Nihat Demirkol

Eski Otogar Camii “Göleti...”

15 Ocak 2019
Okuyacaklarınızın, “72 saattir hiç durmadan yağan yağmur” ile hiçbir ilgisi yoktur !

 

Yani, sakın ola ki, “aşırı yağış sebebiyle olmuştur” diye, özgün bir projeyi hafife almayın. Çünkü, aylardır ayağımıza gelen, (veya ayağımızla oralara gittiğimiz / ne fark eder ?) “hizmette sınır tanımayan bir belediyecilik anlayışı”ndan bahsediyoruz burada !

 

“Eski Otogar”ı bilenler; bu camii de hatırlayacaklardır. Halkapınar metro istasyonu ile Halkapınar tramvay son durağı arasındaki yaya yolu üzerinde kalıyor. Hattâ yolcular, (özellikle yaşlılar, elinde yükü olanlar, çocuklar bile) bahsettiğim iki istasyon arasındaki, (yer altından yapılmış, sıcak, soğuk, güneş ve yağmurdan koruyan, havalimanlarındaki gibi, yürüyen bant ile kolaylaştırılmış tünelden geçmek yerine, ısrarla...) bu parkuru tercih ettiklerine göre, buraya “yürüyüş ya da gezinti parkuru” demek, aslında daha bile doğru olabilir. İşte bu camiin tam önüne bir “gölet” inşa etmiş, İzmir Büyükşehir Belediyesi. Birkaç senedir faal... Mutlaka görmüşünüzdür, ama “alıcı gözüyle” bakmadığınız için, bu nadide rekreasyon bölgesini ıskalamış olabilirsiniz. “Gölet”, 7/24 hizmete açık değil maalesef. Sadece yağmurlu havalarda hizmet veriyor. Nasıl mı ? Diyelim ki, Bornova istikametinden geliyorsunuz; Halkapınar’da inip, Hocazâde Camii’ne gitmek için, tramvay’a bineceksiniz... Ya da tam tersi. Alsancak Garı’nın önünden tramvay’a bindiniz, Halkapınar’da aktarma yapıp, EVKA 3 son durak’a gideceksiniz. Hah, işte bu hizmet; tam sizler için ! Yürüyerek, aradaki “gezi parkuru”nu yarıladığınızda, yürüme yönünüze göre, sağınızda veya solunuzda kalıyor gölet. Metro’nun merdivenlerinden inmişseniz sağınızda, tramvay istasyonundan geliyorsanız, köşeyi döner dönmez, solunuzda...

 

Küçük bir gölet tabiî; ama fonksiyonel... Fazla müşkülpesent de olmamak lâzım. Lâf olsun diye eleştirmeyin herşeyi ! Bir göletten ne bekler vatandaş ? Görsel olarak “su akar, deli bakar” konsepti sağlanmış bir kere.  Yolu yarılamış yolcuların, bir “sigara molası” ihtiyacı olduğunu düşünün; insan, kendini deniz kenarında farzedip, manzaraya doğru bir tane tüttürmez mi, hiç ? Yok, oradan oraya koştururken “sıkıştınız mı ?” Camiin WC’si (paralı ama) ihtiyaç gidermek için amâde; gölete nazır helâ... Olmadı, (hazır mesire yeri gibi düzenlemeyi bulmuşsunuz) suyun kenarında, “birşeyler yemek” mi çekti canınız ? Hemen köprü altında,  (zâbıtanın himâyesinde) “çay, kahve, gevrek, meyve suyu...” satılıyor. Sıcacık, tazecik, hijyenik... Tramvay tarafında ise “acıbadem kurabiyesi” var. Ne ararsanız yani; aklınızdan ne geçiyorsa... Grup halinde mi yürüyorsunuz ? “Özçekim” yapmak için oluşturulmuş “doğal bir plato” burası. Basın deklanşöre; işte size “İzmir Modeli Hâtırası...” Daha ne olsun ?

 

Ama insanoğlu nankör ! Gözü doymaz. İstedikçe ister. Diyelim ki,

Yazının Devamını Oku

Caz Afişlerinde “Abdülhamit Vurgusu...”

