Keman’da Leticia Moreno’ya eşlik ettikleri ikinci eser, Max Bruch’un 1 numaralı “Keman Konçertosu”; 1866’da ilk kez besteci tarafından yönetilerek dinleyicilerle buluşmuş. Finaldeki, “demir leblebi” ise, Brahms’ın 4 numaralı “Senfoni”si ! Meastro Yazıcı bile, “genel prova dahil, 1 günde 2 kez çalınması”nı, “vahşice” olarak niteliyor ki, eserin prömiyeri 1885’te gerçekleştirilmiş... Uzun lâfın kısası, Çarşamba gecesi AASSM’de dinlediğimiz eserler, (sırasıyla) 236, 152 ve 133 yıl önce bestelenmiş; hâlâ seslendiriliyor... Yani, ortalama 174 yaşındaydı dinlediğimiz seçki... “Bestecileri kahraman sayılırlar mı ?” diye düşündüm; bilemedim. Ceyhan Olten, imdâda yetişti..
Çok gerilere gitmeye gerek yok... Ceyhan Bey’in, daha geçen sene “program kitapçığı”na yazdığı mesajı şöyleydi: “…Homeros’tan bu yana bilindik 4.000 yıllık bir tarih. Sokrates’ten aydınlanma çağına, oradan günümüze, evrensel kütüphanenin raflarında, insan aklını yücelten binlerce kitap. Pygmalion’dan Donatello’ya ve Picasso’ya insanın ruhsal devinimlerinin ve duygusal tepkimelerinin ürünü binlerce resim, binlerce heykel. Montaverdi’den Mozart’a ve Debussy’e insan onuruna yönelmiş milyonlarca nota. Bu evrensel sanat galerisine toplum olarak ne kadar katkı koyabildiğimizi hiç düşündük mü ? Sanat takdir edilmediği yerde durmazmış. Her halde o yüzden, zarafet bir ufuk çizgisi gibi; biz ona yaklaşmaya çalıştıkça, o bizden uzaklaşıyor…”
Bu yıl, çok başka bir “gündem”i vurgulamış: “...Bir toplum için yapılabilecek en büyük iyilik, içinde yaşayan insanların kendilerini yüceltmelerine olanak tanıyacak ortam yaratarak zenginleşmelerini sağlamaktır. Bunu yapabilmenin en birinci yolu, insanları genç yaşlarında sanat ile tanıştırmaktır. Sanatçıların entelektüel seviyeleri, duygusal tepkimeleri ve ruhsal devinimlerinin ürünü eserler ile tanışmak, insanın bireysel özgürlüğünü kazanmasına yardımcı olacaktır. İnsanın gerçek değerini bireysel özgürlüğünün seviyesi belirler. Gerçek değeri yüksek bireylerden oluşan toplumlar, hiçbir zaman kahramanlara ihtiyaç duymazlar. Brecht’in dediği gibi: -Toplumca bize gereken, yeni kahramanlar yaratmak değil, kahramanlara ihtiyaç duyulmayan toplumlar yaratmaktır.-“
“İmdâda yetişti” diyorum, çünkü, “satır araları”nda, bu işleri tesadüfe bırakmayacak bir “mühendislik” var ! Üstünden 1 sene geçmeden; “Sanat”ı hiç örselemeden, hesabı “zarafetini yitiren bir toplum” üzerinden görmek ve bu yitirişi, aslında “bireysel özgürlüğümüzdeki seviye kaybı”nın yarattığı zoraki kahramanları adresleyen bir diyalektiğe bağlamak, az incelik mi ? Başlıktaki sorunun yanıtı, az çok şekillenmiş oluyor böylece: “Kahramanlarımızın kimler olamayacağı, kimin adının bile anılmayacağı belli” hiç değilse...
Solist sanatçıya gelince... Onun için de bir şeyler yazmalıyım, değil mi ? “Yetmez ! ‘Kırmızı’ yetmez, 1762’ye tarihlenen ‘Nicolo Gagliano’ yapımı keman yetmez, arşeyi doğru tutmak yetmez, kemanı farklı taşımak yetmez, yayı bambaşka çekmek yetmez, gözünü kapatmak yetmez, burun deliklerinin açılıp kapanması yetmez... Bis için Yazıcı gibi bir eşlikçi yetmez, Piazzolla yetmez, Oblivion yetmez... Yetmezmiş, yetmiyor, yetmedi...” Sahnede “kalp gibi atmak” gerekiyormuş; dinleyiciyi koltuklarına çivilemek için. İşte aynen böyle yaptı, Leticia Moreno... “Başka diyeceğim yoktur!”
