E, medyanın hali zaten malûm; ‘dekolteye, krampona, cinayete, tecavüze’ gösterdiği ilgiyi bize göstermiyor. Bırakın Edirne’den ötesini, komşu mahalleye ulaşamıyoruz. Efeleneceğiz ama, ‘Cep delik cepken delik / Kevgir misin be kardeşlik?’ dizelerinden ibaret halimiz.” Gün bugündür! (Sanat yazılarına karşı olanlar daha kolay anlasın diye örnekliyorum, teşbihte hata olmaz.) Hani, “Overlok makinesi ayağınıza geldi” gibi bir şey!
Basılmayan ve okunmayan sanat yazılarına göz atmayı sevenler hatırlayacaktır. 2014’te, Avrupa Festivaller Birliği’nin (EFA) Yönetim Kurulu’na (organizasyonun 60 yıllık tarihinde ilk Türk olarak) seçilen İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı (İKSEV) Başkanı Filiz Eczacıbaşı Sarper’den bir müjdeli haber daha aldık:
“EFFE’nin (Avrupa için Festivaller, Festivaller için Avrupa) müzikten tiyatroya, sokak sanatlarından dansa, edebiyattan tüm sanat festivallerine kitlelerin kolay erişimini sağlamak amacıyla çevrimiçi bir arama aracı olan FestivalFinder.eu’u oluşturduğunu ve EFFE’nin Türkiye Festival Merkezi-İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı (İKSEV) olarak, Türkiye festivallerini Avrupa’nın festival arama motoru ‘FestivalFinder’a (Festival Bulucu) kayıt olmaya davet ettiklerini” söyledi.
EFFE’nin sitesinde 14 Kasım’da başlayan kayıtlar ücretsiz! “FestivalFinder”a kayıt olan sanat festivalleri tüm Avrupa’da binlerce festival severle tanışma fırsatı elde edecek. Sistem, Avrupa’daki sanat festivalleri hakkında daha fazla bilgi edinmeyi sağlayacağı gibi Avrupa’nın bütün kültürel zenginliğini de parmaklarımızın ucuna getirecek.
Sarper’in bir cümlesinin daha altını çizmemiz lâzım: “Bu uygulama ile 45 Avrupa ülkesinde, uluslararası izleyicilerin, festival severlerin, sanatçıların, yöneticilerin, gezginlerin, akademisyenlerin, gazetecilerin, blogcuların, sanat politikalarını belirleyenlerin ve kent yöneticilerinin Avrupa’nın festival mekanlarında buluşturulması hedefleniyor. ‘FestivalFinder.eu’ aynı zamanda festivaller, şehirler, turizm kurulları ve izleyiciler için Avrupa’nın sanat festivallerini içeren en güncel, en kapsamlı ve en pratik bir rehber olmayı da amaçlıyor.”
Türkiye’deki tüm kültür ve sanat festivallerinin “https://www.festivalfinder.eu/festivals/new/account” hesabından FestivalFinder’a kayıt olabileceğini hatırlatalım. Başı sıkışan, Türkiye Festival Merkezi İKSEV’den de yardım alabilir kuşkusuz.
EFFE’nin, Avrupa’da gerçekleştirilen sanat festivallerini keşfetmek adına profesyoneller ve vatandaşlar için bir portal olmayı hedeflediğini, Avrupa’nın sanatsal ve kültürel etkinlikleri hakkında temel bilgiler sağlayarak, Avrupa’da düzenlenen organizasyonların insanlar tarafından fark edilebilirliğini artırmak ve sanatsal mükemmellik ile yenilik alanındaki trendleri destekleyerek festival görünümü ve Avrupa topluluğunu zenginleştirmeyi amaçladığını hatırladığımızda, bu “arama motoru”nun öngörüye hayli somut bir katkı sağlayacağını hissetmek zor değil.
“...Dünyanın en güzel ve en iyi akustikli 100 konser salonunun 60’ı Japonya’dadır diyebiliriz. Japonya’da binden fazla konser salonu vardır. Bu salonlar; şık, kullanışlı, çağdaş mimarinin iyi örnekleridirler. İnsanları, yani sanatçıyı, seyirciyi, çalışanları, çok rahat ettiren, saygı gösteren, dakik, sessiz ve konsantre düzeydedirler...” Notların en ilgi çekici yeri burası mı ? Bence değil !
