Amerikan sineması, fantezi bir komediyi, “dünyalılar”a seyrettirmeyi başardı. Bu seyirci kitlesi içinde, hayatında hiç müzenin önünden geçmemiş, geçtiyse de hiç içeriye girmemiş kaç kişi vardı bilemiyorum. Ama dolaylı olarak, milyonlara dokunduğu, dahası, seyir zevkini sollayıp, birilerinin aklına “müzede başka bir hayat var” fikrini sokuşturduğu ayrıntısı da ıskalanamaz.
Cumhuriyet kuşağını saymazsak, bizde “müze ziyareti”, sönümlenen bir ihtiyaç haline geriledi. Bu konuda, yetişkinlerin, yetişmekte olanlara iyi örnek olamadıkları bir ülkeyiz. 3 vakte kadar, müzeciliğin “sanal müze” fazını da fırsat bilerek, başka bir kümeye düşeceğiz ve elimizde sadece “türbe ziyaretleri” kalacak. “Açık hava müzesi” denilen Anadolu’da yaşayıp da, “geçmişe bu kadar kayıtsız” kalmanın bedelini ödemekte olduğumuzu fark etmeden üstelik… “Bir müzenin önünden geçtiğinin farkında olmayan kaç kişi var aramızda ?” sorusuna dönelim. Çünkü, asıl paylaşmak istediğim, bir “farkındalık yaratma projesi…” Türk Musikisi Konservatuvarı Müdürlüğü yanında, 2013’ten beri Etnoğrafya Müzesi Yöneticiliğini de yürüten Prof. Mehmet Öcal Özbilgin’in, “gönül dostlarıyla birlikte” kotardığı, “hem kültür hem de halkla ilişkiler” rengindeki başarı öyküsüdür bu.
Hayaletler kadar fantastik gelmese de, “Müzede sunum ve sergi” desem, noktayı da “Müzede Müzik” diye koysam; acaba kaçımız, “bu ‘işaret fişekleri’nin, ‘Ege Üniversitesi Etnoğrafya Müzesi’nden atıldığını biliyorum” diye parmak kaldırabilir ? Kaç kişi, Bornova’nın “orta yerinde”, üstelik hiçbir ücret talep etmeden, sadece Eylül 2016’dan bugüne kadar, (pek seçkin) “6 sunum, 4 sergi ile 6 konser ve dinleti”nin, (onlar da ‘seçkin’ nitelemesini hak ediyorlar) meraklısı ile buluştuğundan haberdar olduğunu söyler ? İşte,“mütevazı, fakat butik bir konser salonu”na dönüştürülmüş bu müzede, Seher Erkan’ın açıklamalı dinletisinde, “Türk Müziğinde Viyolonsel” ile buluştuk.
Seher Erkan’a, yine Türk Müziği Konservatuvarı’ndan Dr. Çağrıhan Erkan piyano ile, Lisans 2 öğrencileri ise, Kanun, Keman ve Ud ile eşlik ettiler; zaman zaman… Sunumda, “Uluslararası Sanat Müziği” ve “Geleneksel Sanat Müziğimiz” terimlerinin birlikte kullanılması, seçici ve parlak bir nokta atıştı. “Viyolonsel’in (ya da diğer bilinen adıyla çello), ortak icradaki ‘bas ses’ ihtiyacından doğuşu, giderek ‘solist’liğe yükselişi, ses genliği, Türk Müziğindeki ‘eşlik sazı’ kimliği, teorik ve deneysel uygulamalar, geliştirilen baskı ve yay teknikleri, yeni yeni yaratılan küçük etütler, transpozisyondaki bize özgü fark, ayrıntı ve ayrıcalıklar, nihayet sanatın doğasındaki ‘yakıştırmalar’ hakkında…” akademinin sertliğinden uzak paylaşımlarda bulundu sanatçı hocamız. En güzel mesajı ise, “ve sonunda her şey biraz da gönlümüze kalmış” cümlesinde saklıydı.
Tam bu cümlenin felsefesini yapacaktım ki, bir başka yazarın, (resme, ‘tekrar oyna’ seçeneğini ekleyip) "…zaten, ’play again’ atraksiyonu nedeniyle hiçbir anlamı kalmamıştır…” yollu lâf sokuşturmasını görüp, makas değiştirmek zorunda kaldım. Tıpkı, 2 CHP İzmir Milletvekili’nin, “birbirini açıklayan, ya da birbirini tamamlayan” cümlelerinde bocaladığım gibi.
