Masamın üzerinde duran CD’lerde başlamak lâzım. 1999’da kurulan topluluğun, 2002’te çıkan ilk albümleri, aynı yıl geçmişti elime. “CLASSIC MEETS CUBA” bana tesadüfen ulaşmıştı ama, ardından gelenlerin hepsini ben kovaladım: “JAZZ MEETS CUBA, MOZART MEETS CUBA , OPERA MEETS CUBA, CLASSIC MEETS CUBA – SYMPHONIC SALSA…” (sonra 2 CD daha çıktı). Bu albümler, dünya çapında 500.000'den fazla sattı ve son iki yılda iki kez "Echo Classic and Jazz " ödülünü aldı. Birkaç tanesi Grammy ödülüne aday gösterildi. Mütevazı bir yakıştırma ile “Meets” diye tarif edilen “buluşmalar”ın hepsi de, “müziği çok iyi bilen sanatçılar” eliyle yaratılmış, “melezleme sound ve ritim albenisi” ile parlıyordu ve buna eleştirmenler, “kışkırtıcı bir sıcaklık” diyordu.
Almancadaki “Klâsik” ve “Jazz” sözcüklerini, bir kelime oyunu ile birleştirerek yola çıkan “Klazz Brothers & Cuba Percussion” grubunu, Fuar Açıkhava Tiyatrosu’nda bir kez kaçırsam da, Çeşme Açıkhava Tiyatrosu’nda (Senfonik Salsa repertuvarıyla) yakalamıştım. Konser çıkışında ve izleyen günlerde kızımla uzun uzun konuştuğumuzu ve içlendiğimizi hatırlıyorum. “…Tematik, otantik, etnik, sırada başka ne var, kafalarında yeni proje olarak ne var bilmiyorum ama, ne yapıp edip, bu insanlara, ‘ANATOLIAN MEETS CUBA, ALLATURCA MEETS CUBA veya AEGEAN MEETS CUBA…’ benzeri bir albümün ilhamını verebilmeliyiz. Üzerinde çalışabilecekleri, ‘bizden’ bazı eserlerin nota ve kayıtlarını onlara mutlaka ulaştırmalıyız…” diye söylendiğimizi, hattâ küçük bir tarama ile taslak listeler hazırladığımızı filân hatırlıyorum.
Ve bu heyecanın, (bana göre, hâlâ da parlak olan) bu fikrin, zaman içinde “dünya telâşı” dediğimiz koşturmaya mağlup olduğunu ve “mazi”ye karıştığını hatırlıyorum.
İşte, tam da bu noktada takılıp kalmışken, Geçtiğimiz Çarşamba akşamı, İbrahim Yazıcı yönetimindeki (ve istediğinde bir Şov Orkestrasına dönüşebilen…) “OLTEN Filarmoni”nin, bu efsane topluluğa eşlik ettiği “Yılbaşı Özel Konseri”ne gittik. Bu kez “CLASSIC MEETS CUBA” vardı sahnede… Hattâ, orkestranın viyolacılarından Selen Çelik ve konuk sanatçı Yusuf Karababa’nın, konser için özel olarak hazırladıkları koreografi ile “bonus” tadında, eşzamanlı bir dans gösterisi de ekleniverdi geceye. Topluluğun, sık sık, “bu Orkestra ve Maestro ile sahne almaktan duyduğu rahatlığı, keyif ve mutluluğu” dile getirmesi gözlerden ve kulaklardan kaçmadı. Yapılan müziğin ve Grubun, AASSM’nin “büyüleyici atmosferi”ne çok yakıştığını ve daha önceki “açıkhava denemeleri”nin, bu görkemli deneyim yanında, “tâlihsiz” olarak hatırlanacağını da araya sıkıştırıverelim..
Bunlardan, benim paradigmamı da zenginleştiren ve farklı açılardan bakan biri olumsuz, diğeri olumlu iki örneği köşeme (özetle) taşımak istiyorum.
