Dilbilgisi penceresinden; belirtme hâli, “odunu”, çoğulu, “odunlar...” oluyor. “Odunsu” ise, “...odunu andıran, oduna benzeyen, odun gibi, odunumsu” anlamıyla kullanılan bir sıfat.
“Yonga” diye bakarsanız, “yontulmuş küçük odun parçaları, talaş” çıkıyor karşınıza... “Odun özü” diye ararsanız da; bitki biliminin takdimiyle, “...bitkiye destek olan, besi suyunu taşıyan, odunda bulunan katı maddelerden her biri” deniyor. Bununla beraber, “öz odun”u tanımlamak istediğinizde, biyoloji yetişiyor imdâda; “...olgunlaşan ağaç gövdesinin öze yakın bölümü” açıklamasıyla.
Dilimiz zengin tabiî... “Odun kömürü”nün, birden çok karşılığı var örneğin: Önce, “...Odunun kömürleştirilmesiyle elde edilen, kalori değeri düşük kömür, mangal kömürü...” Elde var bir. Kimya Terimleri Sözlüğü’ne göre, “...bitkisel ya da hayvansal kökenli özdeklerin tam yanmaması sonunda oluşan (renk gidermede ve gazları yüze tutmada kullanılan) biçimsiz karbon” veya “...odun gibi bitkisel veya hayvansal maddelerin oksijensiz ortamda yavaş yanması sonucu oluşmuş gazların veya renkli maddelerin adsorpsiyonunda kullanılan amorf karbon” ; hattâ, “...bitkisel ve hayvansal maddelerin oksijensiz ortamda yavaş yanmasından elde edilen, veya indirgeyici ozon ve gazların adsorblanmasında kullanılan oldukça yüksek yüzey alanına sahip grafit veya karbon...” Odun kömürünün Osmanlıcası da, “Fahm-ı haşebî “ imiş... Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü'nde, “köseği” denilmiş, “...ateş karıştırmaya yarayan bir ucu yanmış olan odun”a...
Malûmat, “biraz daha ansiklopedik olsun” derseniz, “...Ağaç ve çalıların gövde ve köklerini oluşturan lifli, sert maddeye odun denir. Botanik açısından ise, bitkinin dik durmasını sağlayan ve su iletiminde rol oynayan dokular topluluğu odun olarak adlandırılır......” gibi, ortalama bir paragraf kaleme almak mümkündür.
Derken... Bir kaç ay önce, çarpıcı bir “tanıtım notu” ulaştı; kadim dost, İDSO viyolonsel sanatçısı ve “Haiku gölgelerinin çınarı” Hakan Cem’den... Pazartesileri, “Dinleyerek, anlayarak, severek, Klasik Müzik Eğitim Atölyesi açıyoruz...” diyordu notta... “Müzik nedir, ne anlatır?”dan başlayan, klâsik müzik üstüne, bir tür “ezber bozma buluşması”ydı bu... “Geç bile kaldın usta!” alkışları arasında başlayan ilk tur, bugünlerde bitiyor ve yeni yıla, yeni katılımcılarla başlayacak; atölyesinde Cem...
Benim projenin “azmettiren”i de kendisi sayılır, “Bir de bu taraftan bakalım” diye düşündük. “Alaturka Atölyesi’ne kimler gelir ya da gelmeli?” gibi sorular sorduk kendimize... Yanıtlardan bazılarını, aşağıda bulacaksınız. “...Mayamızda var, evin kedisi sayılır” dediğimiz “Alaturka”, aslında, Türk Musikîsinin “adı” olmadığı halde, “Atölye”nin, “adı neden böyle seçildi? Çünkü, bahsedeceğiz, ama kimseye nota, ud, makam, usûl vs. öğretmeyeceğiz. Çünkü, bir “nazariyat” atölyesi değil, çok daha fazlası. Bu, bir “entelektüel yetkinlik” atölyesi.
