“AKG Grubu olarak faaliyetlerimizi sürdürdüğümüz inşaat, turizm ve gıda sektörlerindeki çalışmalarımızın yanı sıra ülkemizin kültür ve sanat yaşamına katkılarda bulunmayı temel amaçlarımızdan biri olarak belirledik.
14 yıldır gerçekleştirdiğimiz, her yıl bir sanatçımızı konu eden ‘Modern Türk Resim Sanatı’ kitap serimizi yayınlamanın mutluluğuna 4 senedir Cumhuriyetimizin kuruluşu ve Atatürk ile ilgili yayınları eklemiş bulunuyoruz.
İlk yayınımızda, ‘Cumhuriyetimizin ilânından günler önce Amerikalı bir gazetecinin Mustafa Kemal Paşa ile gerçekleştirdiği röportajı’ işlemiştik. ‘Büyük Taarruz günlerinde gazete haberlerini konu eden’ ikinci yayını, ‘Mustafa Kemal’in işgal altındaki İstanbul’da kısa süre çıkarabildiği Minber Gazetesi dosyası’ izlemişti. Geçen yıl da ‘Türk üniversitelerinin bilimsel eğitimini başlatan Alman bilim insanlarına odaklanan’ bir yayın hazırlamıştık.
Bu yılki yayınımız Türkçe’ye henüz çevrilmemiş bir kitabı konu alıyor. Arnold W. Ludwig’in politik liderliği ölçümleme iddiası taşıyan ‘King of the Mountain’ isimli kitabı, yazarın geliştirdiği sistematik çerçevesinde Atatürk’ü en etkili lider olarak belirliyor.
Liderliğin doğasını, liderlerin ayırt edici vasıflarını mercek altına alan ve Atatürk’ü gurur verici bir mertebeye taşıyan bu eseri tanıtan yayınımızı sizler gibi kanaat önderlerinin gündemine taşımaktan kıvanç duyuyoruz.”
“İZMİR SÜİTİ” ve “2 PİYANO İÇİN SONAT” son 12 gün hummalı bir çalışma içindeydim, kimi zaman sabah 5’te başladım yazmaya, (Şehirde herkes uyuyorken müthiş bir sessizlik var) bazen, öğleden sonraları evin yakınlarında bir cafede oturup saatlerce doğaçlamalarımı temize çektim, (ne kadar çok yeni cafeler, restoranlar açıldı son bir iki yıldır bizim buralarda...) Yani; 12 gün içinde 7 bölümlü İZMİR SÜİTİ ve 18 dakikalık bir 2 PİYANO SONATI çıktı, bence bu yeni çocuklar iyi eserler oldular... ‘İzmir konulu’ eser, İzmir Belediyesi’nin siparişiydi. 150. Yılı İzmir Belediyesi’nin... Bana İzmir’i müzik ile anlatmamı sormuşlardı, annemin vefatından sonra bu yıl beste yapabilmekten ümidi kesmiştim. Bana çok iyi geldi bu çalışma, bir daldım içine İzmir hayalleri ile ki, annem zaten İzmirli’dir. Uzaklaştım dertlerimden, insanların severek dinlemek istediği yalın ve İzmir dokulu bir şey bestelemek istedim. Eserin finalinde ise bir CAZ ZEYBEK çalışması var, cazseverlerin de ilgisini çekecektir. İzmir’de de her yerde de bol bol çalacağımı, diğer meslektaşlarımın da severek repertuvarlarına alacağını düşündüğüm, sevgi ile doğmuş bir 20 dakikalık süit...”
