Öncelikle ve kocaman kocaman, “Lübnanlı şair” yazıyordu,
Rabih Lahoud (vokal) adının önünde…
Nitekim, “klâsik piyano, kompozisyon, klâsik vokal
ve caz vokal eğitimi almış olsa bile,
“şarkî bir şair” gibi söyledi “şarkı”larını…
Sanki Marcus Rust da ,
“…Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden /
Bir kere, “ustalık kokan bir iddia” bulmalıyım;
yaptıkları “cazın renklerinde” diye düşünüyorsunuz.
“…Ama müziklerinde, ‘şans, kişisel hakimiyet, pokerden rüzgârlanmış
ve meydan okuyan bir doğaçlama enerjisi’ de olmalı…”
Geçen pazartesi, bunların çoğunu bulduk, AASSM küçük salonda.
Avusturya Cazını, 2010 yılından beri dünya festivallerine taşıyan grup,
her parçadan önce,
“Slm nbr cnm” türünden kısaltmalara, “syg” şeklindeki imzalara, standart emojilere, sizi hiç tanımayan birinin; “…merhaba” diye lâfa girip, “sevgiler…” diye bitirdiği “resmî yazışmalar”a zaman içinde alıştık.
Geleceğin iletişim modeli, bundan da beter olacak sanırım. “Sözcük”ler önemini yitirdikçe, “hemhâl” olmanın lezzeti de kayboluyor. “Enter çocukları”, teknolojinin de şiddetli desteği ve hattâ imrendirmesiyle, sadece tuşların üzerinde geçirecekleri bir hayat hazırlıyorlar kendileri için; ya da “dokunma”nın, sadece, parmak ucuyla ekrana temas etmekten ibaret sanıldığı günlere demleniyorlar.
Bizim kuşağımız, bu “yeni normal”e ne kadar yaklaşabilirse, hayata da ancak o kadar tutunabilecek. Bir tek, “tercihlerin vazgeçişleri kovaladığı” kaçışlar, “eskilerin kendi sosyal getto”sunda nefes almasına imkân verecek gibi görünüyor. Yani “uzak durmaya çalıştıklarınız ve sakındıklarınız”, “küçük huzur bahçeleri”nde yaşamanıza ne kadar izin verirse o kadar.
Bu “yeni düzen”e ayak uydurmak, bir dizi “yeni yetkinlik” sorunu mudur ? Bir bakıma “evet…” Yetkin olmaya hiç ihtiyaç duymadan, bu oyunu götürmek mümkün mü peki ? Ne yazık ki, bu sorunun yanıtı da, “evet !” “Vasat sıradanlığı” da sollayan ve yükselmeye devam eden “hoyrat sıradanlık”, “cilve yap” denilen devenin, “30 dükkân yıkması”na benzer bir çalımla, devire devire, kendine her gün biraz daha yer açıyor.
Ya da ömrü vefa edenler arasından, kim yazacak ve kim okuyacak olursa olsun...)
Aşağı yukarı şu satırlarla göz göze gelecekti:
“...İlk kez, 24. İzmir Avrupa Caz Festivali’nde dinlemiştik, ünlü caz piyanisti Manuel Magrini’yi.
O tarihte ilk kez geliyordu ülkemize ve daha ‘talebe irisi’ bir delikanlıydı...
Çok gençti, yeni mezun sayılırdı.
‘İngilizcesi için özür dileyecek, kazağını sahnede çıkartacak kadar, samimi, yapmacıksız, doğal ve sahne deneyiminden uzaktı.
Avrupa cazı gibi, pek çoklarının burun kıvırdığı, hattâ çok yüz vermediği bir platformda, ‘herhangi bir besteyi, bestelenmiş gibi değil de doğaçlama yapıyormuş gibi’ çalma yeteneği ve bunun üzerine kurguladığı stiliyle, kompozisyon denemeleriyle bir hayli merak uyandırmıştı.
Ama, daha o yıllarda bile, ‘beklenmedik bir yeteneğe sahip olduğu’ söyleniyordu.
