Nihat Demirkol

İzmir taksilerinde papatya falı...

13 Nisan 2018
Ekrem Demirtaş, Mahmut Özgener, Demirtaş, Özgener, Demirtaş...

Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener...

Haziran 2015’te yazdığım bir yazıya, “Siyaset bir ‘Papatya Falı’dır...” diye başlık atmışım. Her ne kadar siyasetle “uzaktan yakından bir alâkası yokmuş” gibi gözükse de son günlerde bindiğim bütün taksilerdeki, “papatya falı”nın konusu “İzmir Ticaret Odası” seçimleri...

Üyeler, pazartesi günü, meslek komitesi ve meclis üyelerini belirlemek için sandık başına gitti.
Şimdi de, seçimi kazanan 175 meclis üyesi, (cumartesi günü) İTO Meclis Salonu’nda toplanarak, oylarıyla, yönetim kurulu başkanı ve meclis başkanını belirleyecek...

Dönelim, yukarıda bahsettiğim yazının can alıcı paragrafına:

“...Türlü kurmaca ve vesileleri kullanıp anlam çıkartma ve gelecekte olacakları öğrenmek merakıyla; aslında ‘istediğim çıksın’ diye niyet tutulan, bakılan, içilen, açılan, saçılan ‘fal’lar arasında, en romantik ve zararsızlarından biri gibi görülen ‘papatya falı’nın; gözlerden kaçırılan asıl vahim sonucu nedir, biliyorsunuz değil mi? Gerçeği ‘öğrendiğinizi sanmak’ için, en az 1 papatya öldürmek zorundasınız! Üstelik, son yaprağı koparttığınızda, ânın heyecanıyla... Sonuç ne çıkmış olursa olsun, ‘elinizde sadece yolunmuş bir sap kaldığını’ fark etmezsiniz bile...”

Ben bu işlerden anlamam! Ama sanmayınız ki, İzmir taksilerinde, sadece, “Ekrem Demirtaş yine kazanır” veya “bu sefer kaybedecek abi, değişim kazanacak, ben ‘Özgener’ diyorum” yollu konuşmalar üzerinden bakılıyor “papatya falı”na... Sarf edilenler arasında, hayli dikkati çeken ve “tereddütle tütsülenmiş” bir cümleyi de paylaşmak isterim: “Ekrem Demirtaş gitmeliydi, ama gelecek Mahmut Özgener mi olmalıydı?”

Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener... Demirtaş... Özgener...

Yazının Devamını Oku

“ALTAY” için...

9 Nisan 2018
HERKESİN ağız birliği yaptığı gibi, “insanın içinden gazete okumak, haber dinlemek” gelmiyor.

 

Kasvet terazisi hep ağır tartarken, kimse de kimseyi, bu yüzden ayıplamıyor zaten.
Sükûnete hasretiz; huzurdan kuşku duyar olduk! Dostluklara mesafeli, gerginliğe aboneyiz. Bağışlamak ve unutmaktan, neredeyse vazgeçmiş gibiyiz. Telaşlıyız, dingin ve yavaş değil!
İnsanları yargılamak ve haklarında hüküm vermekten, onları sevmeye zaman bulamaz haldeyiz. Dünyada herkesin bir öyküsü olduğunu unutmuşluğumuzla, sevmediğimiz halde sever gibi yapmacıklığını körüklüyoruz. Kaybetmeyi, ahlâksız bir kazanca tercih edemiyoruz. Sabırlı, sevecen ve erdemli olmayı, yaşama sebebimiz yapamadık bir türlü...
Bu koşullar altında bile, umut tazeleyen bir şehir İzmir!
Geçen hafta, İzmir’de dünyaya gelen oğullarına, “Altay” adını verdi anne ve babası.
“3 bin yıl önce yazılan bir yazı” ile “Hoş geldin...” diyelim bebeğe...

Yazının Devamını Oku

Gazetem İle Farklı Düşünüyorum...