Selin Sayek Böke’nin istifa metnindeki “dolgu malzemesi”ni çıkartırsanız, geriye, partisi ve seçmeni için, tek cümlelik ve hayli çarpıcı bir “game over” görüntüsü kalıyor: “…referandumun gayrimeşru sonucunu kabullenerek hedefler ve politikalar oluşturmak, demokrasiye ve her şeyden önce demokrasi iradesini ortaya koymuş milyonlara haksızlıktır…”
Buna karşılık, Kamil Okyay Sındır’ın, “istifanın tek taraflı bir müessese olduğu”nu hatırlatması, araya sıkıştırılmış bir “play again” atraksiyonu gibi…
Oysa seçmen, iki konuşmadan da, gönlünce birer cümle cımbızlayıp, ihtiyaca göre sündürüp, şunu söyleyemiyor maalesef: “…gelinen noktada mevcut yönetim anlayışının parçası olmayı uygun bulmuyorum / Farklı bir yapılanmanın bir adımı, aşaması olarak ortaya konmuş olmasını dilerdim…” Bu cümleyi bir kez kurabilse, “CHP felsefesinin, seçmenine revâ gördüğü, seçeneği olmayan köle kaygısından sıyrılıp; bu isim CHP’ye haram” noktasına da gelecek. Tıpkı Metin Eloğlu’nun “game over” çağrıştıran “Eloğlu” şiiri gibi:
“Tarz, ekol, aidiyettir, mensubiyettir” çünkü... Büyük bir resmin parçası olmaktır. Ve her haliyle, tarzın yaratıcısı dışındaki herkes için, biraz “gibi...” sayılmayı kabullenmektir. “Tavır” sahibi olmak ise, büyük resme renk katmaktır; bazen renk olup resmin önüne geçmektir hattâ... Onun için, “tarzı var, ama tavrı yok” der eskiler. Sadece bu sebeple, bazı konserlerde, hangi makamın seçildiği, hangi eserin geçildiği filân, “yorumcunun varlığı” ile önemini kaybeder.
Geçen çarşamba akşamı da böyle oldu. “Dr. Ayhan Sökmen Türk Müziği Korosu” gibi, heveskâr, lâkin yetkin bir “marka”dan “vefâ”sını esirgeyen İzmir, koronun “vedâ”sını paylaşmak için, son konserinde buluştu... Hayati Çiftçi yönetimindeki topluluk sahnede, bizler, “bir avuç sanatsever”, salonun koltuklarında, elimizden geldiği kadar İnci Çayırlı Hanımefendi’den “nâsip almaya” çalıştık; tavrının “vurgun” demek olduğunu, peşinen kabullenerek... Konserin sabahına, bu “zevk-i mûsikînin estetiği” üstüne, gazeteme neler yazabilirim diye dertlenirken, Üstâd Münir Nureddin Selçuk’un, Sultânîyegâh şarkısı, “bütün geceye tercüman” oluverdi. Muhtemelen, Şair İsmet Bozdağ da yine böyle bir “tesirli gecenin hâtırına” kaleme almış olmalıydı, meşhur güfteyi...
“...Sen şarkı söylediğin zaman / Mevsimler değişir gibi kımıldardı içim / Dudaklarında doğardı şafaklar ve güneşler / Geçerdi gözlerimden öyle kızlar ki / Fecirden kadehlerle nağme içmişler...” tarifiyle yüzleşiverdik. Sahnede karşımızdaydı, söz timsâli değildi yani. An geldi, pembeler açtı, turuncu doğdu, eflâtun bûselendi ve mavi damladı şarkılardan...
“...Sen şarkı söylediğin zaman / Ne kadar gençti dünya ve ne güzeldi / Bahar sabahlarının rahatlığı içimizde / Bir ses ki sükûn ve sonsuzluk / Bir ses ki hayat olmuştu bizde...” ya; an geldi, “Hicaz” örtündük üstümüze; “...bir gün atlı da yaya da unutulur” diye başladık, “...gün gelir ki, o canân da unutulur, unutulur” diye bitirdik.