DUYMADIKLARIMIZ
YAZDIKLARIMA pek katılmayan ancak boşlukları bilgi yükü ile tamamlayan katkı İBB Basın-Yayın Koordinatörü sevgili dost Reşat Yörük’e ait:
“Sevgili Nihat Demirkol’un adeta kelimelerle dans ettiği bir yazısını daha zevkle okuduk. Kinayeli de olsa, İzmir’in kazandığı ödülden gurur duyduğunu söylemesi önemli. Büyükşehir ailesi adına teşekkür ediyorum. Birkaç küçük ilaveyle katkı koymak istiyorum:
1. Çevre Dostu Şehir Ödülü’nün aday kentleri Birleşmiş Milletler Çevre Programı Akdeniz Eylem Planı ve Barselona Sözleşmesi Sekreteryası tarafından belirlenmiş ve seçim süreci tamamiyle onlar tarafından yürütülmüştür. İçiniz rahat olsun, İzmir torba falan yok!
2. Evet, çevre dostu olduğumuza inanıyoruz. Barcelona Sözleşmesi gerçekten de İzmir’in çok önemli aşamalar kaydettiği kriterleri anlatıyor. Örneğin, Avrupa Birliği standartlarında arıtma sayısı, kişi başına düşen atık su arıtma miktarı ve AB standartlarında arıtım oranı ile Türkiye’de açık ara öndeyiz. Her ilçemize ayrı arıtma kuruyoruz. Bütün bunlar demek oluyor ki, İzmir’in yerel yönetimi olarak içme suyu havzalarını, toprağı, suyu kaynaklarını ve denizi titizlikle korumaya çalışıyoruz. Musluklarımızdan içilebilir ve sağlıklı su akıyor. Arıtma çamurlarını çürüterek biyogaz elde ediyor, sonra çürüttüğümüz o çamurları yine o biyogazla kurutuyoruz. Ortaya çıkan malzemeyi şimdilik çimento fabrikaları ek yakıt olarak kullanıyor. Yakında tarımda da değerlendirilebilecek. Toprak ve suyun korunması için ayrıca organik ve iyi tarımı destekliyoruz. Üreticileri daha sağlıklı ürün yetiştirmeye teşvik ediyor ve bu ürünleri satın alarak kentlimizle paylaşıyoruz. İnciraltı gibi büyük rant getirecek çok zorlu bir arazide müthiş bir kent ormanı kurdu bu belediye. Heyelan tehdidi altındaki gecekonduları boşaltarak o alanları kent ormanına çevirmek için çabalıyor. Moloz döküm sahalarını doldurup ağaçlandırıyor. Egzoz salımını minimuma indirmek için raylı sistem yatırımlarına ağırlık veriyor. 2004’te sadece 11 kilometre olan raylı sistem ağı 2020’de 250 kilometreye çıkacak. Yanılmıyorsam 23 kat bir büyüme bu... Çevrenin ekonomik gelişimi için gerçekten de çok etkin işler yapıyoruz. ‘İzmir Modeli’ yakında kitap olacak. Kültürel mirası korumak için yaptıklarımızı ise bu ülkenin Kültür Bakanlığı bile yapmamıştır. Öyle ki, İzmir Büyükşehir Belediyesi desteklemese antik kent kazıları bile yapılamayacak. Akdeniz’le dayanışmayı güçlendirmek için ‘Akdeniz Akademisi’ni kurduk. Elbette eksiklerimiz var, aynı anda 200’e yakın şantiyede çalışılan bir belediyenin hataları da olacaktır. Ama lütfen şunu kimse aklından çıkarmasın: İzmir’de güzel şeyler oluyor.
Amacımız , “üzüm yemek olduğu” için; senelerdir, (deyimin ruhuna uymadığı halde) “dayağı da biz yiyoruz” üstelik. Yani, yine “bağcıyla işimiz yok !” Elbette ki pek memnun olduk; gurur duyduk… Zaten bu yüzden, sosyal medyadaki sevinç çığlıkları, “nihayet iyi bir haber” şeklinde “ciro” edildi; sevinenler tarafından.
“Akdeniz'e kıyısı olan 21 ülke ve Avrupa Birliği'nin taraf olduğu Barcelona Sözleşmesi kapsamında, ilk kez bu yıl verilen 'Çevre Dostu Şehir Ödülü'nün sahibi İzmir oldu. İzmir, finale kalan İsrail ve Hırvatistan'daki rakiplerini geride bıraktı…” Haber bu ! Yani birileri, “oy verdi ve İzmir’i seçti…” Peki, bu sorgusuz sualsiz sevinen “hemşehriler”imiz, oylamanın nasıl yapıldığına, “alıcı gözüyle” bakabilmişler miydi acaba? Emin değilim ! Sadece, “Şarklı tarafımız, ayrıntı ile uğraşmayı pek sevmez…” diyebiliyorum.
