdığı, ‘Testide, kadehte doyamam görmeğe bari / Ey gevher - i şeffaf senin mahzenin olsam’ diyen şair Nedîm ve ardıllarını görmezden gelseniz bile 1838’de vefat eden ve kabri Galata Mevlevîhânesi mezarlığında bulunan şair Ayıntaplı (Antepli) Ayni Efendi’nin, ‘Gice gündüz içüp Erdek şarâbı / Ola Nukl’i mezem ördek kebâbı / Varub sofi içer papazkarası / Olur meyhanede yüzler karası / Sığır dili kavurma kuş kebâbı / Söğüş büryan ile nûş it şarâbı’ dizelerinin vaziyeti yapılmış minyatürleri tercümeye gereksinim duyulmayacak kadar açık bir şekilde resmettiği, fıçı başına alınan ve ‘Hamr’ denilen vergi için ‘Hamr Emâneti’ adıyla düzenli bir teşkilât bile kurulduğu, özellikle 19’uncu Yüzyıl sonlarında filoksera (asma biti) hastalığı Avrupa bağlarını kırıp geçirince Osmanlı’nın Fransa’ya bile şarap sattığı, 1904’te imparatorluğun şarap ihracatının 340 milyon litreye ulaştığı, Osmanlı’da üretilen konyakların Paris’te madalyalar kazandığı (filân) sayılabilir. Yazıma, küçük bir bölümünü taşıyabildiğim bu kültür tarihi notları dışında konuşulanlar söylemek istediğini uyduranların gevezeliğidir sadece. “Şimdi bütün bunlar nereden çıktı?” derseniz...

Hani son yıllarda Yunan adalarına gidip geliniyor ya... Ve üstüne de bir sürü münakaşa yapılıyor... İşte bu gidip gelenlerden çok çarpıcı bir ayrıntıyı gözden kaçırmış ve henüz gidip görmemiş olanlar için küçük bir parantez açalım dedik. Açtığımız “Ege, İzmir ve Bornova” adına büyükçe bir parantezdir aslında...

Samos (Sisam) Şarapçılık Kooperatifleri Birliği tarafından 1934’te kurulmuş Samos Şarap Müzesi’nde aslı korunmuş bir üzüm cinsi var. Duvarlarda, Osmanlı’nın Avrupa’ya sattığı şaraplara ait ilânlar ve camekânların içinde uluslararası yarışmalarda Osmanlı şaraplarının aldığı altın madalyalar sergileniyor. Bu üzümlerden birini bugün bütün dünya “Muscat” olarak tanıyor. Oysa kataloglarda adı “Misket” olarak kayıtlı bir üzüm bu... Coğrafi işareti ise anavatan olarak “Bornova”yı gösteriyor. İşte Bornova Belediyesi, ilçenin dünyaya adını vermiş yerel tarım değerlerinin en önemlisi olan misket üzümü fidanı (ve bamya tohumunu) artık ücretsiz dağıtmaya başladı.

Dünyaya Bornova’dan yayılan (ve Samos’ta korumuş orijinal çubuğunu gördüğünüzde hüzünlendiğiniz) misket üzümü Çamiçi köyünde oluşturulan 5 dönümlük bağda yetiştiriliyor bir süredir. Bugün en büyük tarımsal ihraç ürünlerimizden olan çekirdeksiz kuru üzüm yetiştirdiğimiz Ege’deki bağların bir zamanlar şaraplık üzüm yetiştirilen bağlar olduğu, Ege’nin bugünkü gibi 3 kuruşa üzüm satmak yerine yüksek katma değer içeren ciddi bir şarap ihracatçısı bölge olduğu, Ege’den sadece 1901’de ihraç edilen şarap miktarının 6.5 milyon litre olarak kaydedildiği düşünülürse suyun öte tarafına geçmeden, dönüp bir zahmet önce burnumuzun dibinde yapılabileceklere bir baksak diyorum. Teşekkürler, Bornova Belediyesi...

Yazının Devamını Oku

Diş sağlığı ve Hırvatistan maçı

8 Eylül 2017
Çetin Altan Usta’nın,Arûz vezninin şiire verdiği müziği vurgulayanve kalıbı, içeriğinden bağımsız olarak hicveden bir beyiti vardır:

 

 

“Kişinin dişleri sağlıklı olursa inanın / Dokunur topluma her gün daha üstün yararı…”

Sonra, bu kurguyla oynamaya başlar… Buradan çorap söker gibi devam eder.

“Sebep-sonuç ilişkisi” aramaksızın, sebep-sonuç sarmalının “sürdürülebilir enerjisi”ni tarif ederek, “çelişkilerin tamamlayıcılığı”na dikkat çeker.