“...Sen şarkı söylediğin zaman / Bahar içinde âlem, bahtiyardı can / Bir hilkat sabahı ki her şey beyazdı / Bir vazgeçiş senden gayrı her şeyden / Öyle bir an ki hayata doyulmazdı / Sen şarkı söylediğin zaman / Öyle bir an ki hayata doyulmazdı...” ama, “kör kuyularda merdivensiz”, ‘Kürdîlihicazkâr’ bir denizde “yelkensiz bırakılmak” da vardı”, “ben sensiz, ben bensiz” kalıvermek de...
Ve bütün bunların müsebbibi, (biraz da) koronun “Şef”iydi muhakkak... Sahne üzerinde, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan edâsı yanında, uçan kuşa olan hâkimiyeti ile de ünlü ve her konseri, icradan önce kafasında ve kalbinde yaşayan Hayati Çiftçi, gecenin tasarımını, “hatırşinâs tabiatı”yla süslemişti. Hoca’sının tâbiriyle, “o mükemmel mûsikîyi bugüne taşıyan” bir ciddiyetle, “dönüşten bahis açılmayan” bir yolculuğa çıkarttı hepimizi. Koroya ruh veren “mûsikî genetiği”, çok başarılı sololar ile hemhâl olan yakınlığı gözden kaçacak gibi değildi.
İnci Hanımefendi için, “aynı sahnede olmak onurunu ifade edecek kelime bulamıyorum” dedi ve ekledi, “böyle bir kelimenin içinde geçtiği cümle kurmaktan da âcizim...” Sonra, 89 yaşındaki Dr. Tâli Özgenç’i davet etti mikrofona. Dostların, sevgi ve saygı parıldayan âşinalığına can kattı, “asrın düeti” olmaya namzet bir icraya vesile oldu. Çayırlı ve Özgenç, “kûy–i dilârâya, hû diyerek...” birlikte vardılar, Hüseynî şarkıda...
Salondan ayrılırken kulaklarımızda, son seslendirilen bestelerden birinin hüznü rüzgârlanıyordu kuşkusuz: “Bir sabah bakacaksın ki, bir tanem ben yokum / Dünyayı sana bırakıyorum / Bir tanem...” “Usta”yı bir kez daha ağırlayan İzmir’in, şükran hisleriyle dolu olarak, sabaha kadar, repertuvarda olmayan bir şarkıyı, “terennüm” ettiğini düşünüyorum... “Benzemez kimse sana, tavrına hayrân olayım...”
Onun için, böyle yapmayalım. Sadece sayfaları çevirelim… Çok yıllar önceydi; daha takvimler “ikibin”li küsûrata ulaşmamıştı bile. Yine bir yönetim krizi ve “başsızlık” yaşanıyordu Televizyonda… Pazar günleri “Bir Başka Deyişle”diyoruz Öcal Uluç Usta’mla. Haftanın diğer günlerinde ise, “Ana Haber” öncesinde, ”Hayatın İçinden” ile ekrana çıkıyorum. Daha, “2 Dirhem 1 Çekirdek” ekibine, (son bölümü dün yayınlanan) “Ferah Kahvesi” sohbetlerine, RADYO EGE’deki “Bir Nefes Alaturka” mesaisine yıllar ve yıllar var… Bir randevu rica ettim Cem Bakioğlu’ndan. Kendisi de hatırlayacaktır; Organize’deki fabrikada ziyaret etmiştim. “Bir ahenksizlik var” dedim; “bir sıradanlık, sahipsizlik. Bunu görmemeniz mümkün değil ! Şu anda, çok başarılı ve prestijli bir danışmanlık şirketinin Genel Müdür Yardımcısıyım. Üstelik televizyoncu da değilim. Bu kurumu 1 sene bana teslim edin. Nereden nereye geldiğimize, Siz bile inanamayacaksınız. Açıkçası, ‘EGE TV’nin Genel Müdürlüğü’ne tâlibim.…” Büyük bir ciddiyetle ve saygıyla dinledi teklifimi: “İnanıyorum” dedi, “şimdiden inanıyorum ama, meslekten birini düşünüyorum; daha doğrusu söz verdim. Samimiyetin çok kıymetli ve aidiyetin için de teşekkür ederim…” (Geçmiş gün, buna benzer bir diyalog olmalı…) Bu görüşmemizden sonra, birkaç dikiş atıldı “Genel Müdür” koltuğuna. Kimseye karne yazmak haddim değil. Beni tanıyanlar bilir; şahıslarla hiç işim olmaz. Oyuncuya değil, topa vurmayı tercih ederim çünkü.