Meselâ, kendinize sorduğunuz sorulara, doğru yanıtlar verebilmek isteyenlerden olduğunuz halde, “ben hızlı makamları severim” uydurmasının gölgesinde kaldıysanız. Veya, “Türk müziği, aslında Bizans müziğidir” avâzesine kaptırdıysanız paçanızı, “Kürdî makamını Kürtler, Acem makamını Acemler buldu; zaten Hicaz da Nihâvend de bizim şehirlerimiz değil ki...” kolaycılığına, azıcık metodik şüphe ile bakabilecekseniz... Batı’daki Lâtinceye karşılık olarak, Orta Şark’ın kültür ve sanat dilinin (bir zamanlar) Farsça ve Arapça olduğu üstünde fikretmeye cesaretiniz varsa, bu atölye sizin için! Bitmedi...
“İç ses”iniz, “Türk Sanat Müziği” teriminin, anlamsız bir zorlama olduğunu söylüyorsa, “tek sesli ilkeldir, çok seslilik müziğin doruğudur. Tek sesli otokrasi, çok sesli demokrasidir...” diyen ve Klâsik Batı Müziği’nin doruklara, Aristokrasinin kucağında tırmandığını ıskalamışlara, edecek bir çift lâfınız olsun istiyorsanız, Türk Musikîsi’nde, “tarzı var, ama tavrı yok” yaklaşımını merak ediyorsanız, bugün “Ezan-ı Muhammedî”nin, (Gölpınarlı’nın cümlesiyle) “neden ‘Aziz Allah’ dedirtemediğini de neden dinden imândan çıkartan bir cehalet içinde okunduğu”nu irdeleyelim; Abdülkadir Meragî’den, Avni Anıl’a uzanan kilometre taşlarına dokunalım, tek beste içinde 24 ayrı makamı oya gibi işleyen bir “Kâr-ı Nâtık”la (konuşan, kendini anlatan beste...) tanışalım istiyorsanız, bu atölyeye katılmalısınız!
Bununla da kalmamışlar, program kitapçığının kapağına dip not düşerek, (meraklısına mobing etkisi yapabilecek bir sorunun yanıtını oluşturan) bir özen de gizlemişler: “Neden tek ‘b’ ile? ‘Mobbing’i, Türkçe’de yabancı kelimelerin okunduğu şekilde yazılma kuralına uygun olarak tek ‘b’ ile yazıyoruz.”
Bir başka sayfanın dip not diye geçiştiremeyeceğiniz dip notunda konuya etimolojik olarak uzak kalmış olanlara sözcüğü yakın eden bir alıntı-açıklamaya yer vermişler: “Mobing kavramının kökenindeki, Latince ‘kararsız kalabalık’ anlamına gelen ‘mobile vulgus’ sözcüklerinden türeyen ‘mob’ İngilizce ‘kanun dışı şiddet uygulayan düzensiz kalabalık, çete’ anlamına gelmektedir.”
Bir diğer sayfada görece farklı bir paradigmayı tanıtmışlar ve mobing kelimesinin ilk kez Avustralyalı bilim insanı Konrad Lorenz tarafından hayvanların bir yabancı hayvanı veya avlanmakta olan bir düşmanı kaçırmak için yaptıkları davranışları tanımlamak için kullandığı vurgusunu açık etmişler.
Nihayet izleyen dip notlar, “Mobing kavramı Dr. Heinneman ve günümüzdeki anlamıyla ilk kez Heinz Leymann tarafından 1980’de kullanılmıştır. / Mobing işyerindeki bir kişiye bir ya da birkaç kişi tarafından yapılan sistematik, etik olmayan ve düşmanca davranışlar veya kişiye tacizle, zorbaca ve saldırganca davranılarak kapasitesinin altında işler verilerek onun sosyal ilişkilerden dışlanması ya da işyerindeki statüsünün küçük düşürülmesi anlamına gelmektedir” yollu draje tanımlarla ışıklandırılmış.
İnsan kaynakları disiplinine uzun yıllar emek vermiş bir profesyonel ve danışman kimliğimle, bilinçli işveren, bilinçli yönetici, bilinçli çalışan, bir hayal, bir ütopya değil yaklaşımına katılıyor, dahası şapka çıkartıyorum.
