Kaos, ‘kargaşa’ anlamına gelen Yunanca kökenli bir sözcüktür. Kaos kuramını biraz açıklamaya çalışayım. Şöyle kuvvetlice öksürün. Atmosferde küçücük bir değişiklik yaptınız, hafif bir dalgalanma oldu: Hava alıp verdiniz. Bu küçük atmosfer değişikliğinin bugün ya da yarın sonuçlarını göremeyebilirsiniz. Ama bir yıl sonra, o kuvvetli öksürüğünüz Bengladeş’te evleri yerle bir eden bir tayfuna neden olabilir belki... Bilinmez... Ya da, bir kelebeğin şöyle bir kanat çırpmasının on yıl sonra doğuracağı sonuçları bilemeyiz. Bu yüzden meteoroloji yalnızca bir haftalık tahmin yapabilir; bir yıl sonrasını tahmin edemez. Birbirine çok yakın koşullar, çok uzun bir süre sonra birbirine hiç benzemeyen durumlar yaratabilir. İşte kaos kuramı bu sorunla ilgilenir. Matematikte kaos/kargaşa var mıdır? Evet vardır. Var ki kuramı bulunmuş. Matematikten bir kaos örneği vereceğim bu yazımda…” (Kuramsal bir cinayet işlemek pahasına, özetleyerek alıntılamaya devam ediyorum. Meraklısı, verdiğim adresten, makalenin tamamına ulaşabilir).
“…1/3’ün tam nerede olduğunu hiç merak ettiniz mi? 1/3’ün nerede olduğunu bulmaya çalışacağız. Şurası kesin ki, 1/3, sıfırla bir arası bir sayıdır, yani [0, 1] aralığındadır. Ama bunu bilmek 1/3’ün tam nerede olduğunu bilmek değildir… “diye başlıyor makale. Sonra;
“…1/3’ün tam nerede olduğunu biraz daha iyi anlayalım. [0, 1] aralığını ortadan ikiye bölersek, 1/3 hangi tarafa düşer? Sağa mı, sola mı? Yani 1/3, 1/2’den küçük müdür, büyük müdür? Elbet 1/3 < 1/2 eşitsizliği geçerlidir ve 1/3 soldaki aralığa düşer. 1/3 bu aralıklardan hangisine düşer? Yanıtı vereyim…” diye olgunlaşıyor ve tekrar soruyor Hoca, “…1/3 sayısı, ortadan bölünen aralıkların bir soluna, bir sağına düşer. Yani, 1/2’nin soluna, 1/4’ün sağına, 3/8’in soluna, 6/16’nın sağına... Kaos bunun neresinde ?” Yanıtı yine kendisinden dinleyelim:
“…1/3 = 0,333333... eşitliğini biliyoruz. 0,333333 sayısı 1/3’e çok yakın bir sayıdır ama 1/3 değildir. 0,333333 sayısı da başlangıçta 1/3 gibi bir sola, bir sağa düşer, ama bir zaman sonra 1/3’ün davranışından tamamıyla uzaklaşır, sanki 1/3’le uzaktan yakından bir ilgisi yokmuş gibi davranır. İşte bu kaostur ! Birbirine çok yakın iki sayı, bir süre benzer biçimde davranırlar, ama bir süre sonra birinden alınan bilgi, öbürü hakkında bize hiçbir bilgi vermez... / …Görüldüğü gibi, işlemleri yaptıkça 0,3333... sayısına, yani 1/3’e yaklaşıyoruz. İşlemleri sonsuza dek yapmaya zamanımız olsaydı, tam 1/3 bulurduk. İşlemleri sonsuza dek yapamasak bile, yukarda yaptığımız gibi, sonsuz işlemin sonucunun 1/3 olduğunu matematikle buluruz…”
Ama arada sırada meslek olarak seçtiğim alandaki gözlemler “öylesine kıvılcımları depreştiriyor” ki içimde, “Fuzulî tertibinden acı çekiyor”, “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” misali hayıflanıyor ve kendi kendime mırıldanıyorum: “Derdime vâkıf değil, canân beni handan bilir / Hakkı vardır şâd olanlar herkesi şadân bilir.”
2000’li yılların ilk 10 basamağında antropolojinin sınıflandırması bizleri hâlâ “Homo Faber”le (alet yapan insan) “Homo Sapiens”e (düşünen insan) arasında gezdirip duruyordu. Hollandalı filozof ve kültür tarihçisi Johan Huizinga’nın bu yolculukta ıskalanan “Homo Ludens”i (oynayan insan-oyuncu insan) ise aykırı bir tanımlamaya kement atmıştı. William Pinckard bu sapmayı güçlü bir makale ile “3 oyun teorisi”ne taşıdı.