“Invitation a la Valse, La Harpe Caprice ve La Gondole Barcarolle”, Avrupa müzik piyasasına, hep bu yayınevi tarafından satışa sunulmuştur. Meraklısı, Sultanı, daha ziyade “Bî huzurum nâle-i mürg-i dil-i divaneden…” diye başlayıp, “…Terk-i can etsem de kurtulsam şu mihnethâneden” diye biten Muhayyer şarkısıyla, Hicaz Mandra’sı veya Hicazkâr Sirto’suyla tanıdığı için olsa gerek bu ıskalama…
Osmanlı padişahları arasında, Batı tarzında en çok eser vermiş olan ise, Sultan V. Murad’dır. Yayımlanmamış el yazması eserlerinin yüzlerce sayfayı bulduğunu biliyoruz. Bunların, “polka, vals, quadrille tarzı ve dönemin popüler dans müziği şeklinde yazılmış parçalar“ olduğunu, Emre Aracı’dan öğreniyoruz.
Tanburî ve neyzen olan III. Selim ise, malûm Sûz-i dilâra makamını terkip eden seçkin bir sanatkârdır. Aynı zamanda bir mevlevî olan ve bu makamdan bir de Mevlevî Âyini bestelemiş bulunan Sultan’ın, dinî mûsikîmize ait âyin, durak, na't, ilâhi formundaki eserlerinden başka, “din dışı mûsikîmizin en büyük formu olan kâr'dan başlayarak beste, semâi, şarkı, köçekçe, peşrev, saz semâisi” olarak 64 eseri elimize ulaşmış durumda. Bunların 17’si saz eseri… 36 Osmanlı Padişahının, 26’sı çeşitli “mahlas”lar altında şiir yazdılar. Kanunî (Muhibbî) ve Fatih (Avnî), II. Mahmud (Adlî) , en meşhurlarıdır. II. Abdülhamit, marangozdu. Hattat olanlar var; ressam bir Hâlife ve diğerleri…
Geçmişin bu kısa tahlilinden sonra, arşivimdeki, Çetin Altan’ın, 2000’de, (bugünleri bile görmeden) “Akşam’da 35 yıl önce yazılmış bir yazı... " notuyla tekrar yayınladığı, “Kâbus gibi” yazısına uzanıyor ellerim. Tekrar göz gezdiriyor ve sizler için küçük bir özet hazırlıyorum.
Öğreniyoruz ki, “...İzmir Büyükşehir Belediyesi, Halkapınar’dan sonra, metronun son durağı Evka 3’teki otobüs durak ve araç otopark alanının düzenlenmesi için açtığı ulusal mimari proje yarışmasını da sonuçlandırmış... 25 Şubat Cumartesi günü Kültürpark’ta düzenlenecek kolokyumla (küçük akademik tartışma toplantısı ile) birlikte yarışmada dereceye giren proje sahiplerine törenle ödülleri verilecek”miş.
Kente kazandırılacak mimari eserlerin yarışma yoluyla seçilmesi, kuşkusuz önemli, saygıdeğer ve hararetle desteklediğimiz bir tercih. Belediyemiz, “ne yapılması gerektiği” konusunda, fikir almayı sevmese de “nasıl yapılması gerektiği” konusunda, kabul etmek zorundayız; çoğulcu ve katılımcı davranıyor. Vapurlarımız, AASSM ve Opera binası gibi...
Mümkün olabilse (hiç değilse zaman zaman) bunun tersini (de) deneyimlemek, kentin yazgısını değiştirebilirdi... Basit anlatımla, “yağmur nasıl yağıyor?” sorusuna, “bilimsel bir yanıt bulmak, hiç de zor değildir.” Oysa, “yağmur neden yağıyor?” sorusunun tartışılabilmesinde gizli kıvılcımlar, bizi, “kentin felsefesi”ni yaratma ve yaşatma kavşağına çıkartır ki, o da “kent insanla yaşar” cümlesinin, bir başka açıklamasıdır. Yani aynı çeşitlemeyi, “meydan nasıl düzenlenmeli?” sorusunu önemsizleştirmeden, “meydan neden düzenlenmeli?” katılım ve paylaşımına da yöneltebilsek, İzmir bambaşka bir kent olabilir. Ama buna da şükür!
