Nihat Demirkol

Kumkuat Reçeli “tadında” Çello...

16 Mart 2018
ASLINDA, “renginde...” tabii! Benim ki, bugüne kadar, tercihim hep “maun” olmuştur; “fındık kabuğu ya da kızıl” filân da değil...

 

Bu sefer, ne ve nasıl olduysa, “kendi jenerasyonunun en iyi çello sanatçılarından bir olan Alexey Stadler’in, Saint Saens’ın “1 numaralı Viyolonsel Konçertosu”nu seslendirdiği çellonun rengi, daha başından itibaren, “estetiğin bambaşka ve umulmadık labirentleri”nde dolaştırdı beni...

Bir enstrüman için, elbette ki, “sesin rengi, parlaklığı, tınısı vb.” önemli olan asıl zenginliktir. Ama müziği, sadece sesten ibaret sayıp, onun evvaî çeşit görselle incelip, somutlanan “melez” lezzetini, hepten inkâr etmek de, biraz haksızlık olmaz mı? Aynı şey, aslında enstrümanın, “tarih, coğrafya, zaman, mekân, edebiyat, mimarî ve sair ışıklar”dan beslenen “hikâyesi” için de geçerli değil midir? Efes’te, Celsus Kütüphanesi’nde çalanlar, aynı sebeple “başka bir şeydi; inanılmaz, tarif edilemez...” diyerek ayrılmıyorlar mı, İzmir’den? Meselâ, 2008’de A. Jacout imzalı ve zamanında Rus İmparatoru II. Nikola’ya ait olan bir enstrümanla, Rachmaninov’un “Çello İçin Sonat”ını kaydederken, daha az mı heyecanlanmıştır, Alexey Stadler? Sanmıyorum... Yani demem o ki, benim, “müziğe kapılmışken, renk ile de büyülenmem” o kadar da yadırganmasın. Kaldı ki, “sanat yazıları sicilimde”, “...Chopin’in müziğinde ilk kez bir şey daha fark ettim. Üst tonlarda ıhlamur kokusu, aşağılarda gizemli, uçucu bir tarçın ve belli belirsiz bir lâvanta...” diye not düşüp, müzik dinlerken başka bir duyuyu da “sanata teslimiyet” bahsine dahil etmişliğim vardır...

Mischa Maisky’yı ve Yo Yo Ma’yı, canlı izleme fırsatı buldum. Ama hayranı olduğum Rostropovich için, aynı şansı yakalayamadım, artık sadece elimden düşmeyen efsane kayıtlar ile yetiniyorum. Olten Filarmoni’nin mart ayı konserinde; Stadler’i, “Viyolonsel edebiyatının bu teknik ve yorucu eseri”nde dinlemek ise bilinçaltıma, “dişini sıkarsan, St. Petersburg doğumlu ve 26 yaşındaki sanatçıyı, dünya gözüyle, belki bir 10 sene sonra, arşesinin daha olgun bir rüzgârında tekrar izleyebilirsin...” yollu beklentiler düşürdü.

Sanatçı, bis için, “bir grup yaylı” eşliğinde çaldığı “İzmir”e armağan edilmiş besteyi, 1 ay kadar önce, (Olten’in 2 kez konuğu olan...) İgudesmanla birlikte seslendirdiklerinden bahsetti. Gözümde ve damağımda, “Kumkuat Reçeli”nin rengiyle başlayan şölen, kulağımda, hiç beklenmedik biçimde, “Hisarbûselik donanımıyla tütsülenmiş” dizelere evrildi. Sahneden, bir an için Attila İlhan da geçiverdi sanki:
“Gemi sinyallerinin gece bahçelere yansıması / Havuzda Samanyolu’nun Hisarbûselik şarkısı...” yakıştırmasıyla.
Ben seçemedim, ama belki, benim gibi “tuhaf” izleyicilerden birkaçı, “Muammer Bey’i, gözdesi Karantinalı Despina’yı, hattâ Miralay Zafiriu’yu” bile görmüş olabilirler.