Bir yandan da “Bakü’deki İzmir” başlığı için, notlar alıyorum. Köşeyi dönünce karşımıza; alınlığında, “Reşid Behbudov Adına Dövlet Mahnı Teatrı“ yazan, mütevazı büyüklükte, fakat gösterişli bir bina çıktı; hemen köşesinde de sanatçının heykeli... Herkes yürüdü, ben önünde çakılı kaldım. Yıllarca, radyodan adını duyup, sesini dinleyip de büyülendiğim efsane ismin anısı, bu konser salonunda yaşatılıyordu. Biraz cesaretlenip de içeri giriversem, belki de o gün karşılaşacaktık “Oya Ergün” ile... Kısmet değilmiş !
Kısmet, “Sevgilim” başlığını taşıyan “Love Songs From Azerbaijan” albümünden haberdar olduğumda yüzleşmekmiş tekrar... Kendisini en son gördüğümde, ben 22 yaşımda olduğuma göre, o çok çok daha “genç”miş. Biz, babası Mesut Dayımla mandolin çalarken, Öztoprak-Kopuz’un bestesi Sûzdil Saz Semaisine yazdığı “2. Ses”i, dayım benim için kendi elleriyle notaya alırken, Oya’nın da kendi kendine şarkılar mırıldandığını hatırlıyorum...
Babası, Cumhuriyet Savcısıydı o tarihlerde... Fevkalâde keman çalardı. Formika dolabındaki (yok zamanlarda tek tek toplanmış) yüzlerce “long play” hâlâ gözümün önündedir. Yeteneği, merakı, birikimi, ufku ve aydınlık bir aileye doğmuş olmasına rağmen, delikanlılığı “ata hatırı”nın kırılamadığı senelere rastladığı için, müziğin “profesyoneli” olamamıştı. Ama öyle anlaşılıyor ki, hukukçu oğlunun yanında, her gün sanatıyla biraz daha büyüyen bir de “Opera Şarkıcı”sı bırakmış ardında; “savcısı olduğu Cumhuriyet’e miras” olarak...
Ruhuna, “Azerbaycan’dan Aşk Şarkıları” üflenmiş (ve Ahenk Müzik tarafından yayınlanan) albümde, 12 seçilmiş
Ben İzmirli bir seçmenim. Yani bildiğiniz “sokaktaki adam.” Bornova’da oturuyor olmamın getirdiği “kalp yakınlığımız”ı saymazsak, sizin için de kuşkusuz “herhangi biri” olmalıyım. Gazeteci filân da sayılmam. Nezaketle davet edildiğim bir köşede, hasb el kader senelerdir yazı yazıyorum. Beğendirebildiklerimiz okuyor; diğerleri de üzerinde ayakkabı boyuyordur muhakkak... Sizinle, bu kimliğim ile tanışmak, farklı zaman ve mekânlarda sohbetlerinize katılmak fırsatını buldum. Ayaküstü hatır sormalardan seçim gecelerine, nikâh törenlerinden çay sohbetlerine, profesyonel toplantılardan çatal bıçak paylaşımlarına kadar pek çok yerde görüştük. Sizin öncelikle “beyefendi” tarafınızdan etkilenmişimdir. Politikacılığın, “külhanbeyi zanaatı” olmadığını resimliyorsunuz. Zamanımızda, ne yazık ki artık “meziyet sayılan daha pek çok önemli ayrıntı”yı da büyük bir doğallık ve özenle taşımasını biliyorsunuz. Siz iyi bir insansınız!