İnsan yönetimi profesyonellerine yönelik periyodik araştırmalar dizisine ilişkin bir köşe yazısında günü ve buluşmayı özetleyecek ipuçları vermek pek mümkün değil. Ayrıntılara www.forumobing.net adresinden göz atmanızı öneririm.
Türk musikîsi’nin “netâmeli ve reddedilmiş” sazı piyano’yu, önce Münir Nureddin Bey’in “kabul ve himâyesi”yle konser salonlarına, sonra da İstanbul Radyosu’nda pazar sabahları yayınlanan “Piyano ile Saz Eserleri” programındaki “emsalsiz” icrasıyla, bütün Türkiye’ye kabul ettirdi...
Amerika’da yaşamış bir sanatçı olsaydı, hayatı ve parmakları, şimdiye kadar çoktan edebiyata ve sinemaya taşınmış olurdu.
Ama, bırakınız üniversite ve konservatuvar kütüphanelerini, “Ulusal Tez Merkezi”mizde bile, (karşılaştırmalı bir çalışma hariç...) Feyzi Aslangil hakkında tek bir yayın bile bulunmuyor.
Bu eksik ve ayıbı biraz olsun “hafifletebilmek” için, araştırmaya; notlarımızı, biriktirdiklerimizi, bilgi, belge, fotoğraf ve anıları bir araya getirmeye ve yayına hazırlamaya gayret ediyoruz.
Diğer yandan, 2013’ten beri, MÜZİKSEV’in misyonerliğinde başlayan ve “Usta’ya saygı” idealine adanmış “sohbet ve resital”leri, meraklısıyla, farklı salonlarda buluşturmaya çalışıyoruz.
İzmir’de tomurcuklanan bu heyecan, 2019’da, “başka şehir ve ülkelerin vefa ve misafirperverliği”ne emanet edilecek.
"...Yıldönümlerini kutlamak, için Siyasal Bilgiler Okulu diplomalılarının, beni anarak toplantıya başlamış bulunduklarını bildiren telefon yazınızı aldım. Birdenbire duygumu tahlil edemedim.
Bunun için Siyasal Bilgiler Okulu diplomalıların sözleri üzerinde, bütün dikkatimi kullanarak düşünmek lüzumunu hissettim. Bunlar kimlerdi? Fazla düşünmeye hacet kalmadı. Derhal bildim ki, bana içten sevgilerini haykıranlar, yarım asırdan beri Büyük Türk Ulusu'nun tam anlamı ile millet olmasına çalışan, modern bir Türk Devleti kurmak için insanlık fedakarlıklarının hiçbirini esirgemeyen; kültür, idare, intizam ve devlet adamlığını, en son ilmi telâkkilere göre tebellür ettirmeye çalışmış ve çalışan yüksek değerde arkadaşlarımdır.
İşte bu intibayı kendi kafamda ve vicdanımda duyduktan sonradır ki, telefonunuzun birinci satırının sonundaki dalgınlık aydınlandı... Ben, İsmet İnönü'nün karşısında bulunmakla mutlandığı görevden, mânen değilse bile maddeten uzak kalmış olmaktan teessür duymadığımı söyleyemem. Ancak, şununla müteselliyim ki; senin; hakikatı, asaleti, Millet ve Devlet için gönüllüleri, ateşlileri benim kadar ve belki de benden daha parlak görür olduğunu bildiğimdir.
Onun için, rica ederim söyleyiniz o arkadaşlara ki, bu devletin en aşağı yetmiş sene evvelki halini bilenleri içlerinde bulundurmaktadırlar ve yine İnönü'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da,
çocuk olarak yaşamış ve yüksek mânâlı, kalifiyeli, Devlet ve Millet mefhumunu anlayarak yetişmişlerdir. İşte onların hepsine söyleyiniz ki, şimdiye kadar yaptıkları temiz ve Türklüğe layık olabilen işleri dolayısı ile kendilerine minnetle mütehassisim...