Bu ay orkestrayı, (kariyerine üst düzey bir kemancı olarak başladığı söylenen) İsveçli Konuk Şef, Ola Rudner yönetti. Açılışta, halen İzmir Devlet Opera ve Balesi tarafından da sahnelenen Mozart’ın Don Giovanni Operası’nın “Uvertürü”nü çaldılar. “Komik motiflerle süslü - ciddî” diye tarif edilen bu eserin seçkin, zarif ve iz bırakan girişi, “konuk şef”in “sıcak, sevecen ama aristokrat tavrı”na hemen alıştırdı dinleyiciyi. Konserin son bölümünde, Beethoven’in 4. Senfonisi vardı. Önünde “nota olmadan” yönetti, 4 bölümlük senfoniyi Rudner. Kulaklarımız, “o ustalık ve âşinalık dolu” yorumla kavuştu finale... “Allegro ma non troppo”, yani “neşeli ama, pek o kadar da değil” telkinine karıştı alkışlar.

Yazının Devamını Oku

“Kantemiroğlu”ndan “Barabancea”ya

12 Mart 2018
25’İNCİ İzmir Avrupa Caz Festivali cumartesi akşamı 5’inci konsere de ev sahipliği yaparak, Emin Fındıkoğlu +12, Firts Gig Never Happened, Marcin Masecki / Jerzy Rogiewicz Ve Pulsar Trio’nun ardından Ozana Barabancea & Band ile ilk haftayı geride bıraktı.

 

İstanbul’daki, “Dimitrie Cantemir Romen Kültür Merkezi”nin işbirliği ile İzmir’de ağırladığımız sanatçı ve grubu, giderek sanatta da küreselleşen dünyanın, “yerelde türen renkleri”ni tanımak açısından değişik bir deneyimdi. Bilmiyorum, AASSM Küçük Salon’daki sanatseverlerden kaçı, daha önce “Barabancea” ve arkadaşlarından haberdardı ? Ya da kaç kişi, “festival fikri”nin kanatları olmasa, (konser kitapçığındaki ifadesiyle...) kendilerini, “...hepimiz klâsik müzisyenleriz fakat caz müziğine karşı tutkuluyuz. Birbirimizi 10 yıldan uzun bir süredir tanıyoruz ve çeşitli yerel müzisyenlerin davetlerini kabul ederek, çeşitli ulusal ve uluslararası festivallerde sahne alıyoruz...” diye tanıtan sanatçılarla birlikte uçabilirdi ?

 

“Festival kurgusu”nun çeşitliliği olmasa, İzmir seyircisi, başka nasıl öğrenebilecekti, “vocal” notunu zenginleştiren satırlar arasında kaybolmuş ve Barabancea’nın, aynı zamanda, Avrupa’daki tek özel kadın orkestrası olan “Bucharest Ladies Orchestra”nın kadın şefi olduğunu,  Bükreş Ulusal Tiyatrosu’nda üç sezon boyunca kapalı gişe oynayan “Chicago” müzikalinde, “Mama Morton” karakterini canlandırdığını ? “Şişman Kadın sahneye çıkmadan opera bitmez” yıllarından, “Jessica” karakterine evrilişinin (yine kendi ifadesiyle...) “hırslı bir sanatçı” oluşuyla nasıl özdeşleştiğini nasıl anlayacaktı ?  En azından ben, o “habersiz olan” ve “tanışma fırsatı” yakalayan izleyicilerden biriydim. Ozana Barabancea’nın ses rengi ve niyetlendiği yorumu, son yıllarda, “beklenmeyen bir performans”ı anlatırken kullanılan ve daha çok gençlerin rüzgârlandırdığı tümcelerden biriyle özetlemek gerekirse, “içine Amerikalı bir zenci şarkıcı kaçmış gibi söylüyor” ifadesi yadırganmayacaktır sanırım.