Ben de oturdum, Ingmar Bergman’ın yönettiği (1957 yapımı İsveç filmi) “Yedinci Mühür”deki kurguyu “İçinizdeki insan, aslında hangi oyuncu?” diyerek, “Bir El Hayat Oynar mısınız?” adıyla zenginleştirip oyunlaştırdım. “Yolcuyla Azrail arasında hayat - memat meselesi olan bir el oyun oynanacak”tı. Okuyucunun ve / ya izleyicinin içindeki “kim”in 4 bin yılı aşkın geçmişleriyle ünlü “3 oyun”un (tavla–satranç–GO) felsefeleri ile (deyim yerindeyse) azcık silkelenmesi ve “hangi oyunun oyuncusu olduğu” sorusuna yanıt bulunması amaçlanıyordu.
Aslına bakarsanız, yayımlanmasının üzerinden 8 sene geçmiş ve güncel hedef kitleyi oluşturan yaş grubundaki kuşağın özellikle son 5 yılda “android, konsol ve PC ortamında” oynadıkları oyunlar “Candy Crush Saga, Temple Run, Fruit Ninja, Angry Birds, The Witcher, Tomb Raider, FIFA, PES, God of War, Tekken vb” adlar altında yoğunlaşmış olsa bile bana göre sorulacak soru değişmedi. Benim için “hangi oyunun oynandığı” ya da “oyuncunun hangi oyunu tercih ettiği” önemli değildi. “Oyuncunun, ‘oyunu / oyunları, hangi oyuncunun davranış kalıplarına uyarak’ oynadığı” ayrıntısının yanıtını arıyordum hâlâ...
Aynı tarihlerde (Nisan 2013) sevgili dost Sıtkı Şükürer ise, “Başarının şifreleri pokerde gizlidir” başlıklı yazısını sürüyordu “yeşil çuha”nın üstüne... Bakış açılarımız farklıydı, çıkarım ve yorumlarımız benzeş değildi. Ama “farklı köşelerde yazdıklarımız” birlikte okunduğunda konuyu daha “köşeli düşünmeye” fırsat veriyordu. İşte tam da enerjimi gençlere yöneltmişken, geçen hafta, yaşı kemâle ermiş “patrongiller”den biri, “skor tabelası”na Şükürer’in makalesini öne geçiren “şaibeli bir sayı kaydetti” makaleyi (özetle) hatırlayalım:
“Kötü tercihlerle şekillendirilmiş ele iyi zar fayda etmez! Buradan hareketle diyebiliriz ki, tavla şansı yönetebilme oyunudur. Pokerin tavladan da bir üst özelliği vardır. Tavlada şansını yönetirken o anda karar verirsiniz. Oysa pokerde meseleye bir de zamanlama boyutu girer.” Yazar burada bir “açık poker” partisini canlandırıyor ve “işte olasılıklar” diyerek finale yürüyordu. Kurulan cümlelerden birinde, “Rakipleriniz blöfçü mü, sağlamcı mı? Siz blöfçü mü tanınıyorsunuz, sağlamcı mı? Yoksa oyun küçükken hep blöfünü yakalatan, büyüyünce sağlam oynayan kurnaz mısınız? / Rakiplerinizin ve sizin o günkü ruh haliniz nasıl? / Acaba daha antrede rest çekmek en tahrik edici oyun tarzı mı olur? / Rakipler ne kadar zeki, akıllı, soğukkanlı, deli, çılgın?” diye soruyordu.
ND: “Epistulae Morales” (Ahlakî Mektuplar) günümüzde, hâlâ en bilinen eseriniz. Bize özünde neler söylüyorsunuz?
SENECA: “...Doğaya uygun yaşamak gerektiğini, en büyük zevkin değil, doğanın doyumunu istediği kadar ölçülü zevkin gerekli olduğunu ve ölümden korkmamak gerektiğini düşünüyorum. Doğa, Tanrıdan, bütün evrene ve parçalarına sinmiş tanrısal akıldan başka nedir ki?”
ND: 1. Mektubunuzda, zamana da vurgu yapıyorsunuz.
SENECA: “...İnsanlar öylesine akılsız ki, bir kimseden yerine yenisi konulabilir değersiz bir şey aldıklarında borçlu sayılıyorlar da aynı kişinin, karşılığını veremeyecekleri zamanını aldıklarında, borcun lâfı olmuyor...”
ND: Epicurus, “Sınırsız öfke, delilik doğurur” demiş. Buna katılıyor musunuz?
SENECA: “...Epicurus, ‘Doğaya uygun yaşarsan hiçbir zaman fukara olmazsın. Herkesin kanısına göre yaşarsan hiçbir zaman zengin olmazsın’ da demiş, yeterince açık değil mi? Yani, insan öfkeden, ılımlı olmak için değil, sağlıklı olmak için kaçınmalıdır.