Bu satırlar, birkaç gün sonra “Büyükşehir’deki dost”un mesajı düştü e-posta kutuma. Hemen klavyenin başına oturdum. “...Kalp kalbe karşıymış. Ben de sizi telefonla arayacaktım... Bu instagram bilgisi, bana hafta sonu ulaştı. Ama İzmir dışındaydım, size dönemedim. Öncelikle, kutlarım, teşekkür ederim, en samimi duygularla... Bu konuda size aralıklarla yüklendiğim malum... Bana içerlediğinizi de biliyorum. Olsun, niyet iyi, kalpler temiz. Şimdi bir ricam var; bu konuyu yeni bir köşe yazısına çevirelim. Tümüyle iyi niyetli bir merakım var. Ve yeni bir yazıda bunu işlemek istiyorum. Lütfen bana yardımcı olunuz. Yazıyı iki şekilde kaleme almak mümkün, beraber karar verelim lütfen... Birincisi; eğer bu sipariş, benim 4 Aralık 2017 tarihli makalemde, ‘150. Yıl için önerdiğim açılımdan önce’ gerçekleştiyse, ‘İBB zaten bu konuda bir adım atmış, ben de bilmeden eleştirmiştim; neden haber vermiyorsunuz dostlar? Kutlarım, var olun, eksik olmayın... Söylediklerimi geri alıyorum...’ diye yazacağım...
İkincisi, yok, sipariş sonra verildiyse, ‘...ben yazmıştım; okumuş, değerlendirmiş ve yapılması gerekeni yapmışlar, işte yerel yönetim - yerel medya arasındaki sinerji böyle olmalıdır. Bu duyarlılık için kendilerine müteşekkirim, her türlü takdirin üzerinde... Kaç tane belediye var, yerel yazarlarını takip edecek de buradan proje üretecek? Eksik olmasınlar...’ şeklinde kaleme alacağım...” Karşı tarafın yanıtı, “...bu konu konuşulalı epey oldu. Siparişi ne zaman verdiğimizi öğreneyim... / ... Kendimi düzeltiyorum: Teknik itibariyle sipariş doğru bir cümle değil. Prosedür farklı işliyor, o yüzden... Detayı uzun mesele, konuşuruz...” şeklinde oldu. “İletişim bu cümle ile kesildi...” Ben, parlak bir yanıt alamadığım için düşündüğüm iki yazıyı da yazamadım.
Derken, başka bir dostun mesajı ile konunun etrafında “bir tur daha” attım. Şöyle deniyordu, son satırlarda:
“...Önce bir piyano virtüözü idi. Sonra bestecilik yönü ortaya çıktı. Fazıl Say’dan söz ediyoruz. Tanrının Türk halkına armağanı olan insandan. Büyükşehir Belediyesi kendisine “İzmir” temalı bir eser için sipariş vermiş. Geçen salı günü AASSM’de prömiyeri yapıldı... / ...6 bölümlük eser Kordon ve Urla doğasını hissettirirken, ‘İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar’ marşı, sırasıyla Brahms, Chopin, Rahmaninov’un üslupları ile çok renkli bir havaya büründürülmüştü. Final Caz Zeybek’le tamamlandı. Bu eser hiç kuşku yok ki, İzmir’in kalıcı simgelerinden olacaktır. Teşekkürler Fazıl Say. Teşekkürler, vesile olduğu için İBB...
Dolayısıyla, hiç düşünmediğim şekliyle, bu üçüncü yazı çıktı ortaya... Okuduklarınız, “dostların görüşleri”dir. Ben fikrimi, daha sonra söyleyeceğim. Hele “SÜİT”i dinleyip, tadını çıkartalım da önce... Yani ben, şimdilik “mesajların yalancısı”yım!
Bir süredir, aynı fikirde değiliz...
“Fazilet” olsaydı eğer “Cumhuriyet...”;
Fazilet,
Sigortasız çalıştırılamazdı...
Kocası dövemezdi, üstüne kuma getirilemezdi.
İmam nikâhıyla kapatılıp, miras hakkından mahrum bırakılamazdı.