Bugün, 20 yıla yaklaşan bu hâtıranın tebessümüyle, içimden bir ses, “medya patronu olamadı denilen işadamı, (kendimi kastetmiyorum…) işi, “meslekten olmayan ‘herhangi biri’nin eline bıraksaydı, bugün, belki de başka bir yerdeydi EGE TV” diyor… Yani meslekten olmayan “herhangi biri”, meslekten olan “herhangi biri”nden daha iyi şeyler yapabilirdi. Bu önerme, çok da mantıksız gelmesin. Daha net söyleyeyim: “ihtimâl ben de en fazla bu kadar batırır, en fazla bu kadar elime yüzüme bulaştırabilirdim herhalde…”
Madalyonun diğer tarafında ise, “bir markanın böyle ‘hiç’ edilemeyeceği ve ‘hiçbir krizin böyle yönetilemeyeceği’ realitesi ile yüzleşmek” gerekiyor. Bu “yere düşmüş aşûre kâsesi resmi”nin baş aktörü, kuşkusuz “patronun kurmayları”dır. Şimdi herkes, ihaleyi birbirinin üstünde bırakmaya çalışıyor ya… Soru, “bu kötü final kimin eseri ?” Oysa yanıtı, Normandiya Çıkarması’dan sonra, “başarı sizin mi kurmaylarınızın mı ?” diye soran gazetecilere, “başarısızlık halinde Divân-ı Harp’e beni vereceklerine göre, benimdir !” diyen General Eisenhower çoktan vermiş bile…
Burada “okkanın altına giden”, tartışmasız biçimde çalışanlardır. Uzun yıllara dayanan emek ortaklığımız var onlarla. Bir değil, iki değil çok kalabalıklar… Maddî - manevî “yoktan var ederek yayın yapan bir kahramanlar ordusu”ydu onlar. “Manga” sayısına indirilip, “tasfiye edildiler”. “Programcısından, çaycısına, kameramanından, yönetmenine kadar, kimseye teşekkür bile edilmedi parantez kapatılırken; işte bu nezaketsizlik unutulmayacak ! Evimizden götürdüğümüz dekorları bile güvenlik kulübesine bıraktılar da, oradan aldık… Bu dostlar da, “herşey yolunda gidiyordu da, patron keyfinden mi kapattı ?” sorusu üstünde düşünmeli bence. Düşen bir çığda, hiçbir kar tanesi kendini olup bitenden sorumlu hissetmezmiş, malûm. Cevap Nâzım’ın siteminde gizli değildir umarım: “…Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin /- demeğe de dilim varmıyor ama - / kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!” Bu paragrafın sonunda burnu sızlayanlar olacaktır. Bir de rahmetli Şükrü Tül gibi, kemikleri sızlayanlar var tabii…
Dolayısıyla bu tür âşinalığa, “kadîm” demek yanlış olmaz ! İşte, Turkuaz Sahaf’ın sahiplerinden, Emin Nedret İşli Beyefendi de böyle bir “renk”tir benim için… O, “Turkuaz” bir dosttur ! Mârifetlerini burada takdime kalksam, “pehlivan tefrikası”na döner yazacaklarım. Meraklısı, “ya bilir, ya da bulur” deyip geçiyorum.
İzmir Kitap Fuarı’nın bir bölümünü, hemen hemen kişisel gayretleriyle, birkaç yılda, bir “Sahaflar Sokağı”na çevirdi. Önceki yıllarda yapılmış söyleşilerden birinde, (özetle) “Cerrahîlerin eski Şeyhi merhum Muzaffer Özak’ın, son sahaflar şeyhi olduğu konusunda geniş / yaygın ve oldukça da muhkem bir mutabakat vardır... Bu mutabakattan yola çıkılarak, sahhafların tam 30 yıldır bir şeyhi bulunmamaktadır. Buna karşın; mezkûr meslek erbabının karşılaştığı çeşitli sorunlarda devreye giren ve bunların halli noktasında önemli sorumluluklar alan kanaat önderleri arasında Emin Nedret İşli; eski yazıya ve sahaflık mesleğinin inceliklerine olan vukufiyeti; …yerel yönetimlerle olan yapıcı kontakları; dürüst, samimi ve ilke temelli duruşu sayesinde kurabildiği uzun soluklu ve güven temelli insan ilişkileri; eli kalem tutan yaşayan sahafların en önemlilerinden oluşu gibi çok sayıdaki faktörün oluşturduğu vektör sayesinde, meslek erbâbının hali hazırdaki en önemli kanaat önderi olarak temayüz etmektedir…” ifadelerine yer verilmiş. İşte burada sözü edilen “kanaat önderliği”nin, Türkiye Sahaflar Birliği Derneği Başkanı sıfatıyla buluşunca, “kişisel gayret”le kolkola girdiği ve katma değer yaratmaya başladığı anlaşılıyor.
