Gece boyunca kullandığı mikrofona yaklaştı. “...2013’ten bugüne kadar, benim piyano çaldığım gecelerde; ‘MÜZİKSEV Dinletileri’nin mazisinde’, hiç ‘şarkı’ söylenmedi...” dedi. “...Bu akşam bir ilk yaşayacağız; dahası, özel bir beste sunacağız sizlere. Hani biraz fantezi yaparsak; ‘bir Dünya Prömiyeri’ne tanık olacaksınız... Haydi, ‘Can Baba’ya Selâm…’ isimli Şedarabân şarkıyı ‘İlk dinleyen 100 kişi’ diyelim...”
“...Şiir, Prof. Dr. Murat TUNCAY’a ait... “Sofyan, Düyek ve Yürük Semaî” usulleriyle bezenmiş ‘değişmeli’ beste, bendenizin... ‘BASALATURKA’ yorumuyla, Gecenin sonunda ‘misafir kimliğinden sıyrılması ricamızı geri çevirmeyen’ İzmir Devlet Opera ve Balesi Sanatçılarından, Alparslan MATER’den dinleyeceğiz...” Bu takdimden sonra, Geleneksel Müziğimizde, pek de alışık olmadığımız ayrıntılı bir tarifle devam etti konuşmasına:
“...Şarkı, kulakları, ‘fasıl tavrı’na hazırlamak üzere, Tanburî Cemil Bey’e ait ‘Şedarabân Peşrev’in, ilk üç notası’ ile başlar. Girişte verilen kıvrak tempo, Can Yücel’in, Cenneşanuhu şiirinde, ‘Baykuş’un hatunluğu’na yaptığı ironik vurgudan doğan keyifli hayreti’ hissettirir. Nakarat olarak, başta ve sonda tekrarlanan bu dizeler, ‘iyi temenniler’ ile Şedarabân’ın karar sesine döner.
Murat Tuncay’ın dizelerine, Tanburî Cemil Bey’in ‘Şedarabân Saz Semaîi’nin teslim esintisi ile geçilirken; Can Baba’nın, ‘Ben hayatta en çok babamı sevdim’ şiirinde, ‘…Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi / Atlastan bakardım nereye gitti / Öyle öyle ezberledim gurbeti…’ diye betimlenen, ‘hayranlık dolu hasret’e atıfta bulunan bir yakarış duyulur.
Geleneksel müziğimize dair paylaşımlar adına, ‘Mayıs aylarının nazlı esintisi’ oldu; MÜZİKSEV’in butik salonundaki buluşmalarımız… 2013’ün baharında, “Feyzi Aslangil’e Mektuplar…” ile başlamıştı beraberliğimiz. 2014’te, “Tanburi Cemil Bey’e Mektuplar” yollamıştık; 2015’te ,“Semt-i Nihavend”te gezinmiştik misafirlerimizle birlikte… 2016’ta “Hicazdır aslında Ferah Kahvesi”nde buluşmuş, geçen yıl ise, “Sen Şarkı Söylediğin Zaman...” diyerek Sultanîyegâh ile “hemhâl” olmuştuk... Bu yıl; “Ve Kırmızıydı Şedarabân...” rengiyle huzurlarınızda olacağız...
10 Mayıs 2018 akşamı; misafirlerimizi, Şedarabân (Şedd-i Arabân) makamı ile tanıştıracağız. Zaten “tanış” olanlar ise, ahbaplığı biraz ilerletecekler…
“Şedd” sıkı sıkı bağlamak” anlamına geliyor. Musikîde ise, bir perdenin veya makamın, bulunduğu yerden başka bir yere taşınmasına bu ad verilir. (Batı müziğinde transpozisyon…) Şedarabân makamı, Zirgüleli Hicaz makamı dizisinin, Yegâh perdesi (Re) üzerine göçürülmesiyle elde edilir. Bu açıklamadan sonra, isminden de anlaşılacağı gibi, Arabân makamını “şed” etmişler. Başka bir ses basamağına taşıyıp bağlamışlar; “Şedarabân” olmuş.
15 harfli, 10 kelime,
14 harfli, 29 kelime,
13 harfli, 54 kelime,
12 harfli, 62 kelime,
11 harfli, 103 kelime,
10 harfli, 189 kelime,
Şöyle devam ediyor:
“Bilinmeyen Siyasetçiler”e ithaf edilmiştir !