“...Bölgeye cazibe kazandırması hedeflenen proje yarışmasına ilgi büyük olmuş. Başvuruda bulunan 100 eserden 99’u uygun bulunarak değerlendirmeye alınmış. 6’sı mansiyon olmak üzere toplam 9 eserin ödüle layık görüldüğü yarışmada, Mimar Sıddık Güvendi (Ekip Temsilcisi), Mimar Barış Demir, Mimar Oya Eskin Güvendi, Peyzaj Mimarı Özge Dominguez Perez ve İnşaat Mühendisi Mehmet Ali Yılmaz’dan oluşan ekip birinciliği kazanmış. Yarışmada, birinci olan projeye 80 bin TL, ikinciye 60 bin TL, üçüncüye 40 bin TL, dördüncü, beşinci ve altıncıya ise mansiyon ödülü olarak 30 bin TL verilmesi ise ayrı bir sevinç kaynağı... Çünkü bu kentte, yerel yönetimlerin şiir yarışmaları için koyduğu ödül, (vergisini kazananın ödeyeceği ayrıntısı, şartnâmede belirtilmeksizin) brüt 4 bin lirayı geçemediği için, bu ayrıntı bile, (tasarımın sanat boyutunu asla ıskalamıyor olmamıza rağmen...) İzmir’de, bayındırlık ve sanata bakış açımızın tuhaf bir göstergesi olarak ayağımıza dolaşıyor. İster istemez, yerel yönetimlerin, yine, “nasıl sanat?” sorusuna yoğunlaştığı, “neden sanat?” sorusunun ayrıcalığını, ikinci sınıf bulduğu çıkarımıyla burun buruna getiriyor bizi.
“…Tutku ve istek bir bütünün iki yarısıdır. ‘Yedi Bilgeler’, bu iki duygu ile yoğruldu. Ân’ı yakalamak, yaşama anlam katmak için… Üzüm hevesle işlendi en iyi şarabı yaratmak için. Biz hep heyecanla sunuyoruz şarabı; gerçek içinde saklı (In Vine Veritas…) olduğu için…” Ve (özetle) şöyle devam etse bu davet; ayaklarınız oraya sürüklemez mi sizi ? “…Yalnızca hayali vardı / …sonrasında şarabın zenginliğine ve zarafetine uygun bir mimari için çalışmalara başlandı; Xavier Bindl ile çalışıldı. Bölgenin 2500 yıllık geçmişinde iz bırakmış mimari ögeler kullanılarak projelendirildi bina / ...Şarap geleneğinin Avrupa’daki yansıması olan şato mimarisi ile Anadolu’nun kervansarayları sentezlendi…”
Ya da, “…isim düşünüldüğünde, zaten bu toprakların, bu topraklarda üretilen şarabın hakkıydı bu isim; Yedi Bilgeler... Bizim bu ismi kullanmamız; bu topraklarda yaşamış, insanlığın ortak atalarına, düşüncenin, felsefenin babalarına bir saygı duruşu, bir selam veriştir…” diyerek, “…Efes ile Magnesia arasındaki antik yol üzerinde ve İyonya kent devletlerinin merkezinde yer alan bölgenin, bilim ve düşüncenin yanında şarap ve zeytinyağının üretildiği ve bütün Akdeniz havzasına sunulduğu alan olduğu”nun altı çizilse, merakınız bir kat daha artmaz mıydı ? Ama benim “sebebim” ve beni en çok etkileyen cümle, bunlar değil ! Ben, “nitelik” takıntısını estetikle buluşturan, “seçilmiş” tek bir “sözcük”le vuruldum… “Üzümü üzmeden, ezmeden şaraba dönüştürecek bir şaraphane kuruldu” diyordu. “Üzümü ezmemek sıradan bir kastı tarifleyebilirdi… Ama onu “üzmemek” ayrıntısındaki dantel, benim için, büyük resme gizlenmiş “bir yaşama biçimi”ni anlatıyordu.
