Ben de onlara, atalarımın “Kırım’dan, Abhazya’dan getirdiği sert rüzgâra rağmen”,
Ve sanki içime bir “Molokan” ruhu kaçmış gibi, “savaş karşıtı olmaktan utanç duymadığımı” söylüyorum.
Hızımı alamıyorum, karşılık olarak, onları, “sanattan uzak düşme halinin”, “bir utanç vesilesi” sayılıp sayılamayacağını sorgulamaya davet ediyorum.
Yetmiyor, yazar bir dostun, “Unutmayalım, Marx, ‘utancın devrimci bir duygu olduğu’nu söyler... ‘Toplum utancını yitirdiğinde sürüleşir’.
Sanat yapamaz, yaratamaz!” çıkarımını ekliyorum.
“Utancımız ne âlemde?” diye soruyor ve bu “soru işareti” ile öyküye ara veriyorum.
“... İnsanlar kalınlaştığı için mi toplum kalınlaşıyor?
Yoksa toplum kalınlaştığı için mi insan ruhları, davranışları kalınlaşıyor?
Bu tomruklarla ne yapacağız biz?”
“... 1970’li yılların ortalarında, Ankara’da hava kirliliği ölümcül boyutlara çıkmaya başladığında kenti terk eden çok sayıda bilim ve sanat insanından büyükçe bir bölümü de İzmir’e gelmişti. Türkiye’nin ilk Güzel Sanatlar Fakültesi’nin YÖK yasasıyla orada burada mantar gibi bitivermeye başlayan mini Güzel Sanatlar Fakülteleri salgınından altı yıl önce İzmir de kurulması bir raslantı değildi...
1981’den bu yana mezun olan ve olmakta olan genç sanatçıların ne kadarını tutabildi kent?
“…Jön Türkler hakkında konuştuğu için Neyzen Tevfik’i ihbar ederler. Hapishaneye düştüğünde öğrenir ki bu konuda 35 kere jurnallenmiştir. Mimlendiği için arkadaşlarından uzak durur. Eleştiriye devam ettiği için sık sık gözaltına alınır. Hiciv edebiyatımızın bugünü nasıl? Kimlik ve üslup mu değiştirdi? Eski sertliği yok mu? Hiciv yazan, yani heccav, eskiden günün siyasal durumunu en iyi özetleyen kişiydi.
Neyzen Tevfik, çok iyi bir neyzen ve çok iyi bir heccav. Bütün siyasetçileri en sert biçimde eleştirmiş, bu yüzden de başına birçok şey gelmiştir. Bir siyasetçiyle kavga ediyor, tutuklanıyor, bir başka siyasetçi de onu kurtarıyor…/ …Onun gibi hiçbir dünyevi nimete yüz vermemiş birine halk sevgisini şöyle göstermiş: Cenaze namazı Beşiktaş’ta Sinan Paşa Camisi’nde kılınır. Caminin avlusundan taşan kalabalık ana caddeleri, kahveleri, yolun karşısındaki Barbaros Bulvarı’nı doldurur. Memurların profesörlerin, ileri gelenlerin yanısıra kılıklarına çeki düzen vermeye çalışan sarhoşlar, sokak serserileri ve binbir çeşit insan, onu bir arada uğurlar…”
“…Hiciv edebiyatımızın bugünü nasıl? Kimlik ve üslup mu değiştirdi? Eski sertliği yok mu?” sorularının yanıtı, yine aynı yazının içine gizlenmiş: “…Dünya üzerinde, hiciv ustaları tarafından eleştirilmiş hiçbir siyasetçinin cenazesi, böyle kaldırılmamıştır…” deniyor kısık sesle. Ben de “güncel”i ekleyiveriyorum ucuna: “O kalabalıklar” diyorum; artık sadece kurultaylara gidiyor... E o buluşmalar da bir nev’i cenaze töreni sayılır bazı partiler için…”
Ve 18 Ağustos 1997 tarihli “Bir virtüözü dinlerken” başlıklı yazısını hatırlamayanlar için ise, (Yorgo Bacanos’u anarken) “…’Geleneksel değerlerimize sahip çıkalım diyen, muhafazakarlık iddiasında bulunan iktidarlarımızın yapması gerekeni Kalan Müzik yapıyor’. Bu CD'de Yorgo Bacanos'un taksimlerinin yanısıra, Türk musikisinin büyük saz üstadlarından Sadi Işılay (keman), Haluk Recai (kemençe), Fikret Kutluğ (kanun), Ercüment Batanay (tanbur), Fahire Fersan (kemençe), Şükrü Tunar (klarnet), Fevzi Aslangil (piyano)'in de katıldıkları olağanüstü güzellikte saz eserleri dinleyebilirsiniz…” paragrafınını ben alıntılamış olayım. Hattâ, sözün, Tanburî Cemil Bey’i andığı bir başka yazısındaki , “…Müzik tarihimizi, ses belleğimizi bilmeden, yaşadığımız ülkenin estetik tarihini anladığımızı söyleyemeyiz...” yollu zirvesini de, sokuşturuvereyim araya…
Acayip şarkılar çıkar ortaya... Sinemada devrim olur... Yılmaz Güney’ler falan çıkar ortaya... Roman alır başını gider... Oğuz Atay’lar, Tanpınar’lar falan çıkar ortaya... Şarkılar uçar... ‘Acılara Tutunmak’ falan tarzı şarkılar çıkar ortaya. Tiyatro canlanır... ‘Ankara Sanat Tiyatrosu’ falan her oyunuyla olay olup çıkar ortaya... Hiçbirinin, ama hiçbirinin olmaması... Neye delâlettir ? Sadece soruyorum...”