Bir sayfa sonra; “Onlar” kendilerini bilirler... (diyor)
Bir sayfa daha çevirdiğinizde, bu kez, alt alta yazılmış üç satır var:
“Bütün genellemeler yanlıştır; bu bile...” Blaise Pascal (1623-1662)
Devamında, “Artık EXPO üstüne ‘zihinsel geviş getirme’nin anlamı yok” demiştim. “...Beceriksizliğimizden kaynaklanan bu kayıp, bitmek bilmeyen ‘kent kimliği’ arayışımıza da bir ışık tutar belki” diye eklemiş ve “İzmir’in bir ‘Festivaller Kenti’ne dönüşmesi fikrini tartışmaya açmak istiyorum...” demiştim; ilk kez ! (O günlerde, bu heyecanımı alaya alanlar bile olmuştu...)
O tarihten bu yana, bu fikri defalarca kaşıdım, dillendirdim; “Aklımdan ve gönlümden geçen özetle şudur” diyerek: “Yaratıcı’nın pek çok şeyi esirgemediği bu topraklarda, İzmir’i uluslararası ölçekte bir sanat kenti haline getirmek...” Bacasız, sakin, dingin, kavgasız, gürültüsüz-patırtısız, huzurlu... Estetik ve incelik üstünde yükselen bir kent yaşamı. Ülkede rağbet gören ve (spor dahil) giderek hırçınlaşan düzeysiz rekabetlerden uzak... Sadece müzik ve sahne sanatlarında, uluslararası bir arena. 12 ay boyunca sanatçıların, toplulukların biri gelip, biri gidiyor. Dev orkestralar... Caz’ın efsaneleri, opera ve balenin şaheserleri, rock performansları, ud bienalleri, kanun buluşmaları, ney sohbetleri, bağlama ustaları. Kuartetler, oda orkestraları, virtüözler, bar tiyatroları, klâsikler, deneysel ve aykırı çalışmalar... Adını İzmir’den ve İzmirli sponsorlardan alan, desteklenmiş genç yetenekler... Kongreler, sempozyumlar... “
Geçen gün, Fuar’ın kapısında, Rahmetli Başkan’ın “İzmir Fuarlar ve Kongreler Kenti Olacaktır...” sözünün hemen yanı başında, “FESTİVALLER KENTİ İZMİR” başlığını “ilân panoları”nda görünce, heyecanlandığımı itiraf etmeliyim. Fotoğrafının çekmek için yanına yaklaştığımda ise, karşıma (ciklet manisi gibi) bir “retorik” çıktı: “ÇİÇEK gibi güzel, ENGİNAR gibi lezzetli, GENÇLİK gibi dinamik, MÜZİK gibi huzurlu, ÇOCUKLAR gibi eğlenceli... FESTİVALLERDE BULUŞALIM...” Demek ki, “Festivaller Kenti”nden, ancak bunu anlıyoruz; “Seni beni, bizim oğlan...” yani.
Derken, DHA’nın haber metni düştü medyaya. “...İzmir'de Büyükşehir Belediyesi'nin desteğiyle düzenlenen ulusal ve uluslararası festivaller, dikkatleri kente çekiyor. Boyoz, enginar ve çiçek gibi yerel ve kültürel simgelerin ön plana çıktığı festivallerin yanı sıra gençlere yönelik etkinlikler sayesinde İzmir, bahar aylarından yaza keyifli bir geçiş yapmaya hazırlanıyor... / ...İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği birbirinden renkli festivallerle bahar ayları dolu dolu yaşanacak. Büyükşehir Belediyesi'nin
Bunların ilki, Ali Poyrazoğlu’nun, “Ben bu hikayeyi birinci elden dinledim... O kumpanyanın Carmen temsilinde Don Jose’yi canlandıran tenor Celal Sururi’den..” diye sahnede anlattığı öyküdür.