ND: 2. Mektupta, “...Ruhunda sürekli olarak yerleşip kalacak bir şey elde etmek istersen, seçkin değerlerle bir arada kalman, onlardan beslenmen gerekir...” uyarısı var.
“-Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarsak varızdır. Yok olunca da sesimiz şu kubbede hoş bir seda olarak kalır. Sonra o da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız- sözlerini, Thomas Fasülyeciyan’ın ağzından ölümsüzleştiren Münir Özkul da perdesini kapattı. Çınarların gün batımı sürüyor. Türk tiyatrosu başın sağolsun” diyerek.
Ustanın öğrencisi de ulusal medyanın ayıbını yakalamış: “Münir Özkul’un seslendirdiği ölümsüz tirad, (Zaten aktör dediğin nedir ki?) Ne zamandan beri Haldun Dormen’in oldu? Haldun Taner adını bilmeyen adam nasıl yayıncı olur? Yazıklar olsun.”
Hoyratlık ve Zevksizlik
SORUMSUZLUK diz boyu olduğu için sosyal olsun olmasın medya yıllardır aklına geldikçe öldürürdü zaten Münir Özkul’u.
Ardından, gönüllere ferahlık serpen bir yalanlama gelirdi.
“…Kültür ve Turizm Bakanlığının yerinde olsam; Viyana Filarmoni ile konuşurum. 2019 Yeni Yıl konserinin sponsoru olmayı teklif ederim. (01 Ocak konseri 39 ülkede canlı yayınlandı) Diyelim ki olmaz dediler. Bu defa ‘Yine bir Gülnihal’in orkestralarına göre bir düzenlemesini yaptırırım. Orkestranın önüne de, mesela bir kanun, bir klarinet, bir ud koyarım. Bir tenor bir de soprano… ‘Gelecek Yeni Yılın konser programına koyun’ derim. Ücreti ne ise öderim… Ve T.C. Kültür Bakanı olarak da, iki bilet alır bu konsere giderim. Bakın neler oluyor göreceksiniz ? Eğer ben Kültür Bakanı olsaydım; bir o kadar daha öder, sahnelerinde yer alır, kontrbas çalardım. Bu ödemeler havaya yapılan bir ödeme olmaz. Bakın Dünya neler konuşacak o zaman ?”
Üşenmedim; buldum arşivimdeki gazete kupürünü ! Daha 1986’da, “Yüzbinlerce adsız ozan sorunu” başlıklı makalesinde, beni ve Numan Bey’i hafife alanlara, şöyle yanıt vermiş Çetin Altan Usta: “…Söze: ‘Her iş bitti de…’ diye bir başladık mı, ortalıkta küçümseyerek dudak bükülmeyecek, ayrıntı olmayan hiçbir şey bırakmaz, ayrıntılara emek harcamayı da değmez bulduğumuzdan, zamanı havaya savurur gideriz… Oysa Uygarlık ayrıntılarla uğraşmak demektir. Ve genellikle de öze, ayrıntıların kapısından girilir…”
Daha eskilere gidip, başınızı şişirmeyeyim ! 2013’te, yıllardır sağda solda yaptığım “söylenmeler”i, köşeme taşımaya başlamışım: “…Yaratıcı’nın pek çok şeyi esirgemediği bu topraklarda, İzmir’i uluslararası ölçekte bir sanat kenti haline getirmek... Bacasız, sakin, dingin, kavgasız, gürültüsüz-patırtısız, huzurlu... Estetik ve incelik üstünde yükselen bir kent yaşamı. Ülkede rağbet gören ve giderek hırçınlaşan düzeysiz rekabetlerden uzak... Sadece müzik ve sahne sanatlarında, uluslararası bir arena…” Ve bu konuda, aslında hiç de yalnız kalmamışım… Ege TV’de “2 Dirhem 1 Çekirdek” bitmiş; stüdyodan çıktığımda cep telefonum çalmış. Ucunda Numan Bey, “…Program, tam istediğim cümlelerle bitti; ‘Festivaller Kenti İzmir’. Biliyor musunuz , bu benim de hayalimdir ?” 2014’te Sevgili Andre, bu görüşü, “kültür-sanat bütçesini kısmayı düşünenlere, Başvekil Churchill’in yapıştırdığı yanıtla desteklemiş; "şayet kültür-sanat bütçesini kısacaksak o zaman niçin savaşıyoruz ?" Avusturya-Bregenz’deki Festivalin yıllık bütçesi, 20 milyon Euro deyince, “Festivaller Ekonomisi” üstüne, Sevgili Ceyda Berk Söderblom’dan, dünya coğrafyasının dudak uçuklatan rakamları gelmiş; onları yayınlamışım köşemde…