6 Nisan 2018
“Hürriyet” böyle “bir şey”dir işte !

 

Ben Pazartesi günkü köşe yazımda, “Basmane Meydanı, 1 Nisan Şakası mı ?

Dünyadaki ünlü meydanları görmüş olsalar,

İzmir’in göbeğine böyle bir ‘tuhaflık’ yerleştirmezler.

Ben size, daha ne diyeyim ?” diye sorarken;

 

Aynı gün gazetem, (DHA referansıyla...)

“9 Eylül Meydanı yeniden yaratıldı...” diye haber yapıyordu.

Yazının Devamını Oku

Basmane Meydanı, “1 Nisan Şakası” mı ?

2 Nisan 2018
Trafalgar Meydanı...

 

Kızıl Meydan,

Tiananmen Meydanı,

Times Meydanı,

Concorde Meydanı,

Potsdam Meydanı,

Aziz Peter Meydanı,

San Marco Meydanı,

Yazının Devamını Oku

Özgener söyleyince, “Proje” olan öneri...

30 Mart 2018
“DHA”, şubat ayında Sayın Mahmut Özgener’in “12 projesi”ni duyurdu.


İzmir Ticaret Odası (İTO) Yönetim Kurulu Başkanlığı’na aday olan Mahmut Özgener, “Hazırladıkları 12 projeyle hem İzmir’i hem de Oda’yı uluslararası marka haline getireceklerini” söyledi. Özgener, “İnovasyon üssünden gurme köylerine, atölye kentlerden veri bankalarının kurulmasına, festivaller kenti olmaya kadar bir çok konuda, İzmir ve İTO için projemiz hazır” dedi.
(12 denilmiş ama) medyaya yansıyan bu 14 proje başlığı şöyleydi;
“...İnovasyon Üssü, Yerel Lezzetler İçin Gurme Köyü, Kobilere Atölye Kent, Veri Bankaları Kurulacak, Spora Stratejik Plan, Hedef AB Fonları,
Çin’den Silikon Vadisi’ne, Dünya İle Entegre Olunacak, Finans, İhracat Ve Eğitim Desteği, Sinerji Artacak, Gençlere Girişimcilik Desteği, Alanındaki En İyiler Gelecek, Yepyeni Bir Kurum Ortaya Çıkacak ve Festivaller Kenti İzmir...”
Beni özellikle ilgilendiren, elbette ki, “Festivaller Kenti İzmir...” fikri, niyeti ve dokunuşu.
İzmir medyasında, bu öneriyi gündeme getiren ve ısrarla gündemde tutmaya çalışan “tek kalem”, benim çünkü...

Yazının Devamını Oku

Çiçek, böcek, su, sabun, etli, sütlü...

26 Mart 2018
Pazartesi günü yazdığım,

 

 

“..Sanat Yazılarının, Siyaset ve Bok Böceği İle Olan İlişkisi”ni sorgulayan yazıma,

içeriğine farklı noktalardan, yaklaşan çeşitli geri-bildirimler aldım...

 

Açıkcası, “Osmanlı hicivinin, şâheserleri”nden biri üstüne,

daha “şapka çıkartan” yorumlar bekliyordum. 

“Bok böceği”

Yazının Devamını Oku

Sanat Yazılarının, Siyaset ve Bok Böceği İle Olan İlişkisi...

23 Mart 2018
Amin Maalouf, “Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl” romanında, roman kahramanını, “Mısır uygarlığı’nda Skarabe’nin yeri…” başlıklı tabliğinde, (özetle ve çeviri diliyle biraz oynanmış haliyle) şöyle konuşturur:

 

 “...Firavunlar zamanında, Skarebe’ye kutsal bir nitelik verildiğini söylemekle, Kimseye yeni bir şey öğretmeyeceğim... / ...Onun sihirli olduğuna yaşamın büyük sırlarını bildiğine inanılırdı...