11 Ocak 2019
Festivali, bu köşeden, “Billboard’larına İKSEV gelmiş şehrimin…” diye duyurduğumuz oldu. “İzmir’e ‘Yaz’dan önce ‘Caz’ gelir...” dedik bir seferinde. “Caz’ın Yaz Hali” başlığını atmaya niyetlendik... Derken, “İzmir’de, ‘Uçan Piyano’lu Caz Festivali”ni de gördük... Ve geçen yıl, koca bir “çeyrek yüzyıl”ı geride bırakan, İzmir Avrupa Caz Festivali, bugünlerde, 26. kez “görücüye” çıkmaya hazırlanıyor.

 

Biliyorsunuz, festivalin “müzikal vurgusu” kadar, ideal ve geleneğe dönüşmüş, bir de “görsel” yüzü var. Sanatseverler için, “adetâ bir uvertür heyecanı” ile bekleniyor; etkinliğin afişi... O halde biraz “kulis”e uzanalım:

 

İzmir Avrupa Caz Festivali’nin afişini seçmek için açılan, “17. Caz Afişi Yarışması”na, Türkiye’nin hemen her yerinden 535 afiş katılmış. 13 afiş, şartnamenin gereklerine uymadığı için değerlendirme dışı kalınca, bunlardan 522 tanesi değerlendirmeye alınmış.

 

Cihangir Elmaskaya, Prof. Dr. Hakan Ertep, Hüseyin Ekinciler, Kutsal Lenger, Maksude Kılınç, Okan Özgen ve (İKSEV Temsilcisi) Ayşe Perin Tatari’den oluşan seçici kurul, hayli zorlu bir mesaiden sonra 40 afişi sergilenmeye değer bulmuş. Bu çalışmalar içinden, birincilik, ikincilik ve üçüncülük ödülleri yanında, “1 tane” de, onursal anlamda “özel ödül” belirlenmiş.

 

Seçilen 40 afiş, şimdilik İKSEV’in facebook sayfasında sergileniyor. Sonuçlar, bir hafta sonra açıklanacak.  Çünkü, sergilenmek üzere seçilen afişlerde, bazen, “stok sitelerinden alınan örnekler üzerinde, küçük değişikliklerle yaparak; yani

Yazının Devamını Oku

Çetin Altan, İsmail Sivri ve Ceren Damar...

8 Ocak 2019
Bu isimlerin, aynı başlıkta ne işi var biliyor musunuz ?

 

Çetin Altan,

29 Nisan 1960 tarihli,

 “Bugün canım yazı yazmak istemiyor“dan ibaret;

ve basınımızda, “kilometre taşı” sayılan meşhur köşe yazısının sahibidir.

 

İsmail Sivri,

(aramızdan ayrılmadan 1 hafta önce), 25 Temmuz 2007 tarihinde, telefonla beni arayıp,

Yazının Devamını Oku

“İzmir Modeli”nin Viyana Halleri ...

5 Ocak 2019
Viyana Filarmoni Orkestrası’nın,  “Müziğin insancıl mesajını, dinleyenlerin gündelik hayatına ve bilincine iletmek” şeklinde bir “misyon cümleciği” var...  

 

Belki de bu sebeple, 2005 yılında, Dünya Sağlık Örgütü’nün “İyi Niyet Elçisi” seçildi; 150 üyeli orkestra...  Dünyanın akustiği en güzel (müze) salonlarından birinde; 1941’den beri devam eden bir ritüeli, yani  “Musikverein”- “Goldener Saal”daki (Altın Salon) “Yeni Yıl Konseri”ni Christian Thielemann yönetti bu yıl.

 

1869’dan kalma ve (üstelik mimarlık ödülü filan da olmayan...) 1744 koltuk kapasiteli salona, 301 dinleyici de ayakta kabul ediliyor. (2008 yılında açılan AASSM’nin büyük salonunda,1130 koltuk bulunduğunu, hatırlatalım...)  Yani Viyanalılar, (araya tabure atmayı aklı edemedikleri gibi / Serdar Şahinkaya Hocamızın tabiriyle...) konserine göre, “aldığı kadar” misafire de açık değil  bu ilkeli salon. Üstelik, bu müzik mâbedinde, AASSM’den farklı olarak, balkonlarda oturanların da hepsi, sahnenin tamamını görebiliyor.