Oysa, “Büyükşehir”in sitesinden (de), “oylamaya katılma” çağrısı yapılmıştı: “…İzmir, Crikvenica ve Tel Aviv kentleri ile birlikte finale kaldı… / … İzmir'i desteklemek isteyenler http://surveys.info-rac.org/index.php/832181/lang-en adresinden kayıt olarak 21 Kasım 2017 tarihine kadar oy kullanabilir. Yarışmanın birincisi internet sitesi üzerinden yapılan oylama sonucunda belirlenecek… / …'İstanbul Çevre Dostu Şehir Ödülü' 2 yılda bir düzenlenecek ve bu yıl ilk kez sahibini bulacak. İzmir Büyükşehir Belediyesi, uyguladığı çevre politikası ve yatırımlarıyla, bu ödülü kazanabilmek için İzmirlilerin desteğini bekliyor…”
Evet, üç bağımsız uzman tarafından desteklenen Teknik Komite, 17 Akdeniz kenti arasından bir “final grubu” belirlemişti ama, oy verenler, “İzmir’liler, İzmir’i sevenler ve desteklemek isteyenler”den ibaretti. Sonuç; his, duygusal destek, göreli-yüzeysel kıyaslamalar ve gözle görülür bir rekabet duygusunun getirdiği galibiyet... Oy kullananların, bilimsel, ölçülebilir, “neden ve nasıl ?” sorularının yanıtlarına dayanan bir tercihi söz konusu değil. İzmir’e (tabii ki diğer kentlere de…) oy verenlerden ve vermeyenlerden kaç tanesi İzmir’i gördü veya görmedi de, “çevre dostudur veya değildir” diye hüküm verdi acaba ? Açıkcası, İzmir “teraziye çıkılan konu”da, hayli mesafe katetmiş ve uygar bir kent kuşkusuz. Ama kazanamasaydı, çevre dostu şehir sayılmayacak mıydı yani ? Sözün kısası, “pazarlama çağının parlak oyuncaklarından biri”ne benzemiş bu yöntem. Bu “önemli ödül”, “filanca derginin kapağındaki ‘Yılın Adamı’na oy verin” bezirgânlığının gölgesinde kalmış sanki.
Hasan Pulur, Milliyet’ten ve 1997’den sesleniyordu, “Sokaklarda ya da Küçük Sahne’nin kapısında bu afişi okuyanlardan bazılarının yüreği daralabilir ya da hoplayabilir. Hayır, ‘Allahaısmarladık Cumhuriyet’ ne bazıları için felaketin habercisidir, ne de numaracıların ham hayallerinin gerçekleşmesidir.” 2006’dan da Doğan Hızlan, Hürriyet’le katılıyordu büyük resme: “Selim İleri’nin Allahaısmarladık Cumhuriyet oyunu yıllar önce Sadri Alışık Tiyatrosu’nda oynanmış ve aynı yıl hem Afife Jale, hem de Avni Dilligil Tiyatro Ödülleri jürilerince yılın en iyi oyunu seçilmişti” diyerek... Cumhuriyet Gazetesi’nde 30 Aralık 2005’te yazdığı, Acı Bir Gogol Güldürüsü’nde ise Selim İleri (ismi lâzım değil) bir repertuvar kurulunun ısrarla, üstelik de birkaç kez tâlip oldukları oyunu (uzun diyaloglar gibi sudan ve havadan gerekçelerle) tiyatro eseri saymayarak koridorlarda reddettiğini ekliyordu sohbete...
Perde inmeden, 50’nci yazarlık yaşını bir başyapıtla kutlayan 2017’deki Selim İleri de kendi repliği ile oyuna katılıyor ve “20 yıl önce yazdığım, bana seçkin iki ödül kazandıran Allahaısmarladık Cumhuriyet’in Tiyatro Tatavla tarafından yeniden hatırlanmasından mutluluk duydum. / Oyunu, kültür gömleği değiştirirken çekilmiş acılar üzerine kurmaya çalıştım. Metinde, sahnede dört kadının dramı önce çıkar ama, geride bütün toplumun yaşadıkları, emeği belirsin istemiştim. Tiyatro Tatavla bu isteğime ruh üfledi. İnsanın kendi yazdıklarından söz açması çok zor, hatta gereksiz. Yine de bu oyunun yakın tarihimizin hüzünlü görkeminden esinlendiğini söylemeliyim. Birçok kaynaktan yararlanmıştım, o kaynak eserleri saygıyla anıyorum” derken perde kapanıyordu. Hiç aynı sahnede buluşmamışlardı, ama işte az önce birlikteydiler...