 

…Bir Kırıkkanatlılar uzmanı için, II. Ramses’in, tezek yiyici bir böceğe taptığını öğrenmenin, ne demek olduğunu bir düşünün ! Skarebe’ye tapmak, Mısır sınırlarını aşmış, Yunanistan’a, Fenike’ye, Mezopotamya’ya kadar yayılmıştı... / …Eski Mısırlıların, bizden 4000 yıl önce yaşamış da olsalar, asla ilkel bir kavim olmadıklarını belirtmeme gerek yok. ‘Büyük Piramit’i yapmışlardı ve şayet sığırın tezeğini yoğurmakla uğraşan bir böceğin üzerine hayranlıkla eğilmişlerse, bu ancak saygı duymamız gereken bir şeydi…’

 

…Skarebenin yaptığı neydi ? /...(Üstelik) Ona tapınılması, davranışını değiştirmesine de yol açmamıştı. Arka ayaklarıyla tezekten bir parça kopartıp yuvarlamakta, önüne geçirip topaklamaktaydı. Önceden toprağa bir delik açıp, topağı tamamladığında, onu deliğe itmekteydi. Hattâ, birinci harikası da buydu. Doğrudan deliğe iteceği yerde, ters yöne, ufak bir kum çıkıntısının tepesine doğru itip, deliğe, oradan yuvarlanarak girmesini sağlıyordu...

 

...Skarabe’lerin en bilinen türüne Sisyphus deniliyordu. Mısırlılar bunda bir başka efsane, bir başka simge görmüşlerdi. Skarabe bir kez topağını deliğe soktuktan sonra, yerinden oynamaması için onu armut biçimine sokuyordu; sonra da ince ucuna bir yumurta bırakıyordu. Çıkan larva, beslenecek bir şeyler buluyor ve orada olgunlaşıncaya kadar, yani, -yeni bir Skarebe kabuğundan çıkıp aynı hareketleri yapıncaya kadar-, kendi kendine yaşıyordu... / … Mısırlılar, bu yuvarlanan topağa, ‘güneşin gökyüzündeki hareketinin simgesi’ ve tezekte tabutlarını kıran Skarabeler için de, ‘ölümden sonra diriliş’ demişlerdi. Piramitler (de), stilize edilmiş muazzam armutlar değil miydi ? Ölünün, Skarabe gibi, günün birinde daha güçlü çıkacağını ve işinin başına döneceğini ümit etmemişler miydi ?”

Yazının Devamını Oku

İstiklal Marşı’nı hepten kaldırın!

19 Mart 2018
Kimse söylemiyor; söyle(ye)miyor(muş) zaten...

 

Değiştirmeyelim; kaldıralım! Söylemeyenler-söyleyemeyeneler; “cahil spikerler ‘ulusal marşımız’ demekten vazgeçmiyorlar diye, tavır koyuyor olamazlar. Sözleri “Taceddin Dergahı”nda yazıldığı için söylemiyor, hiç olamazlar. Mehmet Âkif’in, açılan yarışmaya, “millî bir görev için para ödülü konulmasına karşı olduğu” cihetle katılmak istememesi de söylememek için bir sebep değil. Umür-ı Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin, 5 Şubat 1337’de (1921) “...Asıl endişenizin icab ettiği ne varsa hepsini yaparız” diye yazdığı mektubu görmemiş olmalarının da tercihlerini etkilemiş olduğunu sanmıyorum. Aynı günlerde, sırtında paltosu bile olmayan Şair’in, “500 lirayı alıp fakir müslüman kadınlara ve çocuklara çeşitli işler öğreterek yoksulluklarına son vermek amacıyla kurulan ‘Darülmesai’ adlı derneğe bağışladığını duydukları” için de söylemekten uzak durdukları akla yakın gelmiyor. İstiklal Marşı’nı Türk milletine armağan ettiği ve bu sebeple “Safahat”ına almadığını bilmedikleri için söylemediklerini varsaymak ise pek manasız olur.