“Kaos’tan düzene geçişe bir güzelleme”dir aslında; bu “5 benzemez kâğıtla el almak”.

Memleketin ve İzmir’in haline bakınca, bugün biraz böyle yapasım geldi.

 

Yazının Devamını Oku

“Sancar” İsmini görünce sandım ki…

4 Eylül 2017
 DHA’nın geçtiği haberi hemen bütün yerel (?!) medya kullanmış.

 

Metnin bir bölümünden anlıyoruz ki, kentlinin haberi olmasa da, İzmir Büyükşehir Belediyesi;  “…İzmir Körfezi’nin toplu ulaşımda daha etkin kullanılmasını amaçlıyormuş (?!) Hâlâ, “ne kadar İzmirli oldukları tartışılan Katamaran”lar (?!), bu amaçla özel olarak tasarımlanmış.  15 yolcu gemisinden 14’ü teslim alınmış. Son 2 gemi zaten diğerlerinden daha hızlıymış ve Körfez dışı seferlerde de kullanılabilecekmiş, Şimdi de son gemi bekleniyormuş. Tersane’ye geminin isminin yazılması için bilgi verilmiş…

 

Hâfızaları tazelemek için, Körfez filosundaki gemilerden “-Çakabey, Dokuz Eylül, İhsan Alyanak- isimlerini belediyenin koyduğunu, diğer gemilerin -1881 Atatürk, Soma 301, Dario Moreno, Atilla İlhan, Foça, Cengiz Kocatoros, Gürsel Aksel, Sait Altınordu, Vahap Özaltay, Metin Oktay, Gezi- olan isimlerinin ise İzmirlilerin oylarıyla belirlendiği”ni hatırlatalım.

 

Hürriyet EGE’nin kapak sayfasında; “sürmanşet”inde, sağ üst köşede yer alan ve İzmir Emlâk Komisyoncuları Başkanı Mesut Güleroğlu’nun, “…kentin -en büyük- sorununun yeni arsa üretilememesi olduğunu ve İnciraltı’nın, yeşil alanlar korunacak şekilde imara açılmasını istediğini” söylediği haberi okuyarak dehşete düştüğüm ve gözlerim karardığı için olsa gerek;

 

Aynı sayfanın, sol alt köşesinde kendine yer bulabilmiş

Yazının Devamını Oku

Bayram ve Hıyardan Mamûl “Cacıki…”

1 Eylül 2017
Sözcüğe ne anlam yüklemek istediğiniz, tercihiniz konusunda da temel belirleyici…

 

Tıpkı, “diyare, regl, barbekü..” kıvırmalarında olduğu gibi, kibar gözükmek için, kendisine “salatalık” diye sesleniyor olsak da, asıl adı “hıyar” ; bildiğiniz hıyar!  Küçük ve çıtırına, “badem”, eşantiyon boy turşusuna “kornişon” dediğimiz hıyar… Lâtincesi, “Cucumis Sativus…” Kabakgiller familyasından bir bitkinin meyvesine verilen ad. Anayurdunun Kuzey Hindistan olduğu sanılıyor. Bu yazılış ve telâffuzuyla, Arapçada, “hayırlılar” anlamındaki “hıyâr” ile bir ilgisi yok ama, kelimenin doğrusu “hıyar” olmasa, “TS 1253” numarasıyla kayıtlı Türk Standardı’na,“… tüketiciye taze olarak arz olunan hıyar…” notu düşülmezdi her halde.

 

Kullanımı, biraz da kişinin kendiyle barışık olmasıyla ilintili. “Barış Manço”nun şarkısında; “…Sözüm meclisten dışarı dostlar /  Bu günlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum / Hani ince kıyım doğrasalar beni / Marmara, Ege, Karadeniz / ve hattâ Akdeniz… / …hattâ Hint Okyanusu / ve hattâ Atlas Okyanusu / ve hattâ hattâ Büyük Okyanus / Cacık olur diyorum / böyle cacığa rakı mı dayanır ?” diye sorması bundandır.

 

“Hıyar”, hayli yerleşik bir küfür olarak argoda da kullanılır malûm. Hattâ  hatırlayacağınız üzere, bu hıyarın “ağa”sı bile olur. Bundandır; Grup Vitamin”in, “…Ben sana hiç kıyar mıyım ? / Yani o kadar da hıyar mıyım ? / Hıyar dedim de aklıma geldi / Yeni sevgilinle aran nasıl ?” diyerek, “sözcüğü” hayli diplere çekişi.

 

Hıyar deyip geçmeyin ! İçini oyarak rakı kadehi olarak kullanır meraklısı… Isıra ısıra içilir. Ve kadeh, içkiyle beraber biter; hayal gücünü düşünün… İsmail Dümbüllü’nün sahnesine fırlatılan ve Usta’nın,

Yazının Devamını Oku

Ne yapıyorsun sen GÖZTEPE ?