“Parti’nin doktrini yok…” Yanıt çok açıktır: “Elbette yok çocuğum ! Eğer doktrine gidersek, hareketi dondururuz…“ Gazi, bu görüşünü, başka cümlelerle de dile getirmiştir: “...Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı’ (âyet), hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır...” Hattâ, bu soyut ifadelerle de yetinmemiş, somut tavır ve tercihleriyle, ardından gelenlerin hâlâ anlayamadığı bir “demokratik zenginlik” tarifi bile yapmıştır. Başyaver Hasan Rıza Soyak’ın “Anıları”ndan yararlanarak, hatırlayalım...
1935’te, Parti Genel Sekreteri Recep Peker, Almanya ve İtalya’yı kapsayan, uzun bir inceleme gezisi yapar. Döndüğünde, CHP kurultayına sunulmak üzere, (ki, bu Gazi’nın son kurultayıdır…) yeni bir nizamnâme ile ayrıntılı bir program hazırlar. O zamanın tek partili totaliter yönetimlerindeki prensiplere göre hazırlanmış bu taslakta, yüksek bir kurulun, sınırsız güç ve yetkilerle donatılmış sınırlı sayıdaki üyeleri eliyle, bütün kararların alınması öngörülmekte ve Büyük Millet Meclisi şekilden ibaret kalmaktadır. Metinler, İnönü tarafından da imza edilerek, Atatürk’e takdim edilmek üzere “Özel Kalem”i Hasan Rıza Soyak’a teslim edilir. (Bundan sonrasını, Soyak ile Gazi’nin diyaloglara bırakalım...)
“-Bu zorbalar kimlerdir ? Onları kimler seçecektir ? / -Hangi zorbalar Paşam ? / -Efendim; sen dün akşam bana getirdiğin kâğıtları okumadın mı ? / -Biraz okumuştum Paşam. / -Ha; işte orada bahsedilen, bütün kuvvetleri nefsinde toplayıp tek partiyi, tabiî dolayısıyla, devleti ve memleketi kendi başlarına idare edecek olan yüksek meclisin azâsını… diyorum; onları kim seçecek; bu zorbalar heyeti, kuvvet ve selâhiyetlerini kimden ve nasıl alacak ? /...Bu ne sakat düşüncedir, bu nasıl zihniyettir ? Görülüyor ki varmak istediğimiz hedef, henüz, en yakın arkadaşlar tarafından bile, zerre kadar anlaşılmış değildir. ‘Çocuk; biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki; bu memlekette bir gün -eğer dünyada hükümdarlık aleyhine gittikçe artan kuvvetli cereyanlar muvacehesinde kalanlar varsa- Padişahlığa taraftar olanlar dahi bir fırka kurabilsinler…’ (Hemen ardından, İsmet Paşa ve Recep Peker Köşke çağırılır. Kütüphanede birkaç saat görüşürler. Toplantıdan sonra Atatürk, Soyak’a sakinleşmiş olarak ve mütebessim bir çehre ile şunlar söyler) -Vaziyet tahmin ettiğim gibi çıktı çocuk… İsmet Paşa, ‘Recep Peker’in marifeti olan o saçmaları okumadan imza etmiş…’ Neyse, her şey olduğu gibi kalacaktır-”
Herşey olduğu gibi kalamadı ! (bunu zaten, kendisi de biliyordu...) İş, İsmet Paşa’nın bir gazeteciye,
“Dakikada 765 nota vuruşuyla dünyanın en hızlı piyanisti olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na giren Peter Bence, Türkiye’de ilk kez İzmir’de sahneye çıktı ve AASSM’deki performansıyla sanatseverleri büyüledi.” Şimdi, “Bu haberin neresinde siyaset var?” diyebilirsiniz; anlatayım efendim... Okuduğunuz şöyle böyle değil, çok esaslı bir seçim haberi. Yazı işleri’nin ustalığını gözden kaçırmışsınız. Onlar kibardır, her şeyi kendileri yazmaz, dürtüp geri çekilir ve benim gibi saf kalemlere söyletirler.