TAKSAV’ın ev sahipliğindeki 6’ncı Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali, Eraslan Sağlam’ın yönettiği ve Tiyatro Tatavla oyuncularının (Halide Edip / Hale Akınlı, Afife Jale - Fikriye / Tuba Zehra Sağlam, Lâtife / Cansu Diktaş, Terzi Galip / Can Ertuğrul ve (Anastasia’nın sesiyle) Svetlana Çerkosova) yorumladığı Allahaısmarladık Cumhuriyet’le açıldı.
Oyun kendini, “Cumhuriyet’in kuruluş mücadelesinde kendi hayatlarından, kişisel özlemlerinden, düşlerinden vazgeçmiş, düşlerini feda etmiş dört figür... ‘Ferdin hürriyeti’, ‘Tiyatro bir mekteptir’, ‘Yeni bir vatan kuruluyor’, ‘Siyaset amansız şey’ diye diye iki dünya arasında kalmış mert, yürekli, naif, örselenmiş, ötekileştirilmiş devrimci kadınlar üstlerine toprak örtüldükten sonra, yürekleri can tahtasına çarpmadan önce, birbirlerine son kez sığınmak için Galip Bey’in terzihanesinde buluşurlar” diye târif ediyor. Açıkçası, ‘Cesaret; dehâ, güç ve büyüyü içinde saklar’ fikrini bu târifin içinde bulmakta hiç zorlanmadığımızı itiraf etmeliyim.
Buradan anlarız ki itibar, “yaş ve kuru” olmak üzere ikiye ayrılır. Sözcüğün anlamı ve derûnu konusunda, yolumuzu bulmamıza, deyimler de yardımcı olur. “İtibar’dan düştü…” denir meselâ ; vurgu çok güçlüdür: “Demek ki ‘yüksek’ bir şey bu !” diye geçer içinizden. “Allah insanın itibarını eksik etmesin…” diye dua edildiğinde ise, konuşulanın, “fazla” bir şey olduğu anlaşılır. Burada bitmez; “İtibarını kaybetti…” ifadesi, kavramın “var” olanı vurgulamaya eğilimi olduğunu gösterir. “itibarı 5 paralık oldu…” denmesinden, “kıymetli” bir şey olduğu, “kaç paralık itibarı vardı ki ?” sorusundan, “alınır – satılır” bir tarafının da bulunduğu çıkarımı yapılır.
Geçen yüzyılın en büyük mimarlarından Louis Isadore Kahn, “Çizgiyle boyanmış her at zebra değildir” derken, söylediği, bir estetik kategorinin tanımını aşar. Boyalarınızın dökülmesi için, karşınıza, “sadece yağmur yağmasını bekleyecek kadar sabırlı birinin çıkması” yetecektir. İşte bu “ıslaklık” ayrıntısı ile daire tamamlanır ve Necati Cumalı’nın, “itibar etmiyor gibi göründüğü ‘itibar’ tarifi”ne, taaa en başa dönmüş olursunuz. Ziya Paşa, bu “zebra, at, eşek” işinin, “donanım” tarafının altını çizer. Terkîb-i Bend’inde, “Bed asla necâbet mi verir hiç üniforma ? Zerdûz palan ursan eşek yine eşektir”. (aslı kötü olana soyluluk kazandırır mı hiç üniforma; altın semer vursan eşek yine eşektir) demesi, kuşkusuz bundandır. “Yönetilebilen kavramlar” destesinde, İtibar, başkaları tarafından yönetilmeye pek müsait olmasına rağmen, halk arasında , “Kişinin kendi kendine ettiğini, 9 düşman bir araya gelse edemez !” denmesi ise, konuyu özetlemesi bakımından hayli mânidardır…
“Detant” (gerginliğin azaltılması, ilişkilerin yumuşatılması) öncesinin meşhur fıkralarının birini hatırlıyorum. “…Şişeden çıkan yaşlı, sevimli, uzun sakallı cin, sormuş Polonyalının birine: ‘3 dileğini yerine getireceğim; ilkini söyle !’ Adam, ‘ilki’ demiş, ‘Kızıl Çin Polonya’yı işgal etsin istiyorum…’ Cin, biraz hayret etmekle beraber, ‘o kolay’ demiş, ‘ikincisi ?’ Adam, ‘ikinci dileğim de aynı’ demiş, ‘Kızıl Çin Polonya’yı işgal etsin’. Yaşlı Cin, ‘ne kadar kolay harcıyorsun, bu paha biçilmez fırsatları ? Sen bilirsin… Son dileğin nedir peki ?’ dediğinde ise, adam gözleri parlayarak aynı dileği tekrarlamış. ‘Kararlıyım’ diye gürlemiş; ‘Kızıl Çin Polonya’yı işgal etsin…’ Yaşlı Cin, ‘tamam’ diye yanıtlamış, ‘halledeceğiz… Ama hâlâ bu saçma sapan isteğine anlam veremiyorum; üstelik 3 kere…’ Polonyalı, tarihten gelen kuyruk acısının rövanşını özetlemiş ve ‘sen ne tarih, ne de coğrafya biliyorsun yaşlı Cin, Kızıl Çin’in 3 kere Polonya’yı istilâ edebilmesi için, geliş gidiş hesabıyla, 6 kere Rusya’nın üstünden geçmesi lâzım; ben daha başka ne isterim ?”