Burada bir parantez açıp, M.Ö. 600-500’lerde, yani bilimin, felsefenin gerçek anlamda doğuşunu müjdeleyen ve “Altın Çağ” sayılan bu dönemde yaşayan “Yedi Bilge”nin, bu konudaki ilk “öğütçüler” olduğunu hatırlatmak ve aslında (yine web sitesinden bir alıntıyla) “…birer filozof olmaktan çok felsefeyi başlatan düşünürler” sayılabileceklerini söylemek de yanlış olmayacaktır. “…Onlar iktisadi ve toplumsal dengeleri gittikçe bozulan; bağlı olarak büyük ahlâkî sorunlar yaşayan bir Coğrafya’nın kural koyucuları (öğütçüleri), toplumsal dengeleyicileriydiler. Yedi Bilgeler’in sayısı ve kim oldukları hakkında farklı görüşler olmakla birlikte, ilk gerçek felsefe tarihçisi Diogenes Laertios yedi kişiyi şöyle sayar: Thales, Bias, Solon, Khilon, Pittakos, Periandros, Kleobulos…” (Meraklısı, bu konudaki ilk yayının 1968 tarihini ve Şadan Gökovalı imzasını taşıdığını unutmasın; belki sahaflarda bulunabilir…)
“…Yedi Bilgeler; felsefe, düşünce, bilgi, öğrenme sevgisi, sohbet, paylaşım ve şarapla olmak demek... Bu paylaşımları yapabileceğimiz ortamlar demek…” yollu “manifesto” ise sanatla uğraşanlara başka bir cazibe sunuyordu ve “bağ evinde”ki meselenin, “yemeğin yanına biraz da müzik”ten çok fazlası olduğunu anlatmaya yetiyordu. Bizim “bna / bir nefes alaturka yorumcuları” için ise fazladan, buram buram “aşk” kokuyordu; “üzmemek edep, ezmemek ise ölçü ve huzur ” barındırıyordu… Üstüne, sahnede, birkaç farklı müzik grubunu, “konser” çizgisine sadık kalan bir biçemde dinleyince, “haydi âşıkaan…“ dedik.
İzmir’e, 2015 sonlarında “Sadâ-yı Aşk” konseri ile gelmişti, “bna yorumcuları”. “7 Bilge dostlarıyla sahnede hemhâl olalım o zaman…” fikriyle, “özünde sufî” gala repertuvarının adını, ‘Bilge’ koydular”. “Kanun, ney, ud, klâsik kemençe ve piyano”, 3 Mart Cuma akşamı, Selçuk-Çamlık’ta; “aroma ve buke”sine, “bir hayli de doğaçlama” gizlenmiş, bu “şarabî buluşma”ya hazırlanıyor şimdi...