Biraz dertleştik ayak üstü… “Bu kadar çok kitap yayınlanması, ilk bakışta göze güzel görünüyor. Ama ben tedirginim. Sizce hayra alâmet mi bu ?” diye sordum. “Bence değil” diye yanıtladılar. “Bu kitapların çok büyük bir bölümü, 5-6 sene sonrasına bile kalmayacak; acı ama ‘çöp’ olup raflardan kaybolacaklar. Ciddi bir düzeysizlik ve sıradanlık var…” yakınmasıyla devam ettiler. Biz sohbet ederken, aynı yaş grubundan insanlar, 5 dakika içinde, birkaç kez, ısrarla aynı kitabı sorunca da, (hayret ettiğimi görerek) “artık aranan kitapları, TV dizileri, sinema filmleri, magazin programları tetikliyor ve belirliyor. Meselâ biri bir pot kırınca, bakıyorsunuz herkes ‘Kürk Mantolu Madonna’yı sorar olmuş… Hâlimiz bu…” diyerek toparladılar. Öyle anlaşılıyordu ki, her meslekte olduğu gibi, sahaflıkta da “çember daralıyor… Bildiklerimiz, bildiklerimiz gibi değil artık…” Popüler kültür, neyi sağlam bıraktı ki ?
Oysa, lise ve Üniversite yıllarımda bile, “eskiye özlem kokan mekanlar”dı buralar. Kitapların reenkarne olduğunu söyledikleri zaman, pek etkilenmiştim. (Hattâ, buna ‘tenasuh’ deniyordu eskiden. Yani, ruhun bir cisimden ötekine geçmesi, ruh göçü…) Tozlu rafları arasında, adetâ kutsal bir havanın dolaştığı yerlerdi… Bir fırın nasıl ekmek kokarsa, sahaf da eski kokardı. Bir nevi büyü hüküm sürerdi o kokuda… Hayran kalırdım, hiçbir listeye, kataloğa (şimdiki gibi bilgisayar ekranına…) bakmadan, emin adımlarla yürüyerek, binlerce kitap arasından istediğiniz kitabı buluvermelerine. Hattâ bazen, yürürken malûmat da (bilgi değil…) verirlerdi; “…şu tarihli, şu baskısı da var, ciltli olanı da… O biraz yıpranmış ama, yine de siz bilirsiniz…” Hayranlığım, hayretle birleşirdi… Tavaf edilmesi gerek bir ziyaretgâh gibi dolaştım senelerce; dükkân dükkân. Son ziyaretim, Mustafa Cezar’ın, “Sanatta Batı’ya Açılış ve Osman Hamdi” kitabının 1971 tarihli “Birinci Baskısı” içindi.