Oysa bu sorunun yanıtını, “23 Temmuz 2012 tarihli” yazısında, kendisi veriyordu: “…’Hep Necip Fazıl okudular, Yahya Kemal okumadılar’. Necip Fazıl okudukça da... Tumturaklı laflar etmeye bayılır oldular. Sakarya Türküsü’nü ezberlediler. Sert oldular, sekter oldular. İnce şeylerle ilgilenmediler… Gündelik politikalara fazla angaje oldular. Kültür adamı olmak yerine aksiyon adamı oldular. Keşke biraz da Yahya Kemal okusalardı. Hiç değilse... Özlem duydukları, özendikleri, nostaljiyle andıkları medeniyetin inşasındaki inceliklerden, ruhtan, özden de haberdar olurlardı… / …Necip Fazıl daha çok geçmişin siyasal ihtişamına meyletmişti. Yeniden fetih arzuları, yeniden üç kıtada at koşturma hayalleri, yeniden Batı’ya boyun eğdirme hırsları, yeniden hükmetme rüyaları falan... /…Yahya Kemal ise geçmişin zarafetinin peşindeydi. Geçmişteki ihtişamın sükûnet ve incelikten kaynaklandığını, sükûnet ve inceliğin bir tarafa bırakılması durumunda ihtişamın da söz konusu olamayacağını düşünüyordu…”
Bu “unutulmuş yanıtı” yeniden gündeme taşıyarak; ben de sadece, “neye delâlettir ?” kısmını, “cevaplayacağım”. Kanaatimce, artık, (evet artık) “hiçbirinin ama hiçbirinin olmaması”, ancak, tam adı Ebû Ali el-Hüseyin ibni Abdullah “İbn-i Sinâ” el-Belhî olan, (ve Batı’da Avicenna adıyla tanınan), ”El-Kanun fit-Tıb” adlı eseri ile Avrupa üniversitelerinde 17. yüzyılın ortalarına kadar temel eser sayılan büyük İslam âlimi, yazar, filozof, bilim adamı “Bilge”nin, daha 900’lü yılların sonlarında söyledikleriyle (rahatlıkla) açıklanabilir. Şöyle diyor, “İbn-i Sinâ” ; “…Avam, gördüğüne duyduğuna, havas her şeye inanır. HassüI havas ise inandıklarını yaşar. ‘Bilim ve sanat, takdir edilmediği yerden göç eder’. Hayatın genişliği, uzunluğundan daha önemlidir…”
Yani bu suskunluk,
“…1995’te,on dört kurt Yellowstone Millî Park’ına salındı.
Kurtların neden olacağı değişimden herkes habersizdi.
Kurtların varlığı, geyiklerin kolay lokma olabilecekleri bölgelerde dolaşmamalarını sağladı.
Geyiklerin bu bölgelerde olmaması, daha fazla bitkinin yetişmesi anlamına geliyordu.
Toz ve söğüt ağaçları, hızla büyümeye başladı.
İşte o zaman mucizelerin arkası kesilmedi.
Ağaçlar meyve vermeye ve bölgede arılar dolaşmaya başladı.