Çıktık Emek 8. Cadde’nin, şimdi istilâ edilmiş boş tarlalarına... Bütün çocuklar orada, ortalık ana-baba günü. Çok büyük olduğu için, ben kendi uçurtmamı taşıyamıyorum, yere değiyor. Babam, ipini boşalttı, bildik balıkçı ustalığıyla. Ben uçurtmayı, becerebildiğim kadar yukarı kaldırmaya çalıştım. Babam, “kuyruğuna basma” dedi birkaç kere. Sonra, koşarak uzaklaştı benden ve “bırak” dedi, bıraktım... Önce bir hışırdadı uçurtma, titredi elimde, kurtardı kendini ve havalandı. “Yıldız” yükseldi, yükseldi, yükseldi... En tepelere çıktı. Diğerlerinden daha yukarıda, kimseninkilere benzemiyor. Kendi ayrı güzel, kuyruğu bir başka gösterişli... Kuyruk gösterişinden daha önemli, o “uçurtmanın sadece süsü değil, dengesi” aynı zamanda... Herkesin gözü benim uçurtmamda. Epeyce bir uçurduk. Dünyalar benim; babam da komşuların tebriklerini kabul ediyor, ağzı kulaklarında. Uyduruktan yapılanlar, ikide bir düşüyor, tekrar uçuruyorlar. Bir süre sonra, düşe kalka, bir kenarından kırılıyor uçurtmalar. Çıtası ayrılıyor, kâğıdı yırtılıyor. Mahallenin çocukları da bir oyun icat etmiş: Uyduruk uçurtmalarını “son son” taşlıyorlar. Nasıl olsa, “âhı gitmiş vâh’ı kalmış...” Düşürüyorlar, ertesi gün yenisini yapıyorlar, uyduruktan...
Derken, babam “hadi gidelim artık geç oldu” dedi, başladık ipi sarmaya. Biraz ben, biraz babam, biraz ben, biraz babam... Epeyce alçaldı “uçurtma”. “Şimdi çok dikkatli olmak lâzım” dedi babam, “düşürmeyelim, kırılır sonra, yazık olur...” Ben pür dikkat izliyorum. Herkes topluyor uçurtmasını. Biz biraz sonlara kaldık. Yani, birkaç uçurtma kaldı gökyüzünde. Bu arada “mahallenin benden büyük çocukları”, biraz hasetlenmiş olmalılar. Bir “tekerleme” tutturdular: “Nihat taş at, Nihat taş at...” diye. Ben babamla göz göze geldim: Önce, “yapma sakın” der gibi baktı. Sonra da, “uçurtmasını taşımaya boyu yetmeyen çocuk, taşı nasıl atacak?” der gibi gülümsedi.
Yerden avucumu dolduran bir taş aldım. Gerildim gerildim, koştum koştum... Ve taşı olanca gücümle fırlattım... İnanmayacaksınız ama, “yıldız”ı tam ortasından vurdum. Zaten “döne döne” düşecek kadar mesafe kalmamıştı, çakıldı! Bir sessizlik oldu. Ben dönüp babama baktım. Kıpkırmızıydı yüzü... “Aferin” dedi, “becerdin...” Sakin sakin ipini sardı. Yanına gittik uçurtmanın, köşesinin üstüne düştüğü için hemen hemen tümüyle parçalanmıştı. Kâğıtları zaten yırtılmıştı... Babam, yerden kaldırdı uçurtmayı. Kendisinden gösterişli kuyruğunu koparttı. Döndü bana, “sen de kuyruğunu topla” dedi. Söyleneni yaptım. Sonra eve doğru yola koyulduk. Ben zırıl zırıl ağlıyorum, babam hiç konuşmuyor. Eve geldik, “bir daha yapmayacağım” dedim “söz”, özür diledim. Ve başladım, tamir etsin diye yalvarmaya. Kızgın görünmüyordu. Ama cevabı tuhaftı biraz. “Tamir edilmez bu” dedi, “yenisini yapmak lâzım”. Nasıl saatlerce uğraştığını biliyorum ama, çocuk aklı işte; benim gözlerim parladı tabii. Cümlenin sonu pek sevindirici değildi oysa. Sonradan bir “hayat dersi” olduğunu anladığım şekliyle, benim ona verdiğim sözün tekrarından ibaretti: “Bir daha yapmayacağım” dedi. “Söz...” Sözünü tuttu babacığım. Ve benim bir daha hiç uçurtmam olmadı. Aylarca, “uçurtmanın kuyruğu” ile oynadım, halının üzerinde... Ve hayatta “denge”nin önemini, o kuyruktan öğrendim belki de...