“Nikrîz, Segâh, Nihavend, Uşşâk…” derken, “şarap, içindeki ‘gerçek’ten haberdar mı ?” ya da “gerçek, şaraba saklandığının ne kadar farkında ?” diye soracağız; hepsi bu ! Bildiğiniz, “Bilge”lerin, “dem bu demdir“ kelâmı yani…
Kaçmasın diye bileğimize bağlarlardı. O yıllarda, daha “elden uçurulan fırsatların sembolü” olacağını bilmezdik. “Uçan Halı” ise 1001 Gece Masalları’nın, varlığına “hayret saklanmış” vazgeçilmeziydi. “Uçan Araba”ya gelince... Fantastik bir müzikaldi, “Chitty Chitty Bang Bang”. 1968’de vizyona girmişti ve bu filmde hikâye, kanatlanan ve uçan bir arabanın etrafında dönüyordu. Arabanı şarkısı hâlâ kulaklarımızdadır. (https://www.youtube.com/watch?v=yBizWE31R78&list=PLB6CD19EEFC449960)
Opera kütüphanesindeki “Uçan Hollandalı”, liberetto ve bestesi Richard Wagner’e ait üç perdelik bir operaydı. Heinrich Heine’nin 1834 tarihli eski bir efsaneyi, hiciv diliyle yeniden söylemesinden uyarlanmıştı ve ilâhi güçler tarafından, kıyamet gününe kadar denizlerde yelkenli kullanmaya mahkûm edilmiş olan Hollandalı bir gemi kaptanını anlatıyordu. (Uvertürünü paylaşalım; https://www.youtube.com/watch?v=HqezCR_XzaI)
“Uçan Süpürge”, önce bir “Kadın ve İletişim Derneği” olarak kuruldu. Giderek, “-Uçan Kalem- Kadınları ve Kadın Filmleri Festivali’ne kadar evrildi bu fikir... Hepsinden bağımsız bakıldığında, “Uçan Kuş”u vurmak”, yaptığınız işte ustalığı tanımlayan bir deyimdi.
Bazı kuşaklar ise bu kadar “uçan şey” arasından, (aynı kadîm öğretilerin felsefesini de bir yana bırakıp, sadece) uzak doğu sporlarına tutunarak, “Uçan Tekme”yi seçtiler. Onun da değişik toplumsal kazanımları oldu. Bugün bile parlamentoda hâlâ kullanılıyor meselâ...
Ama “Uçan Piyano”yu ilk kez, 24. İZMİR AVRUPA CAZ FESTİVALİ’nin afişinde gördük. (En azından ben onlardan biriyim...) Suzan Kıryaman’ın, 15. ödülle onurlandırılmış tasarımı olan bu “siyah kuş”, herkese farklı şeyler çağrıştıracak kuşkusuz... Kimi düpedüz “karga” diyecek, kimi ona, “Savarona – Kara Kuğu” muamelesi yapacak. Kimi bakınca “Hitchcock”u görecek. Kimi, bir balerinin repertuvarındaki en zor rollerden biri olan, “Kuğu Gölü”nün “Odette / Odile” ikilemi ile yüzleşecek ya da “hiçbiri”... İşte sanatın tartışılmaz ve büyülü raksı! Sanatçımız, afiş çalışması için bir manifesto yazmışsa eğer, bir şekilde, onu da ilerleyen günlerde sanatseverlerle paylaşmayı isterim elbet.
Dolayısıyla, “ödül almış bir afiş”in spekülasyonuna ayrılmış bu yazıda, Festivalin açıklanmış programını, uzun uzun tekrarlamanın bir anlamı yok. 11 konser, 1 sergi, 1 seminer, 1 film gösterisi, atölyeler ve yan etkinliklerin yer aldığı programıyla İKSEV, yine İzmirlilere muhteşem bir caz şenliği yaşatacak. Üstelik “Uçan bir piyano”nun sırtında...
Dünyanın hangi köşesinde, 30 TL’ye, (indirimli grupların 15 TL’ye) konser dinlenebildiğini sormak ve sadece, siz bu satırları okurken, biletlerin “biletix gişeleri”nde satışa çıktığını hatırlatmak yeterli sanırım. Ama yine de derseniz ki, “hangisi?”
Almanya’nın kültürlerarası öncü müzik grubu “Masaa”nın, Arap Şiirselliğini çağdaş caz ile buluşturdukları özel projeleri ile 10 Mart 2017 Cuma günü AASSM küçük salonda olacağını, “Rabih Lahoud (vokal), Marcus Rust (trompet), Clemens Pötzsch (piyano) ve Demian Kappenstein’dan (davul) oluşan Grubun”, caz, yeni klasik, dünya müziği ve pop yelpazesinde seyreden, oryantal seslerle ve Arap şiiriyle bütünleşen sıra dışı bir müzik sunacağını söyleyelim.