Takvimler daha 2000’leri görmemişken, bugünkü kadar ayağa düşmemiş bir sahada kişisel gelişim üstüne eğitim ve konferanslar hazırlardım. İşte bunlardan birinin (-İspanyol Güvercini Olabilmek- sohbetinin) şöyle bir takdimi vardı: “El çırpmaya başladığınızda göğsünü kabartıyor önce. Sonra başını geriye yatırıyor, neredeyse arkasını görebilecek kadar. Dikkatlice baktığınızda geriye yatırdığı başını verdiğiniz ritme göre hareket ettirdiğini fark ediyorsunuz. Kısmen kanatlarını, kısmen de kuyruk tüylerini, neredeyse bir tavus kuşu zarafetiyle açıyor ve başlıyor kendi ekseni etrafında dönmeye, açıkça raks ediyor. Biraz Yahya Kemâl, biraz Münir Nureddin ve belki biraz da Reşat Aysu. Ama mutlaka kalpten gelen bir Flamenko, çokça da Kürdîlihicazkâr.”
Kurumlardaki süreç yönetimi, karar verme hızı ve örgüt ritmi üzerine söyleştiğimiz bu buluşmalardan bazı satırbaşları hatırlıyorum: “Bazı güvercin türleri 900 km menzili olan yolculuklar yapabiliyor meselâ. Bazı posta güvercinleri 100 km hızla hiç durmadan 15 saat uçabiliyor.” Ama bu verilerin en ilginç olanı bunlar değilmiş ki, yine Guinness’e müracaat etmişim, “Güney Amerika’da yaşayan ‘Tepelikli Sinek Kuşu-Heliactin Cornuta’ saniyede 90 vuruşla en hızlı kanat çırpan kuş unvanını koruyor.” Peşinden sormuşum katılımcılara: “Çevrenizde bu kadar hızlı meslektaşlarınız var mı? Ritim açıkça görülebilir mi?”
Ardından, iri akbabaların bazen kanat çırpma hızlarını saniyede 1 vuruşa indirdiğinden söz edip, “Etrafınızda bütün görkemleri, etkileyici, korkutucu ve yırtıcı halleriyle böyle ağır aksak yöneticiler var mı?” diye üstelemişim. Ve asıl vurucu soruyu o yıllarda da siyasete endeksleyerek finale bırakmışım: “Kondorlar ise hiç kanat çırpmadan 96 km kat edebilirler. Uzun süre hareketsiz kaldığı, bir şey üretmeden sadece boy gösterdiği halde kariyer yolculuğuna devam eden yöneticileri, siyasetçileri yadırgıyor musunuz?”
Demem o ki, hızlı olanı tek başına manşete taşımak iki amaca hizmet eder: Birincisi, görüneni vitrinin en önüne koymaktan ibarettir. Asıl ikincisidir ki, yavaş olanı da gündeme taşımak ve sorgulamak ihtiyacını pazarlar. Karpuz kabuğu buraya gizlenmiştir.
Hızlı ya da yavaş, son tahlilde, sanatçılar ve politikacıları mukayese eden bildiğim en güzel anekdotla bitirelim yazıyı:
İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV), gençleri ustalarla buluşturan “Ustalık Sınıfları”nın bir başkası daha, “Piyanist Gülsin Onay ve öğrencileri”nin, aynı sahneye çıkması ile noktalandı. Kendilerine, “kimi zaman teknik, kimi zaman yorum, kimi zaman da eserin mimarisi” hakkında yardımcı olan “Usta” ile dört gün çalışma fırsatı bulan geleceğin piyanistleri, (Pelin Değirmencioğlu, Ateş Güldoğan, Nil Güngör, Can Özükan, Papatya Biter, Beste Tanağardıgil, Telvin Deniz Çelik, Alp Birsel, Ece Tuncay, Aykut Yusuf Akarslan, Emre Nurbeyler) dün akşam, MÜZİKSEV’in “Butik” Konser Salonu’nda sahne aldı ve Schumann’dan Chopin’e, Liszt’e, Mozart’tan Khachaturyan’a, Beethoven’e, Bach’a, Debussy’ye uzanan bir ufuk turunda, izleyicileri “müzikal bir gezinti”ye çıkarttılar. Gülsin Onay ise en sonunda “istisnaî bir yorumcu”su kabul edildiği Chopin’in, “Grande Polonaise”i ile ışıklandırdı geceyi...