2015
Birkaç gün, tarih atarken “yıl” bölümünü yanlış yazacağız; hepsi o kadar… İnanmayan gözlerle, “hepsi o kadar olur mu canım ?” diye itiraz ettiğinizi görür gibiyim. Gelin bir deneme yapalım sizinle… Meselâ, şu okuduğunuz yazının tarihini yanlış atıvermiş olsam… Ben bilgisayarın tuşlarında dolaşırken, Sizler de yazdıklarıma bir göz atıverseniz; sonra da oturup dertleşsek… Desem ki;
(Çoğunluğa kapılıp,“bütün bunları ‘ÜST AKIL’ yapıyor !” Zaten bir süredir, büyüklerimiz de, “bu işlerde ‘ÜST AKIL’ın parmağı var” söylemine sarılma eğiliminde. “ALT AKLI temsil ettiğini kabullenenler” için, bir sakıncası yoktu bu tarifin…) Bu giriş yetmese, devam etsem;
(Her şey, varlığını karşıtına borçlu olduğuna göre, “ÜST AKLI” tanımlayabilmek için, ona mukayese edebileceğiniz bir rakip bulmak icap eder… Özetle, bir şeyin “üstte olduğu” iddiası, ancak, onun altında kalan (ve buna müstehak olduğunda uzlaşılan) başka şeyler olduğu gerçeğiyle doğrulanır.) Sonra, birlikte ayrıntıya insek;
(“Bu ÜST AKIL ne kadar üstümüzde ? Biz sürekli olarak alçakta durduğumuz için, kendiliğinden mi yukarıda kalıyor ? Yoksa, biz çukurda kaldığımız için, sıradan bir düzlüğe ‘üst’ muamelesi mi yapıyoruz ?”) Sözcüklerle oynasak biraz da;
Hemen arkasından da Alexis Zorba; “…Kendini kurtarmanın tek yolu, başkalarını kurtarmak için çabalamaktır”. Sonra yazar, bu, birbirine tümüyle zıt gibi görünen iki cümleyi, okuyucusu için sentezlemeye, hattâ (harcım değil ama, diyor…) yorumlamaya başlasın:
“…Bambaşka kıtalarda ve asırlarda yaşamış ârifler, mutluluğun peşine düşenlere, ‘mürşidin kendi algılarımız’ olduğunu söylediler. Erdemin, metanetin ve özsaygının bir kökte filizlenip, dallarından sevgiyi, huzuru, neşeyi nasıl uzatacaklarını anlattılar. Oysa insanlık hâlâ, halının altına bizzat süpürdüğü hazineyi, ‘tanımadığı kahramanları masal dağlarında’ arıyor...”
Son paragraf, “yayıncının notu gibi görünmesi istense” de, buram buram yazarın üslûbu kokan bir sözcükle biten, (deyim yerindeyse) “altın vuruş…” ki; lâfı “süveyda”ya getirince, asılıyorsunuz küreklere. “…Ünal Ersözlü; ‘dört gün Buda kadar dingin ve sabırlı’, ‘üç gün Zorba kadar coşkulu ve tutkulu yaşamanın’, mutluluğa hak ettiği dengeyi nasıl vereceğini anlatıyor. Buda’dan Hallac-ı Mansur’a, Eckhart Tolle’den Jung’a kadar, keşiflerini paylaşmış ne kadar bilge varsa, bizi onların işaret ettiği hemzemine götürüyor; süveydaya”.
Ön kapak ise, zarfı burada tarif edip, “albeni ve büyüsünü uçurmak istemediğim kadar çarpıcı ve yüklü” tasarlanmış… Okuyucu, mazrufu “merak etsin ve kaybolsun sayfaların arasında; ya da aslında bulsun kendini…” diye.
Galatasaray'ın ve 1923 yılında kurulan Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı'nın kurucuları arasında önemli bir yeri olan; bu ittifakın ve 1924 Paris olimpiyatlarına katılan Türk kafilesinin de, 1926-1931 yılları arasında Türkiye Millî Olimpiyat komitesinin de başkanlığı görevini yürüten, Galatasaray'da 1905-1918 arasında 13 yıl, 1925'te 1 yıl olmak üzere iki dönemde 14 yıl başkanlık yapan, edebiyatçı Şemsettin Sami'nin ikinci oğlu, Ali Sami Yen Beyefendiyi ağırlayacağız…
nd: “Elde ne var?” diye sorsam, hayret eder misiniz ?
Ali Sami Yen: Hayır ! Hiçbir şeye hayret etmiyorum artık ! Ben de size , Şair Attilâ İlhan’ın hicranıyla cevap veririm; “Hayat zamanda iz bırakmaz / bir boşluğa düşersin bir boşluktan / birikip yeniden sıçramak için / elde var hüzün...”
nd