Sosyal Medya’da, “-belge çıkışı-nın sahipsiz kaldığına, kamuoyuna iyi anlatılamadığına üzülen CHP’liler” ile, “işin tekniğine vâkıf olanlar”, kendi aralarında sohbet ediyorlardı; göz ucuyla misafir oldum. “…CHP’li biri, Man adası belgelerini açıklıyor. Konuya sıfır hakim. Yalan yanlış mevzuat atıflarıyla saçmalıyor ! Bu parti, hakikaten bu adamlarla asla seçenek olmaz. Tembel, uydurukçu, donanımsız bir anlayış bunların vazgeçilmezi. Basit bir dekontu bile doğru çözümleyemediler. Tepeden tırnağa üzücü bir kadro…./…Para Belwey'in buradaki döviz hesabından gidiyor. Adam bunu bile söylemiyor ve eziliyor karşısındakine… / …Kontrol Edilen Yabancı Kurum diye câri bir mevzuat var. Onu bilse şah mat yapacak…” Altına bir başkası da yorum yapmış:
Samimiyetle söylüyorum, Büyükşehir’in web sitesi vasatın üzerinde bir öngörüyle hazırlanmış. Ayrıntılarda, “Hemşehri İletişim Merkezi / Ulaşım / Bilgi Edinme / İhaleler / Dokümanlar / Birimlerimiz / hattâ Nöbetçi Ezcaneler” bile var. Bitmedi, “Kurumsal / Başkan / Hizmetlerimiz / Yayınlarımız / E-İşlem Merkezi / E-Beyanname / Kültür-Sanat / TV’de İBB / Kameralar / Kent Görselleri / Sanal Tur / Meclis / İzmir Kent ve Kültür Gezileri / Kensel Dönüşüm Projeleri...” Ve tabii bunların açılımları...
Ama “1868-2018” vurgusu sadece (deniz hasretini çağrıştırdığı için olsa gerek) sahra rengi bir 150’nci yıl logosu ile duyurulmuş. Bunun dışında sitede “150’nci Yıl Kutlama Programı” diye bir başlık göremedim. İki ihtimal var, ya akıllarına bile gelmedi ya da (bu kadar ciddî işin arasında) “Sizi tefe koyarlar” diye oraya yaz(a)mıyorlar.
Galip ihtimal birincisi olduğu için ekim ayında kentsel dönüşümü parlatan Sayın Bakan’a sorduğum soruyu yineleyip ikinci ihtimale geçelim: “Kentli bu kentsel dönüşümün neresinde acaba? Kent dönüşür ama kentli olduğu yerde kalırsa bunun çok vahim sonuçları olur farkında mısınız acaba? Zira, kentin nasıl dönüşeceği sorusundan daha önemlidir kentlinin nasıl ve neye dönüşeceği sorusu. Kent, kentli dönüşemeden dönüştüğünde dönüşse dönüşse bir ucûbeye dönüşür çünkü. Kentsel dönüşümü başarabilmek için önce kentliyi ruhen eğitiniz ve inceltiniz! Güzeli, iyiyi, doğruyu ve estetik olanı talep etmeye başlasın. Çirkinliğe razı olmamayı içselleştirsin. Bunları ancak sanatla yapabilirsiniz. Bunu yapabildiğinizde binaların hoş bir teferruat olduğunu göreceksiniz.”