 

2019’un ilk gününde; 90 ülke’de, 40 milyondan fazla kişi, bu konseri izledi ekran başında. Parayla pulla yapılabilecek bir tanıtım değil bu ! Ama “modelden çok ruha inanan” ve “geleneğin, aslında gelecek demek olduğunu bilen kentler”in başında gelen Viyana, her yıl, “üste para alarak” gerçekleştiriyor, bu dünya çapındaki “PR” çıkartmasını. Aklımca küçük mukayeseler yaptım. Keyfim kaçtı elbette !  Uzun lâfın kısası,  televizyonumun başında tadını çıkartamadım cânım konserin. Kendimi veremedim; bir türlü konsantre olamadım...  

 

Bir kere, hiç kimsenin elinde “karanıkta, mavi bir alev topu gibi göz yakan” cep telefonu yoktu.  Salonda, konseri kaydeden de yoktu; koltuğundan naklen yayın yapan da... Telefonu çalınca, “şimdi Altın Salon’da Viyana Filarmoni’nin Yılbaşı Konseri’ndeyiz. Ben seni çıkınca ararım...” diyen de olmadı. Bayındır’daki çiçek üreticilerini destekleyen Büyükşehir Belediyesi’nin, neden yılda bir kez olsun AASSM’yi, rengârenk nasiplendiremediğini anlamaya çalışmaktan olsa gerek; meşhur “San Remo çiçekçileri”nin, “sponsor sıfatıyla” bu konser için özel olarak aranje ettiği kocaman çiçek buketleri bile, keyfimi yerine getiremedi.

Yazının Devamını Oku

Bütün başlangıçlar güzeldir

31 Aralık 2018
HAYIR, düşündüğünüz gibi tam bir yeni yıl yazısı sayılmaz bu satırlar. 160 yıl beklenmiş bir başlangıca güzellemedir maksadımız. Bence, Mülkiye Marşı’nı bestelerken böyle bir akşamı düşlüyordu Musa Süreyya Bey. Tanburî Cemil Bey, Şedarabân Saz Semaisi’nin 4’üncü hânesini notaya alırken muhtemelen, “Bunu bir gün Mülkiye’de de çalarlar” diye fikrediyordu.

Rahmi Bey de merak etmiş olabilir, bestelediği, “Süzüp süzüp de ey melek, o çeşm-i nîm hâbını” vakit erişince repertuvara girer mi diye? İzmir Mutasarrıfı Ahmet Midhat (Güpgüpoğlu) bile, “Meftunun oldum ey vech-i ahsen” diye başlayan kürdîlihicazkârının Mekteb-i Mülkiye’nin koridorlarında mırıldanılacağını ummuş olabilir. Onlar Mülkiyeli bestecilerdi, haklarıydı bu beklenti.


Peki, acaba Handel tahmin eder miydi bunu? Ya Şostakoviç, Satie, Grinko? Albinoni, Pachelbel hele? Sanmıyorum! Bizim dahi (gönlümüze düşse bile) 36 yıl önce Seha Meray odasındaki kuyruklu piyanoyu 20 kişinin sırtında Aziz Köklü Amfisi’ne indirirken aklımıza gelmezdi böyle bir şey. (O mekânda piyano çalan ilk öğrenci -belki de ilk kişi- olarak), büyük amfide o piyanonun önüne oturduğumda, “Ey büt-i nev edâ”yı seslendiren korodaki arkadaşlarım hiç ihtimal verir miydi böyle fakülte içinden devşirilen ve onlara destek veren dost müzisyenlerden oluşan bir oda orkestrasının yeni yıl konserine ? Nihayet, samimi ve dürüst olalım hele 12 Eylül öncesini de yaşamış bizim kuşak Siyasal’da fırsat verir, itibar eder miydi böyle bir gala gecesine? Yine sanmıyorum.