28 Ağustos 2017
Eski köye yeni âdet getirme !

 

 

Pişmiş aşa soğuk su katma !

İcat çıkarma başımıza…

Çomak sokma dönen tekere…

“Bir sen mi akıllısın ?” dedirtme kendine.

 

Bu kent;

Yazının Devamını Oku

Sebilhâne Kavşağı…

26 Ağustos 2017
Deyimin aslı böyle değil elbette…

 Türk dilinin en güzel yakıştırmalarından biridir
ve doğrusu, “Sebilhâne bardağı”dır, malûm.
Sıra sıra dizilmeyi, dizilenleri (ve az biraz da, kuru kalabalığı) tarif eder.

Çeşme, Sebil, Şadırvan (ve hattâ çeşmelerden evlere su taşıyan kişiler olan ”Saka”lar…),
“Selçuklu ve Osmanlı’nın, kadîm su kültürü”ne sembol olmuş sözcüklerdir.
İstanbul’dan yayılarak gelişen su mimarîsi, zirvede “sebil” görünümüyle somutlanmıştır.

Yazının Devamını Oku

“Şehr- Fuar’da ileri gelenler ve ileri gidenler…”

21 Ağustos 2017
Sosyal medyadan öğreniyoruz ki,“Fuar”ın açılışında, yine küçük çaplı bir “protokol” krizi yaşanmış.

 

 

E pek normal ! “Şehr-i Fuar”ın, “fuarlı günlerine ilişkin” (başta trafik olmak üzere…)

başka hiçbir meselesi olmadığına göre,

mesele haline getirilecek yapay bir şeyler icat etmek icap eder.

 

Pek çok tarifi bulunmasına rağmen siyaset,

“ileri gelenlerle, ileri gidenlerin mücadelesi”

Yazının Devamını Oku

Vizefobi ve Bir Bilgisayarcı Atasözü…

21 Ağustos 2017
Dört-beş sene kadar önceydi…

 

2007’den beri kullandığım; “Kornişon” sınıfındaki aracımı vizeye götürdüm. İlk dakikalarda, her şey yolunda görünüyordu. Ama muayene hattının sonuna doğru, teknisyenlerin yüzü asıldı. Aracımla doğrudan ilgilenen arkadaş, birkaç kez kapıları açtı ve içeriye baktı; pek mutlu gözükmüyordu. Sonra başka arkadaşlarını çağırdı yanına. Onlar da (kişi başına ve ayrı ayrı olmak üzere…) birkaç kez kapıları açıp içeri baktılar. Onların da yüzünde aynı hayal kırıklığı vardı. Yetmedi, âmirlerini çağırdılar; o da geldi, kapıyı açtı; Sağdan ve soldan birkaç kez, dikkatle içeriyi kontrol etti. Hayli sıkıntılı ve mutsuz görünüyordu;  yüzündeki dehşet ifadesini saklamaya çalışarak masasına döndü. Hepsinin, beden dillerine yansıyan endişe giderek büyüyordu…

 

Ayaklarımın beni arabama doğru sürüklediğini hatırlıyorum. “10 yıldır kullandığım aracın içinde, herkesi bu kadar heyecanlandıran ve ürküten ne olabilir ?” düşüncesiyle kapıyı açtım. Gözlerimi kapattım ve bir besmele çekerek korka korka başımı uzattım içeriye. “Game of Thrones” efektiyle karışık bir “sürprize” hazır vaziyette, yavaşça açtım gözlerimi… Ne mi gördüm ? “Bond, James Bond…” Yani, bildiğim, bildiğiniz otomobil ! Arka tarafa iki büklüm olmadan geçemediğiniz, Misafirlere “aman başınızı vurmayın, ayağınız takılmasın…” diye tenbih ettiğimiz; “Hobbit Style”, çoktan 200 bin kilometreyi devirmiş arabam… “Senin aklının, bilgi ve görgünün yetmediği, anlayamadığın bir şeyler var ya, haydi hayırlısı…” diyerek, çaresizlik içinde, beklemeye başladım.

 

Bir 10 dakika sonra, heyet halinde bana doğru yürümeye başladılar. “Hastayı kaybettik, başınız sağolsun…” renginde bir teessür vardı yüzlerinde. Allah için, çok naziklerdi. Benim arabamla ilgilenen teknisyen, arkadaşlarından bir adım kadar öne çıktı ve kötü haberi söyleyiverdi: “Beyefendi, aracınızda ağır bir kusur tespit ettik; bunu gidermeniz lâzım…”

 

“Yapmayın ! Sorun nedir ?” /

Yazının Devamını Oku