Sayın Başkanım,
İzmir’deki ikibuçuk gazeteye, üç beş tane süreli yayın da ekleseniz, “yerel gündem” hakkında kalem oynatan yazarların sayısı, herhalde bir belediye otobüsünü ancak doldurur. Hep merak ederdim, bu yazılıp çizilenleri “nasıl bir mekanizma” izler, değerlendirir, yorumlar ve “Büyükşehir Belediye Başkanı”na sunar diye... Artık merak etmiyorum, çünkü yapılmadığına kanaat getirdim. “Arsenikli İşler Bunlar” başlıklı yazıma, yayınlandığı gün, daha öğle olmadan Çevre Bakanlığı’ndan yazılı bir açıklama geldi; cevap olarak... Kocaman üç hafta geçti üzerinden, İzmir’den “tık” yok. “İzmir’in Stratejik Plânı” olduğunu duyup da hayret ettiğimde, hemen tâlimat vermiştiniz, ses seda yok; aylar oldu... Ve irade gösterdiğiniz halde, sonuç alınamayan, sürüncemede kalan ve muhtemelen haberinizin bile olmadığı (ama tahakkuk etmediği için şahsınıza fatura edilen) irili ufaklı bir sürü sipariş, rica, istek, mutabakat vs. vs. vs. Ekibiniz İzmirliyi ciddiye almıyor! İşlerini “ruhlarını üfleyerek” yapmak gibi bir kaygıları da yok. Ama onların bu kronikleşmiş “edilgen halleri”, sizin hanenize eksi puan olarak yazılıyor; yazık değil mi?
Sayın Başkanım,
Bu cümleyi, bir de şöyle okuyalım:
“Meraklısı, son 15 senedir, ‘ödül almış bir afiş’in festivalini izliyor...”
Haklı itirazınızı duyar gibiyim; (fasulyeli et denmez...) o bir ”festivalin afişi...”
Olsun ! “öyle bir festival ki, afişleri bile ödüllü !”
Yumurta – tavuk; sebep –sonuç. Nedensellik, yaratıcılığı ateşliyor.
Sanatı nasıl kucakladığına bakın siz...
“Rönesans insanı”nın, “dijital insan”a üstünlüğüdür bu aslında !
Alsancak Garı Karşısı butik konser salonunda; İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı İKSEV’in, İzmir Kalkınma Ajansı desteğiyle somutlaştırdığı ve “Kentin başlıca müzik ve sanat merkezlerinden biri olmayı hedefleyen, toplum ile dinamik, canlı ilişkiler kurabilen ve yaşayan/yaşanan bir mekâna dönüşecek” MÜZİKSEV Projesi’nin vizyonuyla paylaşmıştım bu repertuvarı, meraklısıyla...
Aradan 5 yıl geçmiş... Bu kez, EGE KÜLTÜR DERNEĞİ’nin, “... Anadolu insanının toplumsal belleğinde taşıdığı iyiliğe yönelik hayat görüşünü oluşturan yüksek değerdeki geleneksel bilinci, dans ve müzik yoluyla kitlelere duyurmak...” idealini, “...geçmişin deneyimleri bilmeyen bir toplumun geleceğe sağlam adımlarla yürümesinin mümkün olamayacağı...” düşüncesi ile aylara serpiştirdiği “Kültür-Sanat Etkinlikleri”nde; “2018 – 2019’un ilk konuğu” onuruyla sahne aldım. Piyanonun tuşlarını, dün akşam bana emanet etmek nezaketini gösterdiler ve Feyzi Aslangil’i, “Saz Eserleri”nden oluşan bir repertuvarla, “sohbet ve doğaçlamalar” gündemiyle andık. Çok güzel bir alışveriş oldu...
Malûm; Türk Mûsikîsinde piyano, ağır nazariyatçıların gözünde reddedilmiş bir enstrümandır. Rahmetli Cinuçen Tanrıkorur’un cümleleriyle özetlersek; “…Müzikten anlamayan kulakları, uzaktan, Nihâvend’i, Mâhur’u, Acemaşîran’ı andıran zevzeklikler” ile eğlendirmeye çalıştım... Yine rahmetlinin tarifiyle, zaten bendeniz (de), “Piyano ile Türk Mûsikîsi çalmanın neden mümkün olmadığını anlatabildikleri aklı başında müzisyenler”den olmadığım için, “...çaldığımın Türk Mûsikîsi olduğunu zan veya iddia ederek...” meraklısını, (ki gelenler salona sığmadılar) 1 saat kadar oyalamaya çalıştım.