“...Muhlis Sabahattin İstanbul’da Opera ve Operetler oynayan bir kumpanya kurmuş, 1930’lar... Carmen’i oynuyorlar... Turneye çıkmışlar. Trenle. İzmit... Ful çekmişler. Oradan Adapazarı... Havalar bozunca temsil iyi gitmemiş. Eskişehir tam felaket... Kar diz boyu, temsil bile yapamamışlar. Yapamayınca da otelde rehin kalmışlar iyi mi ? Beş lira lâzım. Beş lira da önemli para ha... Babam anlatırdı; Bebek Belediye’de 125 kuruşa faça masa donatılıp Müzeyyen dinlendiği günler. Kumpanya karalar bağlamış otelde mucize beklerken, haber duyuluyor; ‘Atatürk Ankara’dan trene binmiş Eskişehir’e geliyor...’ Şapka devrimi, o yıl çıkan ve kadınlarda peçeyi kaldıran kanunla tamamlanmış. Ata, tanıtmak ve anlatmak için dolaşıyor. Muhlis Bey lobide haykırıyor: ‘Atatürk arkadaşım. Parayı bulduk..’ Kostüm sandıklarını açıyor. İçinden bir frak çıkarıyor. Giyiyor... Doğru Eskişehir garına. Orada görevliler penguen kılıklı adama bakıyorlar. Biri, ‘Amerikan Sefiri olmalı’ diyor. Yol açıyorlar. Muhlis Bey en öne geliyor. Tren gara giriyor. Vagonun camı iniyor. Atatürk’ün şapkalı eli gardakileri selamlıyor. Sonra, iniyor aşağı, karşılayıcılara teşekkür etmek için. Bir bakıyor, karşısında yakın dostu Muhlis Sabahattin... Kollarını açıyor, ‘Muhlis !’, ‘Kemal !’ Sarmaş dolaş oluyorlar. Muhlis Bey iki cümleyle özetliyor: ‘Otelde rehin kaldık, Kemal. Beş lira lazım!..’ Atatürk ceplerini karıştırıyor, cüzdanı açıyor. Üç tek lira çıkıyor üzerinden. ‘Üç liram var, Muhlis!..’, ‘Beş lira lazım, Kemal...’ Atatürk yanındaki dört yıldızlı generale dönüyor: ‘İki liran var mı ?’ Paşa ceplerini karıştırıyor ve 1 lira uzatıyor; ‘Bu kadar var paşam...’ Atatürk ‘Dört lirayla idare et Muhlis’ diyor... ‘Beş lira, Kemal’ diyor, Muhlis Bey... Atatürk özel kalem müdürüne dönüyor bu defa. Hasan Rıza Soyak olmalı. ‘Bir lira bul’ diyor. Özel Kalem Müdürü ceplerini karıştırıp, beş kuruşlar, on kuruşlarla bir lirayı denkleştiriyor. Atatürk sonunda, Beş Lirayı Muhlis Sabahattin’e uzatıyor...”
“...Yıl 1934, o dönemde Milli Eğitim Bakanlığı Ulus’tadır. Bakan ise Niğdeli Abidin Özmen’dir. Bakan, makamında çalışmaktadır. Kapı çalınır. Atatürk’ün yaverlerinden biri, yanında iki çocukla makama girerler. Konuklara yer gösterir ve zarfı açar. Atatürk’ten gelen bir mektuptur. ‘...Yaver Bey ile size iki fakir ve kimsesiz çocuk gönderiyorum. Bu çocukların, uygun göreceğiniz bir liseye parasız yatılı olarak kaydını yaptırın’... /... Bakan, maiyetindekilere, ‘Yaver Bey’in yanındaki bu iki çocuğun evrakını alınız ve Haydarpaşa Lisesi’ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırıp her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı makbuzlarının veli ve ödeyen hanesine Atatürk’ün ismini yazdırarak bana getiriniz’ der. Emir yerine getirilmiştir; Bakan da kısa bir mektup yazarak Yaver Bey’le Atatürk’e yollar... /... ’Muhterem Atatürk, Yaver Bey’le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi biri bulunduğu için bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğunda emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi’ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ekte takdim ediyorum’. Atatürk bu mektup üzerine, devrin Başbakanı İsmet İnönü’ye telefon ederek: ‘Bak senin Milli Eğitim Bakanın bana ne yaptı ?’ diyerek olayı anlatır. İnönü, Bakan adına özür dileyince de, ‘Yok... Özür dileme. Çok memnun oldum ! Keşke her devlet adamı bu medeni cesarete sahip olabilse ve doğruyu gösterebilse...’ diye çıkışır...”
Bugün 23 Nisan
“Üzerinde insan yaşayan bir kıta, keşfedilmiş olabilir mi, sence?
Ancak seni yeni ayak basmış ve yeni fark etmiş olabilirsin...
‘Amerika’nın keşfi’ ifadesi, büyük bir aldatmacadır !”
“Türk Beşleri”nden, Ulvi Cemal Bey’in “Köçekçe Dans Süiti” de bütün görkemi ve müzikal kalitesine rağmen, anlatım ve tanıtımındaki “özensizlik” sebebiyle, hep “aldatmaca” olarak yer etmiştir benim zihnimde...
Çarşamba gecesi, AASSM’de sahne alan OLTEN Filarmoni’yi kutluyorum!
Bu yaşıma geldim, “ilk kez” bir program kitapçığında,
Bakın spor arşivleri (bile) ne diyor ?
“...Yer Bolu Şehir Stadı.
Tarih 13 Mayıs 1981. Boluspor ile Ankaragücü,
Türkiye Kupası finali, rövanş maçında çıkıyorlar.
Boluspor (o zamanki adlarıyla...) Birinci Lig, Ankaragücü ise İkinci Lig’de oynuyor.
İlk maçı 2-1 kazanan başkent ekibi, avantajını korumak için geriye yaslanmış durumda.