İkinci ihtimal bende kutlama programının -sürpriz olması bakımından- kentliden saklandığı hissini uyandırdı. Hattâ duydum ki, oluşturulan kutlama komitesi önce dünyadaki parlak kentlerin yıldönümlerini araştırmış. Yani, Paris’te, New York’ta, Londra’da, Berlin’de, Sidney’de ve (kumamız) Barselona’da nasıl kutlanmış, nasıl kutlanıyor ve nasıl kutlanacak diye ince ince düşünüp öyle hazırlanmışlar. Basına sızar diye köşe bucak sakladıkları programın özeti şöyle: 12 ay boyunca her ay büyük bir gala etkinliği var. Yerli ve yabancı sanatçılar ve kültür insanları adetâ kamp kuracak İzmir’de... Hemen her türde konser, tarih konferansları, söyleşiler, tiyatro, opera-bale ve sinema gösterileri, sergiler, yarışmalar, irili ufaklı etkinliklerle İzmirliye ücretsiz olarak sunulacak. “İzmir” teması üstüne, beste, roman, kısa film, karikatür gibi alanlarda (150’nci yıl kutlamasına yönelik olarak) birkaç yıl önce açılmış yarışmaların ödül törenleri ve eserlerin sanatseverlerle buluşması gerçekleştirilecek. New York Filarmoni’den Bolşoy’a, Andre Rieu’den KODO davulcularına, Klazz Brothers’dan Placido Domingo’ya, Yo Yo Ma ve İpek Yolu’na kadar bir yıldızlar geçidine tanık olacak hemşehrilerimiz. Kasım ve Aralık 2018 ayları ise en özel gündeme sahip.
Son yılların en başarılı afişindeki, “tiyatro mask’ı takmış balık” tebessümüyle “efeleniyor” çünkü; İzmir’e de çok yakışmış! Önce, henüz göz atma fırsatı bulamamışlar için, web sitelerindeki (http://www.izmirtiyatrofestivali.org/index.php) küçük “tarihçe” notunu paylaşayım:
“...İzmir; Antik Romalıların 16 bin kişilik açık hava tiyatrosu inşa ettiği, büyük yazar Victor Hugo’nun onu hiç görmeden adına şiir yazıp bir ‘prenses’e benzettiği; farklı kültürlerin, yaşam tarzlarının, inançların binlerce yıldır bir arada, barış içinde yaşadığı kent; tiyatro tarihimizin öncü kenti... / ...İzmir’in 16. yüzyıldan beri genlerinde taşıdığı tiyatro sanatını yeniden canlandırmak, geçmişte olduğu gibi uluslararası düzeye taşımak, farklı halkların kültürlerini, inanç ve dillerini paylaşabildikleri, bir arada sanat üretebildikleri, seslerini, sözlerini izleyicilerine duyurabildikleri bir şenlik ortamı oluşturmayı hedefleyen TAKSAV (Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf), tarih boyunca “tiyatrolar kenti” olarak bilinen, asırlardır tiyatroyu yaşayan ve yaşatan kentimiz İzmir’de tiyatro ateşini yeniden alevlendirmek için, yıllardır Ankara’da gerçekleştirdiği Tiyatro Festivali deneyimini 2012’de İzmir’in yerel değerleriyle bir potada eritilerek İzmir’in ilk Uluslararası Tiyatro Festivali’nin organizasyonuna başlandı. Festivalimizde sanatsal estetiğin, dostluk ve paylaşımla ortaklaşabildiği bir buluşmayı gerçekleştirmeyi hedefliyoruz...”
CESARET TEMASI
Yukarıdaki paragrafın taşıdığı “heyecan ve büyü”, 6. Kez İzmir’de... Geçen 5 yıl boyunca, İzmir’in tiyatro salonlarını, yüzde 80 doluluk oranıyla hareketlendiren TAKSAV Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali, perdelerin, bu yıl 8-18 Aralık tarihleri arasında, “Cesaret” temasıyla açıyor. İzmir 5’i yurt dışından, 32’si Türkiye’den toplam 37 oyun, atölye ve söyleşiye, 13 farklı mekanda ev sahipliği yapacak. Festivalin yabancı konuk oyunları Fransa, İspanya ve iki ayrı grupla Gürcistan olarak belirlendi. Bir yerli yapımın prömiyeri gerçekleşirken, İspanyolca, Gürcüce ve Kürtçe oyunlar üst yazı ile sunulacak...