Çalışmaları, konserden önce, İKSEV’in Karataş’taki binasında izleme fırsatı buldum. Daha önce de “Ustalık Sınıfları”na katılmıştım, ama izlenimlerime bu kez eklemek istediğim birkaç satır var! Açıkçası, bunları, “meraklısı” ile paylaşmayı boynumun borcu sayıyorum... “An”a kilitlenmişti Gülsin Onay... Ve sadece “an”ı yaşıyordu. Bütün enerjisini, beyinselliğini, teknik ve duygusal birikimini, yorum ayrıcalığını, hepsini, ama hepsini, esirgemeden tuşların üstüne seriyor; sanki hayatındaki bütün işi ve meşguliyeti sadece ve sadece buymuş gibi davranıyordu. Bir kez daha hissediyordunuz ki, dünya çapındaki kabul görmüş başarı, “...mış gibi yapmamak” kalitesinden gelmektedir. Saatler boyunca, “sakin, dingin, pozitif” kalabiliyordu. Küçükle küçük, büyükle büyük oluyor, sarılma isteğini geri çevirmediği “biraz daha kırılgan bir öğrenci”nin haliyle halleniyordu... Sınırsız bir sabırla ve sadece verici olmak idealiyle nefes alıp veriyordu. Ve “ne kadar usta olduğunu, onu söylemeye hiç ihtiyaç duymaması”ndan anlıyordunuz...
Çağrışımlara gelince... “Bilimsel bir araştırma yapılsa” ve “sokaktaki adam”dan az hallice Türk vatandaşlarına sorulsa:
“Biletinizi biz alsak, Businness Class’ta mı uçmak istersiniz? Yoksa dünyanın ayakta alkışladığı bir Türk sanatçısının yönettiği bir ‘Master Class’a mı katılmak istersiniz dünya gözüyle?” Peşinden, hemen şu soru eklense: “Paris’te, ‘First Class’ bir lokantada, bizim misafirimiz olarak yemek yemek mi, yoksa, İzmir’de bir devlet sanatçısının yönettiği bir ‘Master Class’a mı, hangisi?”
Businness Class ve First Class’ın Türkçe karşılıkları hakkında, (meâlen de olsa...) zorlanmayacaklarını sandığım “denek”ler, olasılıkla, yanıt vermeden önce, soracaklardır; “Master Class nedir?” diye. Ben size, böyle bir durumda, “büyük resim”den yadigâr kalacak çıkarımları özetlemeye çalışayım, kendimce...
Bu sınıflardan, sadece bir tanesi, (Master Class) “usta”ya ve “ustalığa” ihtiyaç duyar. Diğerlerine (ve benzerlerine...) parayı bastırınca ulaşabilirsiniz, “herhangi biri olmak” yeter de artar bile! İşte, “varlıklı olmayı tercih edenlerle, var olmayı seçenler” arasındaki temel fark işte bu kavşakta ortaya çıkar ve buradan doğan ayrıcalık, “yetkinlik ve donanım” katarının yüküyle ölçülür. Nihayet “son tahlilde, ‘Ustalar’ın, bu yükle incelmiş oldukları” tespitiyle el sıkışırsınız. Ustalık sınıfları, “toplumdaki ‘kalın’ sayısını, mümkün olan en aza indirmek için, evrene atılmış bir taş”tır. Bugünün “nevniyâz” piyanistleri içinden, çıraklar, kalfalar ve daha başka ustalar çıkmayacağını, kim iddia edebilir? Çıkmasa bile, böyle bir sınıfa katılan genç insanlar, bu deneyimi asla unutmazlar, unutamazlar... Sadece bu “anı”nın inceliği bile, onların hayatında çok şey değiştirmeye yeter. Bir de geriye, “Usta”nın, samimi sorusu kalır:
“Acaba, 750 bin nota mı dinledim?” Teşekkürler Gülsin Hanım...