 

“...Sorin Zlat, bir caz piyanisti, klâsik klârnetçi ve besteci... 2013 Monaco Caz, 2011 Europafest Caz, 2015 Montreux Caz, 2015 Jacksonville Caz  yarışmaları da dahil olmak üzere, 20’yi aşkın ulusal ve uluslararası ödülün sahibi”. “Doğaçlamaları”na bakınca, onun da içine, “bir çigan kemancısı ya da Santur-Cimbalom Ustası” kaçmış gibi geldi bana.

 

“...Basgitar’daki Virgi Popescu, grubun görece sakin bir elemanı. Caz performanslarından çocuklar için bestelediği yüzlerce şarkıya kadar uzanan bir müzikal kariyere sahip. / Davul’daki Claudiu Purcarin’i ise, birlikte müzik yaptığı başka topluluklarda çalarken de dinlemek isterdim...”

Yazının Devamını Oku

Nirvana’nın “Caz” hali...

9 Mart 2018
EVET, Festival için sağa sola tavsiyede bulunmayı sevenlere göre, “Caz’ın Nirvana”sı değildi belki, ama çarşamba akşamı misafir olduğumuz “Pulsar Trio” ve müziği için, rahatlıkla “Nirvana’nın Caz Hali” demek mümkün! Ve yine, “misafir ettiğimiz” yerine “misafir olduğumuz” demenin rahatlığıyla yazılabilir bu yazı... Evlerinde çalıyor gibiydiler çünkü...