“...Nüfusu 140 milyon olan Japonya; yüzölçümü olarak yaklaşık Almanya kadardır. Tokyo ve civarı yaklaşık 40 milyon insan vardır. Ve Tokyo’da sadece klasik müzik konseri olarak, irili ufaklı her gün 50-60 konser gerçekleşmektedir... / ...Japonya halkın kültür sanat ile buluşması için her yolu deneyen bir sistemler ağıdır. Japon şehirlerinde halkın her kesiminden eşsiz bir müziksever kitlesi vardır. Genç ya da yaşlı, maddi durumu iyi , orta, zayıf, her nasıl olursa olsun bu halk konser salonlarını doldurur. Yeniliklere açık ve meraklıdırlar...” Öldürücü mesaj, bu ikinci paragrafta mı gizli sizce ? Hayır !
“...Dünyanın önde gelen sanatçılarını ısrarla her yıl ülkelerinde ağırlamak için; konserler, turneler organize ederler. Ve bunu en profesyonel biçimde medya ve multimedya ile bütünleştirirler. En üst düzey perfeksiyonizme ulaşmak uğruna efor sarf ederler. Pek çok uluslararası orkestra, Japonya turneleri ile övünür... / ...Hiçbir şey “yaklaşık” değildir. “Saat 13.42’de araç sanatçıyı alacak” notu düşüldüyse, o araç 13.42’de kapımızdadır. Bu hiçbir zaman 13.43 olmamıştır...” Peki, bu son paragrafta da mı yok, aradığımız ? Yok !
“...Son olarak da Japon sanatçılardan bahsetmek isterim. TAKEMİTSU, OSAWA, NOBU, HİROMİ, SUWANAİ, MİDORI… / ...Her dalda dünyanın en büyükleri arasındaki müzisyenler... Bir ülke, bu muhteşem sanatçılarıyla daha ne kadar iftihar edebilir ?”
“İçinde bulunduğumuz hafta, ‘uydurulmuş haftalar’dan değildir !
Aksine ‘umutlu’ bir öngörüye bağlandığından beri, daha da gözdedir.
Bir milletin vicdanından doğan, sevgi, saygı ve özlemin yansıması olarak yaşanır... /
... Haftanın ikinci yazısında liderliği, Ludwig’in çalışmasındaki,
‘sıfırdan var oluşa, haysiyet, ahlakî sembol ve politik miras’ gözlüğü
ve 10 Kasım perspektifinden inceleyeceğiz...” notuyla bitirmiştim.
“AKG Grubu olarak faaliyetlerimizi sürdürdüğümüz inşaat, turizm ve gıda sektörlerindeki çalışmalarımızın yanı sıra ülkemizin kültür ve sanat yaşamına katkılarda bulunmayı temel amaçlarımızdan biri olarak belirledik.
14 yıldır gerçekleştirdiğimiz, her yıl bir sanatçımızı konu eden ‘Modern Türk Resim Sanatı’ kitap serimizi yayınlamanın mutluluğuna 4 senedir Cumhuriyetimizin kuruluşu ve Atatürk ile ilgili yayınları eklemiş bulunuyoruz.
İlk yayınımızda, ‘Cumhuriyetimizin ilânından günler önce Amerikalı bir gazetecinin Mustafa Kemal Paşa ile gerçekleştirdiği röportajı’ işlemiştik. ‘Büyük Taarruz günlerinde gazete haberlerini konu eden’ ikinci yayını, ‘Mustafa Kemal’in işgal altındaki İstanbul’da kısa süre çıkarabildiği Minber Gazetesi dosyası’ izlemişti. Geçen yıl da ‘Türk üniversitelerinin bilimsel eğitimini başlatan Alman bilim insanlarına odaklanan’ bir yayın hazırlamıştık.
Bu yılki yayınımız Türkçe’ye henüz çevrilmemiş bir kitabı konu alıyor. Arnold W. Ludwig’in politik liderliği ölçümleme iddiası taşıyan ‘King of the Mountain’ isimli kitabı, yazarın geliştirdiği sistematik çerçevesinde Atatürk’ü en etkili lider olarak belirliyor.