Perşembe akşamı, Alsancak’taki HAN TİYATROSU, Savaş Dinçel’in 2 perdelik oyununda, aldı beni buralara götürdü işte... Sahne tasarımını Onur Kaya Erk’in yaptığı oyunda, Genel Sanat Yönetmeni ve oyunu sahneye koyan Rüçhan Gürel ile sahneyi Özgün Aytar paylaştı... Oyunu burada anlatıp, “gazozun tadını kaçırmak” istemiyorum. Daha kaç gece oynar, onu da bilmiyorum. Ama “kaçırmayın” derim. Emin olun, herkes “kendi öyküsü”nü bulacak bir yerinde... İyi ya da kötü!
70 yaşını ve 45’inci sanat yılını, Eylül 2017’de, MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nin Beş Kubbe ve Tek Kubbe salonlarında aynı anda açılan ve “her şeyin hızla tüketildiği günümüzde, yaşananları unutmamak ve hafızada canlı tutmak” için, ‘Hatırla’ adını verdiği sergisiyle kutlamıştı. “Atölyesi”nden bir “intihâl” için izin rica ettim. “Memnuniyetle” dediler.
Aşağıda, (Işık Üniversitesi GSF, Güz Yarıyılı...) “Prof. Balkan Naci İSLİMYELİ Atölyesi”ndeki, “Düşünce Durakları: Çapraz Sorgulamalar”ı bulacaksınız; Konu 1: “Kente Göre İnsan...”
“...Her kent, tek kişiliktir
Gerçek kent, kendi iç alanımızdır
Kent, bir arzu nesnesidir
Kent büyüdükçe insan küçülür
Kent, kaybedenin imha edildiği bir Roma arenasıdır
Keman’da Leticia Moreno’ya eşlik ettikleri ikinci eser, Max Bruch’un 1 numaralı “Keman Konçertosu”; 1866’da ilk kez besteci tarafından yönetilerek dinleyicilerle buluşmuş. Finaldeki, “demir leblebi” ise, Brahms’ın 4 numaralı “Senfoni”si ! Meastro Yazıcı bile, “genel prova dahil, 1 günde 2 kez çalınması”nı, “vahşice” olarak niteliyor ki, eserin prömiyeri 1885’te gerçekleştirilmiş... Uzun lâfın kısası, Çarşamba gecesi AASSM’de dinlediğimiz eserler, (sırasıyla) 236, 152 ve 133 yıl önce bestelenmiş; hâlâ seslendiriliyor... Yani, ortalama 174 yaşındaydı dinlediğimiz seçki... “Bestecileri kahraman sayılırlar mı ?” diye düşündüm; bilemedim. Ceyhan Olten, imdâda yetişti..