Festivale ait haber bülteninin ayrıntılarına, yerel ve sosyal medya üzerinden, festival programına ve sergilenecek oyunların bilgilerine ise www. izmirtiyatrofest.org adresinden ulaşabilirsiniz. Ben asıl, öykünün başlangıcına uzanıp, 2017’nin “Manifestosu”nu taşımak istiyorum köşeme. 2012’de “Merhaba” ile yola çıkılmıştı. Tiyatro, 2013’te “İtiraz”la gezindi sahnelerde. 2014’te “Dayanışma”ydı tema; 2015’te, “Özgürlük...” Geçen yıl, “... Roma mitolojisinde son tanrıça Spes’in adıdır ‘Umut’. Yunan mitolojisinde ise Pandora’nın Kutusu açıldığında ortaya saçılan kötülüklerden geriye kalandır; onu saklı kaldığı yerden çıkartıp alan insanlığa direnme ve mücadele gücü verendir Umut!” diye başlayıp, “...Özgür, aydınlık ve daha güzel bir ülke için umudu diri tutanlar: Birlikte tiyatroya, festivale!” diyerek virgüllenmişti şölen. Bu yıl daha da bir “Cesaret”lenmiş tiyatro. Şöyle kaleme alınmış (hiçbiri tesadüfe bırakılmamış olan) manifestoların sonuncusu:
İHTİYAÇ VAR
Bakanlık, ‘TSK’da yemek duası uygulamasının, yıllardır devam eden yerleşik bir uygulama olduğu değerlendirilmiştir’ yanıtını gönderdi…” Bu girişimin, aslında bir prova olduğunu yeni anlıyoruz. Çünkü, “Ordumuzun geleneği, 1 yıl içinde buharlaşmış” olmalı ki, geçen hafta, birliklere gönderilen emirle, “Mehmetçik”in yemek duası “Allah’ımıza hamd olsun, milletimiz var olsun” şeklinde değiştirildi.
Gelenek deyince, pek eskilere uzanmak gerekiyor aslında… Kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak, Büyük Hun İmparatoru Mete Han’ın tahta çıkış tarihi olan “M.Ö. 209” yılı esas alındığına göre, yerküremizin, (temeli vahye dayanan) semavî din olarak, sadece Musevîliği tanıdığı bir dönemden söz ediyoruz. Yani, Orta Asya lugâtında sadece “Tengri - Tanrı” mevcut ve Peygamber Ocağı’nın, “Allah” sözcüğü ile tanışmasına, daha yaklaşık 800 yıl var… “Arada yaşananlar”a dair özel bir takıntınız yoksa, gündemi meşgul eden duadaki “Yaratıcıya şükran” niyetini, 1277’de, Karamanoğlu Mehmet Bey’in, “Şimdengerû, divânda, dergâhta, bargâhta, meydanda, çarşıda, pazarda Türkçeden özge söz söylenmeye...” şeklinde bilinen fermanıyla buluşturmak mümkündür. Zaten, İlhanlı hükümdarı Gazan Mahmud’un bastırdığı paranın arka yüzünde de, (günümüz Türkçesiyle) "Muhammed Allah’ın elçisidir. Ebedi Tengri’nin gücüyle...” yazıyordu ve dilin arılığını aynı yüzyılda, “-Yaradan-dan ötürü…” berraklığına taşımaya çalışıyordu; “Tanrı bîzar bahîllerden” diye dövünen Derviş Yunus…
Macar Halk Edebiyatı Bilgini Ignaz Kunoş, 1926 yılında İstanbul Üniversitesi'nde verdiği konferansta, 1885 İstanbul’unu ve 13. yüzyıl Türkçesinin, sokakta hâlâ yaşadığını şöyle anlatıyor: "Gel Şehzâdebaşı'ndaki sakin kahvelere… Direklerarası’ndaki kıraathanelere... Biri söylerse öbürü dinler. Akşam da oldu ikindi, mumlar şamdanlara dikildi. Şerefeye çıkmış müezzinler, Kıble tarafına dönüp ellerini yüzlerine örtüp, ince ince ezan okumaya başladılar: Yoktur tapacak / Çalabdır ancak…"