Liderliğin doğasını, liderlerin ayırt edici vasıflarını mercek altına alan ve Atatürk’ü gurur verici bir mertebeye taşıyan bu eseri tanıtan yayınımızı sizler gibi kanaat önderlerinin gündemine taşımaktan kıvanç duyuyoruz.”
“İZMİR SÜİTİ” ve “2 PİYANO İÇİN SONAT” son 12 gün hummalı bir çalışma içindeydim, kimi zaman sabah 5’te başladım yazmaya, (Şehirde herkes uyuyorken müthiş bir sessizlik var) bazen, öğleden sonraları evin yakınlarında bir cafede oturup saatlerce doğaçlamalarımı temize çektim, (ne kadar çok yeni cafeler, restoranlar açıldı son bir iki yıldır bizim buralarda...) Yani; 12 gün içinde 7 bölümlü İZMİR SÜİTİ ve 18 dakikalık bir 2 PİYANO SONATI çıktı, bence bu yeni çocuklar iyi eserler oldular... ‘İzmir konulu’ eser, İzmir Belediyesi’nin siparişiydi. 150. Yılı İzmir Belediyesi’nin... Bana İzmir’i müzik ile anlatmamı sormuşlardı, annemin vefatından sonra bu yıl beste yapabilmekten ümidi kesmiştim. Bana çok iyi geldi bu çalışma, bir daldım içine İzmir hayalleri ile ki, annem zaten İzmirli’dir. Uzaklaştım dertlerimden, insanların severek dinlemek istediği yalın ve İzmir dokulu bir şey bestelemek istedim. Eserin finalinde ise bir CAZ ZEYBEK çalışması var, cazseverlerin de ilgisini çekecektir. İzmir’de de her yerde de bol bol çalacağımı, diğer meslektaşlarımın da severek repertuvarlarına alacağını düşündüğüm, sevgi ile doğmuş bir 20 dakikalık süit...”
Bu satırlar, birkaç gün sonra “Büyükşehir’deki dost”un mesajı düştü e-posta kutuma. Hemen klavyenin başına oturdum. “...Kalp kalbe karşıymış. Ben de sizi telefonla arayacaktım... Bu instagram bilgisi, bana hafta sonu ulaştı. Ama İzmir dışındaydım, size dönemedim. Öncelikle, kutlarım, teşekkür ederim, en samimi duygularla... Bu konuda size aralıklarla yüklendiğim malum... Bana içerlediğinizi de biliyorum. Olsun, niyet iyi, kalpler temiz. Şimdi bir ricam var; bu konuyu yeni bir köşe yazısına çevirelim. Tümüyle iyi niyetli bir merakım var. Ve yeni bir yazıda bunu işlemek istiyorum. Lütfen bana yardımcı olunuz. Yazıyı iki şekilde kaleme almak mümkün, beraber karar verelim lütfen... Birincisi; eğer bu sipariş, benim 4 Aralık 2017 tarihli makalemde, ‘150. Yıl için önerdiğim açılımdan önce’ gerçekleştiyse, ‘İBB zaten bu konuda bir adım atmış, ben de bilmeden eleştirmiştim; neden haber vermiyorsunuz dostlar? Kutlarım, var olun, eksik olmayın... Söylediklerimi geri alıyorum...’ diye yazacağım...
İkincisi, yok, sipariş sonra verildiyse, ‘...ben yazmıştım; okumuş, değerlendirmiş ve yapılması gerekeni yapmışlar, işte yerel yönetim - yerel medya arasındaki sinerji böyle olmalıdır. Bu duyarlılık için kendilerine müteşekkirim, her türlü takdirin üzerinde... Kaç tane belediye var, yerel yazarlarını takip edecek de buradan proje üretecek? Eksik olmasınlar...’ şeklinde kaleme alacağım...” Karşı tarafın yanıtı, “...bu konu konuşulalı epey oldu. Siparişi ne zaman verdiğimizi öğreneyim... / ... Kendimi düzeltiyorum: Teknik itibariyle sipariş doğru bir cümle değil. Prosedür farklı işliyor, o yüzden... Detayı uzun mesele, konuşuruz...” şeklinde oldu. “İletişim bu cümle ile kesildi...” Ben, parlak bir yanıt alamadığım için düşündüğüm iki yazıyı da yazamadım.