’ Eserleriniz, bu dönemin silinemez, değiştirilemez, unutulmaz ve unutturulamaz -gizli- tarihi olsun… / (muhatabın adresi de eklemiştim) …Sanat hakkınızdan gelecek; er ya da geç…” Hızımı alamayınca, bu inancımı aralıklarla tekrarlamayı da sürdürdüm. Fırsat buldukça, ekledim, ekleştirdim buradan: “…Direnme gücümüzdür sanat; yaşama sebebimiz, savaşma gerekçemizdir…” diye. Lâf taşıdım, “sanat tespit etmez, olacakları sezer” diye. Alıntı yaptım, “sanat görüneni tekrarlamaz; görünür kılar” diye. Hemşehri öğüdünü paylaştım; “Bir ülkenin türkülerini yapanlar, kanunlarını yapanlardan daha değerlidir” diye. Elbette ki, sanatın gücünü hafife alanlar, (benim pazartesi ve cuma günleri yazmamı da fırsat bilerek…) “Kuşatma” için, Çarşambayla Perşembe arasını bile boş geçmediler. Tekrar olacak ama, “gaflet, dalalet ve hattâ…” torbasına, daha nice “ibret verici utançlar” atıldı güzel ülkemde… Ama sanmayınız ki kötümserim. Asla ! Çünkü, inancımı, her dem taze tutmak için ayağımıza dolaşan güzel vesilelerle besleniyorum ben. İşte hafta içinde, bu sofralardan birine, İzmir Özel Türk Koleji (İTK) sahnesinde misafir oldum… Gençler, “Sizden öğrenecek değiliz” yollu hafif ve ucuz söyleme, dil çıkarttılar sanatlarıyla… Yine su serpildi yüreğimize. “İyiye, güzele düşman ve karanlıkta bekleyen kim varsa” onlara dönüp yüzünü, “Siz öyle zannedin; sanatçılardan öğreneceksiniz !” dedi tekrar tekrar içimdeki ses; öğrenci dostların sayesinde…
“Flashdance Müzikal Projesi”, Yönetmen Serdar Saatman’ın İTK’daki beşinci senesine rastlıyor... Bugüne kadar, Brecht – Üç Kuruşluk Opera, Mamma Mia ve Grease müzikallerini, büyük prodüksiyonlarla sahnelemişler okulda. Üç Kuruşluk Opera ile Antalya turnesi bile yapmışlar… Diğerleri gibi, bu sezonun ürünü olan Flashdance müzikali de, “profesyonel ışık ve ses sistemleri desteği”nde, (okulun müzik öğretmenlerinden oluşan) orkestranın canlı performansı eşliğinde sahnelendi. “Gençlerin hayallerinin peşinden koşmasının ne denli önemli olduğuna da vurgulamak istedik ve 1980’lerin kült filmi olan, sonradan önce Broadway’de sonra dünyanın her yerinde abartısız binlerce defa sahnelenen Flashdance müzikalini seçtik…” diyor Yönetmen. “Görünen yüz”, gerçekten çok etkileyici idi. Onu burada kelimelerle anlatmam olası değil. “Perde arkası”nı sordum, haliyle… Çalışmalar, Ağustos ayında İngilizce, Türkçe ve müzik bölümlerinin toplantılarıyla başlıyormuş. Sürece, yapılacaklara, seslendirilecek şarkılara karar veriliyormuş. Metnin dramaturgisi de yapıldıktan sonra, okulların açılmasıyla birlikte müzikal oyuncu seçmelerine başlıyorlarmış...
Devamını (özetle) yine, Saatman’ın ağzından dinleyelim: “…Bu sene 97 öğrencimiz başvurdu. Seçmelerde dans – tiyatro ve şan yeteneklerini inceliyoruz. En önemli beklentimiz, istekli ve disiplinli olmak. Müzik ve dans öğretmenleri ile tiyatroculardan oluşan bir jüri adayları izliyor. Flashdance için meselâ, 97 öğrenciden 22’sini müzikalimize seçtik… /…Dans – şarkı – sahne provaları usta eğitmenler tarafından çalıştırılıyor. Eylül – ocak arasında bu provalar sürüyor. Şubat ayında ise hepsini toparlayıp, Mart ayında, oyun için baştan sona akış almaya başlıyoruz. Bu arada dekorlar ve kostümler profesyonel tasarımcılar tarafından yapılıyor. Nisan ayında, kostümlü ve dekorlu provalar… /…Bu sene 7 gösterim yaptık. Dekorlar ses ve ışık sistemleri 8 kişilik orkestra – 6 kişilik teknik ekip – 2 öğretmen ve ben, 2 kamyon ve 1 büyük otobüsle büyük bir turne gerçekleştirdik. Marmaris – Manisa - Bornova – Çiğli’de sahnelediğimiz oyunları toplam 3500 kişi izledi…”
Sohbetimizin (bana göre) kilit cümlelerini de paylaşmak isterim. “…Gençlere gerçek bir tiyatro deneyimi yaşatıyoruz. Profesyonellerle nasıl çalışılıyorsa, öğrencilerle de aynı şekilde çalışıyorum. Sahne deneyiminin onlara her şeyi öğreteceğini biliyorum çünkü... Ekip olmayı, özgüven geliştirmeyi, üretmeyi, düşünmeyi öğrenebilsinler diye…” İsimler çok da önemli değil. Saatman’ın şahsında, bu “başarı öyküsü”ne sebep olan, bu akışın önünü kesmeyen; aksine köpürmesine yol ve fırsat veren veren, arkasında duran, “sınav ve sınavların tek seçenek olmadığı”nı öngören herkese; velilerden en tepedeki yöneticiye kadar herkese (sanatsever kimliğimle) şükranlarımı sunuyorum. Bu gençlerin, başımızın tâcı olduğunu yineliyorum. Çünkü biliyorum ki, “Bir aydınlık biri karanlık iki odanın arasındaki kapıyı açtığınızda, açılan kapıdan, karanlığın diğer odaya sızdığı, sızabildiği görülmemiştir”. Kazanacağız ! Kapıları açmaya devam; birer birer…
Ve, “sanatı, bir yaşama biçim yapamamış müzisyenler”in, güvenlik endişesiyle program üstüne program iptal ettiği bir ortamda...