Çok gerilere gitmeye gerek yok... Ceyhan Bey’in, daha geçen sene “program kitapçığı”na yazdığı mesajı şöyleydi: “…Homeros’tan bu yana bilindik 4.000 yıllık bir tarih. Sokrates’ten aydınlanma çağına, oradan günümüze, evrensel kütüphanenin raflarında, insan aklını yücelten binlerce kitap. Pygmalion’dan Donatello’ya ve Picasso’ya insanın ruhsal devinimlerinin ve duygusal tepkimelerinin ürünü binlerce resim, binlerce heykel. Montaverdi’den Mozart’a ve Debussy’e insan onuruna yönelmiş milyonlarca nota. Bu evrensel sanat galerisine toplum olarak ne kadar katkı koyabildiğimizi hiç düşündük mü ? Sanat takdir edilmediği yerde durmazmış. Her halde o yüzden, zarafet bir ufuk çizgisi gibi; biz ona yaklaşmaya çalıştıkça, o bizden uzaklaşıyor…”
Bu yıl, çok başka bir “gündem”i vurgulamış: “...Bir toplum için yapılabilecek en büyük iyilik, içinde yaşayan insanların kendilerini yüceltmelerine olanak tanıyacak ortam yaratarak zenginleşmelerini sağlamaktır. Bunu yapabilmenin en birinci yolu, insanları genç yaşlarında sanat ile tanıştırmaktır. Sanatçıların entelektüel seviyeleri, duygusal tepkimeleri ve ruhsal devinimlerinin ürünü eserler ile tanışmak, insanın bireysel özgürlüğünü kazanmasına yardımcı olacaktır. İnsanın gerçek değerini bireysel özgürlüğünün seviyesi belirler. Gerçek değeri yüksek bireylerden oluşan toplumlar, hiçbir zaman kahramanlara ihtiyaç duymazlar. Brecht’in dediği gibi: -Toplumca bize gereken, yeni kahramanlar yaratmak değil, kahramanlara ihtiyaç duyulmayan toplumlar yaratmaktır.-“
“İmdâda yetişti” diyorum, çünkü, “satır araları”nda, bu işleri tesadüfe bırakmayacak bir “mühendislik” var ! Üstünden 1 sene geçmeden; “Sanat”ı hiç örselemeden, hesabı “zarafetini yitiren bir toplum” üzerinden görmek ve bu yitirişi, aslında “bireysel özgürlüğümüzdeki seviye kaybı”nın yarattığı zoraki kahramanları adresleyen bir diyalektiğe bağlamak, az incelik mi ? Başlıktaki sorunun yanıtı, az çok şekillenmiş oluyor böylece: “Kahramanlarımızın kimler olamayacağı, kimin adının bile anılmayacağı belli” hiç değilse...
Solist sanatçıya gelince... Onun için de bir şeyler yazmalıyım, değil mi ? “Yetmez ! ‘Kırmızı’ yetmez, 1762’ye tarihlenen ‘Nicolo Gagliano’ yapımı keman yetmez, arşeyi doğru tutmak yetmez, kemanı farklı taşımak yetmez, yayı bambaşka çekmek yetmez, gözünü kapatmak yetmez, burun deliklerinin açılıp kapanması yetmez... Bis için Yazıcı gibi bir eşlikçi yetmez, Piazzolla yetmez, Oblivion yetmez... Yetmezmiş, yetmiyor, yetmedi...” Sahnede “kalp gibi atmak” gerekiyormuş; dinleyiciyi koltuklarına çivilemek için. İşte aynen böyle yaptı, Leticia Moreno... “Başka diyeceğim yoktur!”
Bir yandan da “Bakü’deki İzmir” başlığı için, notlar alıyorum. Köşeyi dönünce karşımıza; alınlığında, “Reşid Behbudov Adına Dövlet Mahnı Teatrı“ yazan, mütevazı büyüklükte, fakat gösterişli bir bina çıktı; hemen köşesinde de sanatçının heykeli... Herkes yürüdü, ben önünde çakılı kaldım. Yıllarca, radyodan adını duyup, sesini dinleyip de büyülendiğim efsane ismin anısı, bu konser salonunda yaşatılıyordu. Biraz cesaretlenip de içeri giriversem, belki de o gün karşılaşacaktık “Oya Ergün” ile... Kısmet değilmiş !
Kısmet, “Sevgilim” başlığını taşıyan “Love Songs From Azerbaijan” albümünden haberdar olduğumda yüzleşmekmiş tekrar... Kendisini en son gördüğümde, ben 22 yaşımda olduğuma göre, o çok çok daha “genç”miş. Biz, babası Mesut Dayımla mandolin çalarken, Öztoprak-Kopuz’un bestesi Sûzdil Saz Semaisine yazdığı “2. Ses”i, dayım benim için kendi elleriyle notaya alırken, Oya’nın da kendi kendine şarkılar mırıldandığını hatırlıyorum...