Kucağında Sitar’ıyla, sahnenin ortasına bağdaş kurmuş ve sanki Guru’su, omuz başında ona cesaret veriyormuş hissi uyandıran bir özgüven ve sadelik içinde, “sadece müzik”ten fazlasını yapan, teminindeki güçlük sebebiyle, yakalanmak istenen “sound’un merkezine oturtulmuş bir adam (Matyas Wolter), tabure ile klavye arasında, Foucolut sarkacı gibi değil, Pulsar atımları gibi yılankavî salınımlarla gidip gelen, beden diliyle (Nirvana meşreb bir teslimiyet ve bütünleşme sunarak...) yapılan müziği anbean hisseden ve hissettiren kadın bir piyanist (Beate Wein) ve onunla ruh ikizi gibi “hemhâl” olduğunu gözlemlediğiniz, “sokak müzisyeni” rütbesiyle yaptığı seyahatini, dinleyici için bozmadan yürümeye devam eden ve doğal kalmakla edindiği büyüklüğünün farkında bir davulcu (Aaaron Christ)...
“Mütemadî” tercihinin, “sürekli” sözcüğünden daha çok yakışacağı bir tebessüm ile “Isdırabın artık olmadığı bir iç dinginliği ve aşkın bir sevinç”le havalanıp, “Neyzen”in, “Isdırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer, Ömr-i fâni gibidir, gün de geçer, dem de geçer...” söyleminden hiç de farklı bir yere konmadan çaldılar... Hayır, sahnede tütsüler filân yanmıyordu! Loş ışıklardan veya gölgelerin mistik tasarımından da yararlanmadılar. Aksine, “oldukça enerjik ve dinamik, adetâ iç içe geçmiş, hattâ birbirinin üstüne devrilen dinamik tempolarla”, ince ince işlenmiş, kendini tekrarlamayan parçalarla, Kolkata’dan (Kalküta) Leipzig’e, Anadolu’ya, hattâ New Orleans’a uzanan geniş bir coğrafyada gezinerek, dinleyiciyi otantik bir kakafoniye boğmadan, üstelik sürprizlere açık, uçucu ama dokunduğu yere kokusunu bırakan, envaî çeşit rengin raksını içselleştirmiş, 1. ve 2. albümlerinden seçilmiş özgün bir müzik yaptılar... Hiçbir şey “zorlama” değildi ve “abartı” taşımıyordu. Tarifsiz bir “senkron” ile çaldılar. Bu uyumun, teknikten ziyade “ruh” ile açıklanabileceğini düşünüyorum. “Caz aslında böyle bir şey” dedirten bu ayrıntı, gözden kaçmamalı.
Haydi, 2 gecelik yazmış olayım... Festivallerin açılış ve kapanışları risklidir. Biliniz ki, açılışta ne varsa çarşamba gecesi onlar yoktu! Tabii, aksi de geçerli. Cazda, sokak çocuklarının korkulu rüyası “top kesen amca” tavrını yaşamadık, bu gecede meselâ... Her şeyden önce, “sevimli”ydi... “Cool” değil “wool” hissi verdi sahnedeki müzik, ısıttı, sarıp sarmaladı. Adını, TDK’nın (nasıl olduysa...), güzel Türkçemize, vurulduğum “Atarca” karşılığıyla kazandırdığı “Pulsar”dan (düzenli gel-gitler yapan gök cismi) alan 2007 doğumlu bu Trio, topluluğun kurucusu olan piyanistin, “hastane palyaçosu ve müzik öğretmeni” kimliğini, “eğlendirirken düşündüren, öğreten ve farkında olmaya davet eden bir yorum” yaratarak yaşatıyor sanki...
Müzik kulağımın (doğru-yanlış) “fısıldadıkları”na gelince... Sitar’ın, bazen bağlama, bazen gitar, mandolin, hattâ ukulele; belki banjo, cümbüş, pek nadir olarak da ud çağrışımları yapan bir sesi var. Orhan Gencebay, Erkin Koray, Moğollar ve Fikret Kızılok’un “deneme ve arayışları”ndan çok farklı bir şey dinledik konserde. Ravi Shankar’ın geleneksel “tını”sı da oldukça başka bir kategoriydi doğal olarak. Bu enstrümanın sesi mikrofondan geçmese, hem daha doğal bir renk dinleyebilir, hem de piyanoyu daha rahat duyardık gibi geldi bana. Nihâvend, Hüseynî, Anadolu caz ve rock geçişleri yakaladım zaman zaman. Davulla piyanonun sohbeti ya da kavgası, Kathleen Battle’in efsanevî “İlkbahar Sesleri” kaydındaki, flüt ile oynaşması gibiydi. Sitar ve piyano “karabatak” paylaşımlar yaptılar. Melodik kurgunun içinde “doğaçlama”, beklediğimden daha azdı ve düzenli partisyonlar arasında kayboldu, yetmedi bize. Caz adına, doyumluk değil, tadımlık oldu.
Finaldeki tempo gösterisi ise nefesleri kesti. Davulcunun, BIS için Zilciyan’ı bırakıp Steinway’ı kullanması da kuşkusuz etkileyiciydi. Ama galiba, sevgili Haluk Orpak’ın, gelecek konserden önce akorda bir bakması gerekecek. “Teşekkürler İKSEV. İzmir, sizinle çoğalıyor.”

Yazının Devamını Oku

“Sanat Siyaset’e Yenilmez” ki, “Puhu Kuşu...”

5 Mart 2018
 Yazının başlığı konusunda, kararsız kaldım biraz. Bu yazının başlığı, “Can Yücel Sokağında, denizaltılar battı...” da olabilirdi.

Kuşkusuz, daha çok kişi dönüp bakardı. Ama o zaman da, “Büyükşehir’in, ikinci kordondaki yağmur suyunu, 10 metre ötedeki denize ulaştırmayı başaramamak hususundaki kronik beceriksizliği”ni kastettiğim sanılacaktı. “İyisi mi ? “ dedim; sıradan bir şey olsun !