Neden olacak?
Olasılıkla, müziği, bütün itiş kakışın üzerinde tutan “Viyanalı ruhu”, “Efelik bu değil; İzmir’den gelen bir dâvet reddedilemez” diye seslenmiş olmalı parmaklarına...
Üstüne, “sadece sevilmiş olanlar”a özgü, gerginlikten uzak kumaşı, müziği, “edebiyat, müzik ve tarih” ile birlikte yorumlayan adanmışlığı, hızlandırmış olmalı adımlarını...
Geçenlerde, Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde, şef İbrahim Yazıcı yönetimindeki Olten Filarmoni Orkestrası eşliğinde gerçekleştirilen konseri mutlaka okumuşsunuzdur; yabancı TV’lerin kayıt alabilmek için yarıştığı ve sanatçının peşinden sürüklendiği gece hani... İzmir medyası (?!), bu “olağanüstü ziyaretçi”yi ıskalar mı hiç? Onlarca haber yapıldı hakkında (?!), sayısız mülâkat istendi “Paul Gulda”dan...
Bu sebeple, ben sadece Mozart’ın 3 ayrı “Piyano Konçertosu”nun “aynı programa sığdırılışı”yla İzmir’e armağan edilen görkemli buluşmanın, “o sahneye sığmayan virtüöz”ünden bahsedeceğim.
Önce, “K.459 Fa Majör No.19” Konçerto’yu dinledik kendisinden.
(denizcilerin uzun yılların gözlemlerine dayanarak oluşturdukları)
“geleneksel fırtına takvimine itibar eden yapraklar”da;
her yıl 16 Nisan'da başlayan ve “3 gün süren bir fırtına”nın adıdır, “Kuğu Fırtınası…”
Ve 16 Nisan, aslında, Türk ve dünya tarihinin,
“kırılma noktası” denilebilecek olaylarına da tanıklık eden bir gündür…
Nitekim, sadece sosyal medyadaki kısa bir araştırmanın, Size “tarihte bugün” başlığı altında, pek çok ilginç olay sunacağını göreceksiniz… (1945 - Kızıl Ordu Berlin'e girdi / 1959 - Ankara Üniversitesi'nde okuyan bir grup genç Said-i Nursî'ye "Ankara Üniversitesi Nur Talebeleri" imzasıyla Şeker Bayramı tebriği gönderdiler / 1968 - Türkiye İşçi Partisi (TİP) yöneticileri Rıza Kuas ve Prof. Sadun Aren hakkında Akdeniz Ülkeleri İlerici ve Anti emperyalist Partiler Konferansı'na katıldıkları için soruşturma açıldı / 1971 - Türkiye İşçi Partisi yönetimine "Kürtçülük" iddiasıyla dava açıldı / 1972 - İnsanoğlunun 5. ay yolculuğu 'Apollo 16' uzay aracı ile başladı / 1974 - Eski Demokrat Partililere siyasal hakları geri verildi / 1982 - CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, Sıkıyönetim Askeri Mahkemesince tutuklandı / 1984 - Kültür ve Turizm Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu, "Çıplak denize girmek isteyen turist Türkiye'ye gelmesin" dedi / 1994 - "RTÜK Yasası" Meclis'de kabul edildi / 1995 - Güney Afrika Cumhuriyeti ağır insan hakları ihlalleri olduğu gerekçesiyle Türkiye'ye silah ambargosu koydu / 1999 - Harvard Üniversitesi, Tansu Çiller'e fahri doktorluk verilmediğini açıkladı…)