Lâtife bir yana, 14 Ağustos 1954’te, İstanbul’da, (Harbiye) Açıkhava Tiyatrosu’nda, Saadettin Kaynak’ın jübilesinde,
Mülkiye’de Hocamız olan Sevgili Kurthan Fişek’in 5 Nisan1998’de yazılmış “müthiş” bir yazısı vardır. Başlığı, “Zoolojik bir yazıdır. CHP ile hiçbir ilgisi yoktur...” diye atılmıştır. Hattâ, sonuna, “Bu yazıyı TEMPO'da yazmıştım. Yazdığım sırada CHP'liler yine kavga ediyordu. Bu yazının CHP'yle ilgisi yoktur...” şeklinde bir not da düşülmüştür. Yıllar içinde “Benim Gözlüğümden” köşesinde, tam 3 kez paylaştım, alıntıladım... “Bu yazı eskidiği gün CHP iktidardır !” diye başlık attığım bile oldu.
“Yerel seçim kulisleri için gösterdikleri çabanın yarısını, Eşref’in, “...Gam değil amma bu mülkün böyle elden gitmesi / Gitgide zulmetmeye elde ahâli kalmıyor...” diye târif ettiği hallerimiz için harcamayanların zavallılığını gördükten sonra”, bu “efsane satırları”, yazı hayatımda dördüncü kez, bir makalemin içinde, değerli okuyucu ile paylaşacağım. (Hoca’nın veciz sözcüklerini sansürlemeden filân...)
“...Günlük politikadan bıktınız mı? CHP'deki kurultay dalaşlarından bıktınız mı? Kendi hesabıma ben bıktıktan sonra, ‘Ulan hanzolar ! Neyi paylaşamıyorsunuz?’ diye dellendikten sonra, siz haydi haydi bıkmışsınızdır. O bakımdan konuyu değiştiriyorum... / ...Ama, küçük bir uyarım olacak önce... Özellikle de osuruktan nem kapan CHP'li dostlarıma... Anlatılacak şeyler CHP'yle ilgisizdir. Hükmî veya özel kişilerle benzerlik varsa, tamamen tesadüfîdir...”
“...Sonbahar geldiğinde kültür ve sanat yaşamı canlanır. Artık yalnız büyük kentlerde değil, Anadolu’nun birçok kentinde de kültürel etkinlikler, festivaller yapılıyor... / ...Ancak beni tedirgin eden bir yanı var. Belediye başkanları değiştikçe, etkinliklerin niteliği değişiyor. Yalnız sanatsal eğilimler yüzünden değil, siyasal tercihler açısından da bu böyle... /...Türkiye’nin birçok yerinde kültürel etkinlikler için salonlar yapılıyor. Buraların yönetiminde tek bir sakınca var. Siyasal eğilimlerin o merkezlerin programlarında da belirleyici olması. Bu, çok sesliliğin önünde bir engel. Belediye başkanları değiştiğinde her şey sil baştan değerlendiriliyor, geçmiş adeta siliniyor...”
Ardından, “...Peki bunları önlemek için ne yapmalı?” diye sorup, “...Tek çare sivil toplum kuruluşlarını da içine alan vakıfların kurulması. Vakıflar kurulduğunda siyasi otoritelerin müdahalesi büyük ölçüde önlenir. Orada yaşayanlar da vakfa sahip çıkar... / ...Belediyeler, sivil toplum kuruluşlarının yer aldığı vakıflar kurmalı. Böylece siyasal, ideolojik tercihler yüzünden değişim önlenmeli... Tarihi mekânlar, festivallere, etkinliklere tahsis edilmeli. Onun da yönetimi tarafsız bir kurul tarafından üstlenilmeli....” diye cevaplıyor.
Bu isabetli ve haklı “parmak basma” ile neredeyse eşzamanlı olarak, yine HÜRRİYET’in bu haftaki sayfalarında; Aytül Büyüksaraç’ın “İzmir’in 36 senelik hayâl”i dediği, “Opera binasının temeli atma haberi” vardı. “Türkiye’nin opera sanatına özel ilk yapısı”na ilişkin bu haberde, Başkan Aziz Kocaoğlu’nun “Fuar İzmir’i kurduk, buraya da ‘Opera İzmir’ diyoruz! Ardından Kongre İzmir, Tiyatro İzmir gelecek ve bu böyle devam edecek...” sözleri dikkatimi çekti, heyecan verdi, şükran duygularım tazelendi ister istemez...