 

Malûm, Can Yücel’in “Cenneşanuhu” şiiri, “...Baykuş aslen bir hatundur bakmayın baylığına / Mekânı cennet ola, makâmı şattaraban...” diyerek, mütebessim bir tarif ve alaturka dileklerle başlar. Hattâ, biz bu peşrevden “teşekkül halinde” vazife çıkarmıştık; Murat Tuncay, “...Böyle diyordu çağın, çağın en güzel gözlü maarif müfettişinin oğlu Can...” diye şiir düşürmüştü de, bendeniz “Şedarabân” makamında bestelemiştim de; Alpaslan Mater de “Bas-alaturka” lezzetinde seslendirmişti; filân...

 

Sosyal medyanın “yalancısıyız” ki; “...Yıllar önce, Can Yücel’in geldiği sokağa, İzmir Büyükşehir Belediyesi meclis kararı ile (07 Temmuz 2003) 1452 sokağa Can Yücel ismi verilmişken...  (http://www.izmir.bel.tr/HaberDetay/1330/tr)

 

Ve Can Yücel Sokağı’nda, Can Yücel’in ‘karargâhım’ diyerek geldiği Miko Cafe karşısına, Can Yücel’in büst’ü yine Konak Belediyesi tarafından (30 Nisan 2007) konulmuşken... Açılış, İzmirli sanatçılarla birlikte, dönemin Konak Belediye Başkanı Muzaffer Tunçağ eliyle yapılmışken... (https://www.evrensel.net/haber/245383/can-yucel-senlikle-anildi) Büst 2015’te bir badire atlatmışken...  (http://www.hurriyet.com.tr/can-baba-hatirasi-bir-masa-kurbani-28258086)

 

Yazının Devamını Oku

“Kimseye etmem şikâyet…”

2 Mart 2018
Hatırlatacağımız öykünün bir yanı “Banaz”da başlar !

 

TRT’nin TRT olduğu yıllarda; merakla beklediğimiz,

(1983 yapımı) “Kartallar Yüksek Uçar” dizisinin  7. bölümünde,

Sadri Alışık (Banazlı İsmail) , “çeşnigîr sofrası”nda şunları anlatmaktadır:

 

“… Karabulut Holding’in menşei 2 hurda kaptıkaçtıdır.

Evet Turgutlu’dan Salihli’ye, Manisa’ya yolcu taşımaktayız.

O tarihte İzmir Valisi Fazlı Bey.

Yazının Devamını Oku

El Hamra’da, “Amadeus ne isterdi ?” Sorusu…

26 Şubat 2018
Ben bir sanat eleştirmeni değilim ! Hele bir opera temsilini kritik edecek teknik altyapıya, hiç sahip değilim. O zaman diyeceksiniz ki, “bırak da işten anlayanlar yazsın…”

 

Fuzulî’nin, “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” lâfzıyla başımıza sardığı lirik melankolisi olmasa, aslında en akıllıcası o ama; “güzel şeyler”den bahsettiğimde yükselen alkış dürtüyor herhalde. Ya da, biraz dokundurduklarımın, “zaten bu işten anlamaz sokağı”na çıkmasına alışmış olmanın pişkinliği…

 

Kılavuzu “Melih Cevdet” olanlar, biraz daha şanslı. Bırakın sanatı, Şair’in,  “…Ben güzel günlerin şairiyim /Saadetten alıyorum ilhamımı / Kızlara çeyizlerinden bahsediyorum / Mahpuslara affı umumiden... / Çocuklara müjdeler veriyorum /Babası cephede kalan çocuklara... / Fakat güç oluyor bu işler / Güç oluyor yalan söylemek...” dizeleri sayesinde, “pembe basının gündemi”ne ayak uydurmak bile mümkün olabiliyor.

 

Böyle durumlarda, “…bir sanat izleyicisinin, heveskâr kalemiyle buluşmuş gözlemleri”nden ibaret olan çıkarımlarımı, “Usta”ların “el ense çekilmiş” satırlarıyla destekliyorum.