Derken, başka bir dostun mesajı ile konunun etrafında “bir tur daha” attım. Şöyle deniyordu, son satırlarda:
“...Önce bir piyano virtüözü idi. Sonra bestecilik yönü ortaya çıktı. Fazıl Say’dan söz ediyoruz. Tanrının Türk halkına armağanı olan insandan. Büyükşehir Belediyesi kendisine “İzmir” temalı bir eser için sipariş vermiş. Geçen salı günü AASSM’de prömiyeri yapıldı... / ...6 bölümlük eser Kordon ve Urla doğasını hissettirirken, ‘İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar’ marşı, sırasıyla Brahms, Chopin, Rahmaninov’un üslupları ile çok renkli bir havaya büründürülmüştü. Final Caz Zeybek’le tamamlandı. Bu eser hiç kuşku yok ki, İzmir’in kalıcı simgelerinden olacaktır. Teşekkürler Fazıl Say. Teşekkürler, vesile olduğu için İBB...
Dolayısıyla, hiç düşünmediğim şekliyle, bu üçüncü yazı çıktı ortaya... Okuduklarınız, “dostların görüşleri”dir. Ben fikrimi, daha sonra söyleyeceğim. Hele “SÜİT”i dinleyip, tadını çıkartalım da önce... Yani ben, şimdilik “mesajların yalancısı”yım!
Bir süredir, aynı fikirde değiliz...
“Fazilet” olsaydı eğer “Cumhuriyet...”;
Fazilet,
Sigortasız çalıştırılamazdı...
Kocası dövemezdi, üstüne kuma getirilemezdi.
İmam nikâhıyla kapatılıp, miras hakkından mahrum bırakılamazdı.
Çıktık Emek 8. Cadde’nin, şimdi istilâ edilmiş boş tarlalarına... Bütün çocuklar orada, ortalık ana-baba günü. Çok büyük olduğu için, ben kendi uçurtmamı taşıyamıyorum, yere değiyor. Babam, ipini boşalttı, bildik balıkçı ustalığıyla. Ben uçurtmayı, becerebildiğim kadar yukarı kaldırmaya çalıştım. Babam, “kuyruğuna basma” dedi birkaç kere. Sonra, koşarak uzaklaştı benden ve “bırak” dedi, bıraktım... Önce bir hışırdadı uçurtma, titredi elimde, kurtardı kendini ve havalandı. “Yıldız” yükseldi, yükseldi, yükseldi... En tepelere çıktı. Diğerlerinden daha yukarıda, kimseninkilere benzemiyor. Kendi ayrı güzel, kuyruğu bir başka gösterişli... Kuyruk gösterişinden daha önemli, o “uçurtmanın sadece süsü değil, dengesi” aynı zamanda... Herkesin gözü benim uçurtmamda. Epeyce bir uçurduk. Dünyalar benim; babam da komşuların tebriklerini kabul ediyor, ağzı kulaklarında. Uyduruktan yapılanlar, ikide bir düşüyor, tekrar uçuruyorlar. Bir süre sonra, düşe kalka, bir kenarından kırılıyor uçurtmalar. Çıtası ayrılıyor, kâğıdı yırtılıyor. Mahallenin çocukları da bir oyun icat etmiş: Uyduruk uçurtmalarını “son son” taşlıyorlar. Nasıl olsa, “âhı gitmiş vâh’ı kalmış...” Düşürüyorlar, ertesi gün yenisini yapıyorlar, uyduruktan...