Babası, Cumhuriyet Savcısıydı o tarihlerde... Fevkalâde keman çalardı. Formika dolabındaki (yok zamanlarda tek tek toplanmış) yüzlerce “long play” hâlâ gözümün önündedir. Yeteneği, merakı, birikimi, ufku ve aydınlık bir aileye doğmuş olmasına rağmen, delikanlılığı “ata hatırı”nın kırılamadığı senelere rastladığı için, müziğin “profesyoneli” olamamıştı. Ama öyle anlaşılıyor ki, hukukçu oğlunun yanında, her gün sanatıyla biraz daha büyüyen bir de “Opera Şarkıcı”sı bırakmış ardında; “savcısı olduğu Cumhuriyet’e miras” olarak...
Ruhuna, “Azerbaycan’dan Aşk Şarkıları” üflenmiş (ve Ahenk Müzik tarafından yayınlanan) albümde, 12 seçilmiş
Ben İzmirli bir seçmenim. Yani bildiğiniz “sokaktaki adam.” Bornova’da oturuyor olmamın getirdiği “kalp yakınlığımız”ı saymazsak, sizin için de kuşkusuz “herhangi biri” olmalıyım. Gazeteci filân da sayılmam. Nezaketle davet edildiğim bir köşede, hasb el kader senelerdir yazı yazıyorum. Beğendirebildiklerimiz okuyor; diğerleri de üzerinde ayakkabı boyuyordur muhakkak... Sizinle, bu kimliğim ile tanışmak, farklı zaman ve mekânlarda sohbetlerinize katılmak fırsatını buldum. Ayaküstü hatır sormalardan seçim gecelerine, nikâh törenlerinden çay sohbetlerine, profesyonel toplantılardan çatal bıçak paylaşımlarına kadar pek çok yerde görüştük. Sizin öncelikle “beyefendi” tarafınızdan etkilenmişimdir. Politikacılığın, “külhanbeyi zanaatı” olmadığını resimliyorsunuz. Zamanımızda, ne yazık ki artık “meziyet sayılan daha pek çok önemli ayrıntı”yı da büyük bir doğallık ve özenle taşımasını biliyorsunuz. Siz iyi bir insansınız!
Sayın Başkanım,
İzmir’deki ikibuçuk gazeteye, üç beş tane süreli yayın da ekleseniz, “yerel gündem” hakkında kalem oynatan yazarların sayısı, herhalde bir belediye otobüsünü ancak doldurur. Hep merak ederdim, bu yazılıp çizilenleri “nasıl bir mekanizma” izler, değerlendirir, yorumlar ve “Büyükşehir Belediye Başkanı”na sunar diye... Artık merak etmiyorum, çünkü yapılmadığına kanaat getirdim. “Arsenikli İşler Bunlar” başlıklı yazıma, yayınlandığı gün, daha öğle olmadan Çevre Bakanlığı’ndan yazılı bir açıklama geldi; cevap olarak... Kocaman üç hafta geçti üzerinden, İzmir’den “tık” yok. “İzmir’in Stratejik Plânı” olduğunu duyup da hayret ettiğimde, hemen tâlimat vermiştiniz, ses seda yok; aylar oldu... Ve irade gösterdiğiniz halde, sonuç alınamayan, sürüncemede kalan ve muhtemelen haberinizin bile olmadığı (ama tahakkuk etmediği için şahsınıza fatura edilen) irili ufaklı bir sürü sipariş, rica, istek, mutabakat vs. vs. vs. Ekibiniz İzmirliyi ciddiye almıyor! İşlerini “ruhlarını üfleyerek” yapmak gibi bir kaygıları da yok. Ama onların bu kronikleşmiş “edilgen halleri”, sizin hanenize eksi puan olarak yazılıyor; yazık değil mi?
Sayın Başkanım,