 

Meselâ, Prof. Dr. Murat Tuncay’ın, benim bir tiyatro oyunumun eleştirisi için kullandığı, “…ortaya çıkan metin, yer yer dramatik estetiğin bazı temel noktalarını zorlasa da, günümüz sahne estetiğinin sınırlarını zorlamayan, keyifli bir akış içinde ilerliyor… Çok daha evrensel, çok daha modern bir yaklaşım içinde. Ama bu yaklaşım oyuna çevrilebildiği takdirde, evrensel uluslararası bir boyut da getiriyor. Bu olanağı çok da ihmal etmemek gerekir…” yollu

Yazının Devamını Oku

‘Yalnız Ada’dan huzur fotoğrafları

23 Şubat 2018
GÖRMEDİĞİM için, ben ‘anlatanların yalancısı’yım;


“...Lipsi, Ege kıyılarımıza çok yakın, Didim açıklarında bir Yunan adası(ymış). 12 adadan en küçük olanı. Sadece 685 kişi yaşıyor... ‘Sakin Şehir’ fikrine de çok uygun bir resim veriyor. Yerleşimi antik çağlara dayalı adanın denizi muhteşem ve yüzmeye elverişli plajları son derece temiz. Kıyı uzunluğu sadece 35 km.
Adanın merkezindeki tek fırın hemen herkese yetebildiği gibi, yine yerli yabancı herkesin buluşma noktası...
Yine merkezde ‘tek’ olan bir başka yer ‘market’i. Yapılaşmanın, asla beton aşırılığına varmadığı Lipsi’de,
pek çok konaklama tesisi ile akşamları deniz ürünlerini tadabileceğiniz, son derece ekonomik tavernalar mevcut. Adanın bağlarında yetişen üzümden şarap üretilen tek bir imalathanesi var. Küçücük adadan dış pazarlara uzanan bir markalaşma...
Lipsi’nin Belediye Başkanı Fotis Maggos genç, enerjik, sporcu ve sanatçı... Ortada öyle makam aracı filan yok! Dolayısıyla makam şoförü, koruma görevlileri de yok. Başkan Fotis, ikinci el motosikletiyle her yere kısa sürede ulaşabiliyor... Hatta, gazeteci dostları rica edince, nazlanmadan kalkıp, ışığı yanan evinden,
beş dakikada elinde gitarıyla geri dönüyor(muş) sofraya...”

Yazının Devamını Oku

1993’ten 25 yıl sonra, “göz ucuyla”…

19 Şubat 2018
Aslına bakarsanız, “hiçbir yıl”, bir diğerine göre daha masum, daha sevimli ya da daha az “hatırlanası” değildir.

 

Hattâ, o yıllarda yaşayanlar, “o yılları yaratanlar” olduklarını unutmuş görünürler de, hatırlamak istediklerini hatırlar, hatırlamak istemediklerini de halının altına süpürürler… İşte arşivler, tarihe düşülen notları “gözümüze soktuğu” için değerlidir. Bütün bunların yanında, elbette “gözden kaçanlar” da olur; geçmiş yıllara ilişkin. Bugünden bakınca, 25 yıl öncesine tarihlenen pek çok olayın, “çeyrek yüzyıl” öncesinin insanlık suçları ile memleket  hallerinin, bugün yaşadığımız dünyanın yapıtaşı ve soluduğumuz resmin “renk paleti” olduğunu görmek olasıdır. Bu yazı, “unutulanlar”a, bir “göz atış”tan ibarettir…

 

1993’te…

Çekoslovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olmak üzere ikiye ayrıldı.

Maastricht Antlaşması yürürlüğe girdi; Avrupa Birliği resmen kurulmuş oldu.

İsrail ve Vatikan karşılıklı olarak birbirlerini tanıma kararı aldılar.

Nobel Barış Ödülü, Afrika Ulusal Kongresi başkanı Nelson Mandela'ya verildi.

Yazının Devamını Oku