Derken, babam “hadi gidelim artık geç oldu” dedi, başladık ipi sarmaya. Biraz ben, biraz babam, biraz ben, biraz babam... Epeyce alçaldı “uçurtma”. “Şimdi çok dikkatli olmak lâzım” dedi babam, “düşürmeyelim, kırılır sonra, yazık olur...” Ben pür dikkat izliyorum. Herkes topluyor uçurtmasını. Biz biraz sonlara kaldık. Yani, birkaç uçurtma kaldı gökyüzünde. Bu arada “mahallenin benden büyük çocukları”, biraz hasetlenmiş olmalılar. Bir “tekerleme” tutturdular: “Nihat taş at, Nihat taş at...” diye. Ben babamla göz göze geldim: Önce, “yapma sakın” der gibi baktı. Sonra da, “uçurtmasını taşımaya boyu yetmeyen çocuk, taşı nasıl atacak?” der gibi gülümsedi.
Yerden avucumu dolduran bir taş aldım. Gerildim gerildim, koştum koştum... Ve taşı olanca gücümle fırlattım... İnanmayacaksınız ama, “yıldız”ı tam ortasından vurdum. Zaten “döne döne” düşecek kadar mesafe kalmamıştı, çakıldı! Bir sessizlik oldu. Ben dönüp babama baktım. Kıpkırmızıydı yüzü... “Aferin” dedi, “becerdin...” Sakin sakin ipini sardı. Yanına gittik uçurtmanın, köşesinin üstüne düştüğü için hemen hemen tümüyle parçalanmıştı. Kâğıtları zaten yırtılmıştı... Babam, yerden kaldırdı uçurtmayı. Kendisinden gösterişli kuyruğunu koparttı. Döndü bana, “sen de kuyruğunu topla” dedi. Söyleneni yaptım. Sonra eve doğru yola koyulduk. Ben zırıl zırıl ağlıyorum, babam hiç konuşmuyor. Eve geldik, “bir daha yapmayacağım” dedim “söz”, özür diledim. Ve başladım, tamir etsin diye yalvarmaya. Kızgın görünmüyordu. Ama cevabı tuhaftı biraz. “Tamir edilmez bu” dedi, “yenisini yapmak lâzım”. Nasıl saatlerce uğraştığını biliyorum ama, çocuk aklı işte; benim gözlerim parladı tabii. Cümlenin sonu pek sevindirici değildi oysa. Sonradan bir “hayat dersi” olduğunu anladığım şekliyle, benim ona verdiğim sözün tekrarından ibaretti: “Bir daha yapmayacağım” dedi. “Söz...” Sözünü tuttu babacığım. Ve benim bir daha hiç uçurtmam olmadı. Aylarca, “uçurtmanın kuyruğu” ile oynadım, halının üzerinde... Ve hayatta “denge”nin önemini, o kuyruktan öğrendim belki de...
Perşembe akşamı, Alsancak’taki HAN TİYATROSU, Savaş Dinçel’in 2 perdelik oyununda, aldı beni buralara götürdü işte... Sahne tasarımını Onur Kaya Erk’in yaptığı oyunda, Genel Sanat Yönetmeni ve oyunu sahneye koyan Rüçhan Gürel ile sahneyi Özgün Aytar paylaştı... Oyunu burada anlatıp, “gazozun tadını kaçırmak” istemiyorum. Daha kaç gece oynar, onu da bilmiyorum. Ama “kaçırmayın” derim. Emin olun, herkes “kendi öyküsü”nü bulacak bir yerinde... İyi ya da kötü!
70 yaşını ve 45’inci sanat yılını, Eylül 2017’de, MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nin Beş Kubbe ve Tek Kubbe salonlarında aynı anda açılan ve “her şeyin hızla tüketildiği günümüzde, yaşananları unutmamak ve hafızada canlı tutmak” için, ‘Hatırla’ adını verdiği sergisiyle kutlamıştı. “Atölyesi”nden bir “intihâl” için izin rica ettim. “Memnuniyetle” dediler.
Aşağıda, (Işık Üniversitesi GSF, Güz Yarıyılı...) “Prof. Balkan Naci İSLİMYELİ Atölyesi”ndeki, “Düşünce Durakları: Çapraz Sorgulamalar”ı bulacaksınız; Konu 1: “Kente Göre İnsan...”
“...Her kent, tek kişiliktir
Gerçek kent, kendi iç alanımızdır
Kent, bir arzu nesnesidir
Kent büyüdükçe insan küçülür
Kent, kaybedenin imha edildiği bir Roma arenasıdır