Zannımca; söylemiyor olmaları, “Zeki Üngör Bey”in bestesi kötü olduğu için de değil! İlber Hoca’nın, “İstiklal Marşı çok büyük edebi bir metindir. Çok derin bir felsefesi, derinliği olan bir metindir” tespitini duymadıkları ya da “...Hakiki manasını yüreklere nakşedecek bir bestenin bulunamamış olması”ndan da değil suskunlukları bence. Söylerken nefes almayı bilmeyenlerin, “prozodisinin bozuk olduğu” iddiaları yüzünden söylemediklerini varsaymak ise çok teknik bir iddia olur. Düşündüm; “içlerinde ‘Hakka tapmayanlar’ olduğu için mi söylemiyorlar acaba” dedim. Sonra, latife bu ya, “10 kıt’asını ezberlemeye niyetlenip ‘bu ezanlar ki...’ diye başlayan mısraı duymuş olan bazılarının, seküler prensipleri sebebiyle mesafeli duruyor olabilecekleri düştü aklıma. İnadına yapıyor olamazlardı!

Mehmet Akif’in (dönemin ruhunun, ancak o günleri yaşayanlar tarafından algılanabileceğini -de- kastederek) “İstiklal Marşı bir daha yazılamaz. Kimse bir daha İstiklal Marşı yazamaz; ben de yazamam! Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” dediğini duymamış oldukları için söylemiyor olamazlardı. İlaveten, “...Ama bestesi bir gün değiştirilmeli” dediği yönünde, en azından henüz bir haber uydurulmadığı ve buna yakın bir safsata, Dücane Cündioğlu gibi ciddi bilim insanlarının yayınlarında yer almadığı üzere böyle bir mazeretin arkasına da sığınıyor olamazlardı. Anayasamızın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddelerinden olan “İstiklâl Marşı”na ilişkin değiştirilemezliği, “güftesi değiştirilemez ama bestesi değiştirilebilir” gibi yorumlayacak kadar Anayasa hukuku bilgisiyle donanmış da olamazlardı. Nihayet bunlar; İstiklal Marşımızı, “Herostratos Sendromu”na kapılmış ve sırf “söylemiyorum işte; namım yürüsün“ hastalığına yakalanmış oldukları için de söylemiyor olamazlardı. Sonunda kararımı verdim.

“Dili dönmüyor” herhalde ecnebilerin! Yoksa neden söylemesinler ki? Dünyanın en büyük derbilerinden birini seyretmek için oturdum televizyonun karşısına. 22 kişi sahaya çıktı. 6’sı Fenerbahçe’de, 9’u Galatasaray’da olmak üzere toplam 15 yabancı uyruklu futbolcu vardı ilk 11’lerde. Yedekleri de sayarsanız iki takımda toplam 9 yabancı da kulübelerde oturuyordu. Etti mi 24 kişi. (Hesaba, “hakemleri de dışarıdan getirelim” projesini siz ekleyiverin artık) Maçın başında mutat seremoni. Yan yana dizilmiş futbolcuların çoğunluğu, “İstiklal Marşı”nı söyle(ye)miyor. Ellerinden tuttukları çocuklar söylüyor; bunlarda “tık” yok! Kendi milli maçlarında ellerini kalplerinin üstüne koyanlar filan da sakız çiğniyor.

İronik tabii! Bu “havalı” sporcuların yaş ortalamasına bakarsanız, hayli yüksek olduğunu göreceksiniz. Dünya vitrininde modası geçenler, bu talihsiz coğrafyada kapılanıyorlar. “Geçkin futbolcu çöplüğü”ne döndü memleket. Bu “futbolcu eskileri”nden çekiyor Türk futbolu ne çekiyorsa. Demem odur ki, futbol maçları başlarken “İstiklal Marşı” okunması adetini kaldırın. Sahada çoğunluk, “maalesef” yabancılarda; onlar da söyle(ye)miyor işte...

Yazının Devamını Oku