“...İZSU Genel Kurulu’nda konuşan Başkan Kocaoğlu, İzmir’in en büyük su rezervinin Tahtalı Barajı olduğunu hatırlatarak, ‘Tahtalı Barajı ve Çamlı Barajı altın madeninin tehdidi altındadır. Tahtalı Barajı bittiği zaman İzmir’e hak getire. Allah sonumuzu hayır etsin’ dedi.”
“...Başkan’ın tarihi itirafındaki can alıcı nokta, ‘İzmir suyunun maden şirketlerinin insafında olduğu’ ve ‘kendilerinin yapacak hiçbir şeylerinin olmadığı’ noktasıydı...”
“...Başkan Kocaoğlu, ‘Tahtalı ve Çamlı Barajı ile ilgili niye konuşmuyor’ şeklindeki beyanların, sık sık basında yer aldığını hatırlattı. ‘Havzalarda yapılan yasal değişikliklerle, Aziz Kocaoğlu’nun bu konuda konuşması maalesef ve maalesef, bir sivil toplum örgütünün konuşması düzeyine indirilmiştir. Eskiden İZSU’nun yetkisi vardı, bugün yok. Bugün İZSU istenildiği zaman, valilikte kurulan altın madeni izleme komisyonuna çağrılıyor, ama hiç bir şeye bulaştırılmıyor. Yani denetim görevini yapamıyor. İstediği evraklar verilmiyor, tahlil ettirmek için istediği numuneler verilmiyor. İZSU numune almak için altın madeni sahasına giremiyor. -Konuşmuyor, konuşmuyor- diyorlardı, konuştum işte’ diyerek dert yandı...”
Arşivlerden...
HÜRRİYET EGE - Nihat Demirkol / 11 Aralık 2017 Pazartesi tarihli, “Çevre dostu olduğumuza inanıyor musunuz?” yazısından, “...Akdeniz’e kıyısı olan 21 ülke ve Avrupa Birliği’nin taraf olduğu Barcelona Sözleşmesi kapsamında, ilk kez bu yıl verilen ‘Çevre Dostu Şehir Ödülü’nün sahibi İzmir oldu...”
“...Oy verenler, “İzmirliler, İzmir’i sevenler ve desteklemek isteyenler”den ibaretti. Sonuç; his, duygusal destek, göreli-yüzeysel kıyaslamalar ve gözle görülür bir rekabet duygusunun getirdiği galibiyet... Oy kullananların, bilimsel, ölçülebilir, “neden ve nasıl?” sorularının yanıtlarına dayanan bir tercihi söz konusu değil. İzmir’e (tabii ki diğer kentlere de...) oy verenlerden ve vermeyenlerden kaç tanesi İzmir’i gördü veya görmedi de, “çevre dostudur veya değildir” diye hüküm verdi acaba?”
HÜRRİYET EGE - Nihat Demirkol / 18 Aralık 2017 Pazartesi tarihli, “Safralardan, tartışarak kurtulacağız” yazısından; “... “Çevre dostu olduğumuza inanıyor musunuz?’ başlığıyla irdelemeye çalıştığım bu yazıda, (eleştiren ve destekleyen) sayısız geri-bildirim geldi... Bunlardan, biri olumsuz, diğeri olumlu iki örneği, köşeme (özetle) taşımak istiyorum...”
50 seneyi aşkındır, bu arabaların meraklısı ve tutkunuyum.
Bagaj niyetine kullanılan, arka kutusunda büyüdüm.
Delikanlılığım, bunların direksiyonunda geçti.
O günleri bilenler; “Hâlâ mı aynı araba?” diye soruyor.
“Evet öyle... Amca’dan, baba’dan, anne’den yadigâr bu heves.
Biraz kızımda, biraz bizde, emaneti yaşatmaya çalışıyoruz...”
Soruları biraz çeşitlendirenler; “Parçası bulunuyor mu? Direksiyonu ağır değil mi? Ama kliması yok tabii, kaloriferi de ısıtmıyormuş” düzleminde devam eder.
“…Rusya’dan operasyonla ilgili şaşırtan açıklama
İşte Afrin Harekâtının Komuta Merkezi
TSK Açıkladı: Sivilleri Canlı Kalkan Olarak Kullanıyorlar…”
“Ve, 1-0… Fernandao aylar sonra gol attı ! Hakem, sanki sertliğe biraz göz yumuyor gibi… Dilerim kontrolü kaybetmez. İki taraf da yönetimde memnun gibi görünmüyor. Devre bitti !
“…Tanklar da gidiyor