Bu “ufuk açıcı, iç ferahlatıcı müjdeler kreşendosu” ile “iyi, güzel ve estetik” olanın, hiç fark edilmeyen başka bir yüzü geliverdi; gözümün önüne... “Opera İzmir...”, bir sanat izleyicisi olarak çok içime sindi. Ama “keşke” dedim, “-Adnan Saygun- adı daha önce başka bir komplekse verilmemiş olsaydı da, ‘İlk Türk Operası’nı besteleyen ‘gözde’nin adı, bu görkemli mâbette, yaşasaydı...”
Demek ki, yerel yönetimlerin “kent plânlaması”na ilişkin kaygıları, aslında “isimlendirme”ye kadar uzanan pek ince bir iş! Lâfı nereye getireceğim? Yapımı, “türlü itiş-kakışlar yüzünden” yılan hikâyesine dönen ve bildiğimiz kadarıyla, Büyükşehir’in “irade”yi, artık Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devrettiği, “Bornova Kültür Merkezi” de (?!), “3 vakte kadar” açılacak.
HÜRRİYET arşivindeki haberlerde, söz konusu Kültür Merkezi hizmete girdiğinde, restorasyonu devam eden Peterson Köşkü ile birlikte, (ki, İzmir Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Müdürlüğü ve İzmir Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Müdürlüğü’nün bazı idarî bölümleri de buraya taşınacakmış...) bölgenin tamamen bir kültür adasına dönüşeceği dile getirilmiş.
Birinciliği beyaza verdiler” dizelerini yazdığında şair, bir gün gelip de bunun Türk siyaset ve medyasının hüviyet vesikası olacağını tahmin etmemişti herhalde.Tahmin etseydi veya bugün eklentiler yapmaya karar verseydi bu yükte hafif, pahada ağır söz yumağına, herhalde şöyle bir şey düşürürdü kalemiyle:“Ama ‘beyaz’ da rahat durmuyordu. Bütün renkler onun yüzünden kirlendiler.”Geçen hafta Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer için karalayıcı şeyler yazıldı, çizildi İzmir’de.Kendisinin CHP’nin Büyükşehir adayı olmasını istemeyen CHP’liler ile onun seçilmesini istemeyen AKP’liler olasılıkla pek de üzülmediler bu nokta atışa...Değerli Başkan, iddialara “temiz” bir cevap verdi.Bir basın açıklamasıyla, belgelere dayanan, “şeffaf” bir resim çizdi ve “niyet”in kırdı belini.Böyle zamanlarda aklıma hep siyasetçi fıkraları gelir.Yine öyle oldu... Ama bu iddia-yanıt müsabakasını dilimden düşürmediklerimden hiç biriyle eşleyemedim.Meselâ, Çetin Altan’ın milletvekili olduğu dönemde kürsüde kendisini bir türlü konuşturmayan Meclis Başkanı’na verdiği yanıtta, “Bizden daha yüksekte oturuyor olmanız basit bir marangozluk hatasından ibarettir” deyişi ile ilişkilendiremedim. Ne alâkası vardı?Fransız parlamentosunda “Karaborsayı bitirdik” diye başbakanı, “Bu portakalı meclise gelirken karaborsadan aldım” diyerek karalamaya çalışan muhalefet liderine, başbakanın, “Bir memlekette karaborsadan mal alan vatandaşlar olduğu müddetçe o memlekette karaborsayı önlemek mümkün değildir” yanıtını verdiği fıkra da yaşadıklarımıza uymuyordu.Hattâ, İngiliz parlamentosunda, durup durup karısını aldatmakla suçlanan vekilin, “Yahu ben evli değilim beyler” diyebilmek için ancak dakikalar sonra kürsüye çıkabildiğini anlatan fıkranın da asıl anlatmak istediklerimin yanında manâsız kaldığı aşikârdı.Sonunda buldum!Tunç Başkan’ın söyledikleri tıpatıp şu anekdotun finaline uyuyordu:Hani, meclis divan kâtibi yoklama yaparken (Cihat Baban’a hitaben) “Baban” yerine “Yaban” diye seslenmiş de, Cihat Baban da bir eski zaman muharririne yakışır nüktedanlıkla taşı gediğine oturtuvermiş: “Babandır baban!”