Başarılan işin Mülkiye camiası için mucizeye eşdeğer boyutu öylesine çarpıcı ki, Andante Dergisi’nin Kasım 2018 sayısı için kaleme aldığı hoş yazısında, “Kaymakam, vali, diplomat yetiştiren Mekteb-i Mülkiye-i Şâhane’de orkestranın işi ne diye sakın sormayın. Çünkü bizim eğitim sistemimiz için 40 yılda bir ortaya çıkan örnekler aslında kimi Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da olağan işler. Bünyesinde müzik okulu da bulunduran bazı üniversitelerde iki senfoni orkestrası birden vardır. Biri müzik öğrenimi görenlerin, diğeri ise başka disiplinlerde okurken çalgı da çalan öğrencilerden oluşan orkestra” diyen Şefik Kahramankaptan da (asgarî 16 sandalyeyi kast ederek) soruyordu zaten, “Bakalım, ‘Mülkiye Oda Orkestrası’nın tamamlanıp konser verdiğini görebilecek miyiz?” diye.


Gördük efendim! Geçtiğimiz cuma akşamı, Nigar Rzagulu-Zade yönetiminde, Azer Rzaguliyev-Konzertmeister, Melike Aydın (1. keman), Buse Çınar, Emine Ceren Cengiz (2. keman), Selin Cantürk, Mine İsmailoğlu (çello), Hüseyin Can Karayazgan (kontrbas), Selçuk Özkaya (piyano), Nicolai Cedirean ve Ata Umut Özsoy’dan (vokal) oluşan Mülkiye Oda Orkestrası (kemik kadrosuyla) ilk konserini verdi. Nasıl bir özlem ve destekse bu, dinleyici de doldurdu salonu. Birkaç gün öncesinde sosyal medyada diyordu ki maestro: “2016’da sadece bir fikirdi. Paylaşılan fotoğraflar güzel, huzurlu gözükse de gerçekte olan biraz farklı. Ciddi bir emek, yorgunluk, her yere yetişememe korkusu, aksilikler, stres, uykusuzluk ve daha neler neler var. Ama ben yine de her emeğin bir karşılığının olduğuna inanıyorum.” Haklı çıktığını görmek kuşkusuz hepimizi sevindirdi.


Yazının Devamını Oku

“Sarahaten” söyleyemiyorum!

28 Aralık 2018
METİN Akpınar ile Nevra Serezli’nin, TRT’nin TRT olduğu günlerde, 1972’de yaptıkları bir “düet” vardı, hatırlar mısınız?

Devekuşu Kabare’nin “Dün, bugün...” adlı oyunundan bir bölümdür, diye aklımda kalmış. Güftesi (İsmet Paşa için yazdığı hicivlerle de meşhur) Orhan Seyfi’ye ait olan, Ali Rifat Çağatay’ın Nihâvend şarkısından bahsediyorum... Özellikle, Münir Nureddin’in Feyzi Aslangil’in piyanosu eşliğinde söylediği taş plâk kaydının, eşi menendi yoktur denilebilir.

İlân-ı Aşk mı, yoksa şair yine bir “siyasî hiciv” mi sıkıştırıvermiş satır aralarına? Biraz zorlarsanız, aklı karışabilir insanın. Son günlerde, (nedense) yine düştü sosyal medyaya... Hani, Metin Akpınar’ın fes, redingot ve bastonu ile (düet’in suskun ve kırıtık mahbûbesi-sevgilisi...) Nevra Serezli’ye kur yaptığı, “niyet”ini seslendirdiği (şimdiki deyimiyle) klip... Hattâ, sonunda Serezli’nin, eliyle ve (dudak okumasından anladığımız kadarıyla) “manyak mısın?” diye terslenip de gittiği, “efsane kayıt”.

Dili, bazı yerlerde biraz eskice olduğu için, gençlerin tam hakkını verip, tadını çıkartamadıklarını düşünmüşümdür hep. Oysa, ne incelikli, ne dokunaklı, ne dokundurmalı şarkıdır o. Haydi gelin; sevâbına, bir türlü anla(ya)mayanlar için, “şiir” üstünde bir metin incelemesi yapalım:

Şarkı, “muhatabı”na; “Sarahaten, aceba söylesem darılmaz mı?”
(Açıkça söylersem eğer, darılır endişesi taşıyorum) diye seslenerek başlıyor...
“Darılmak âdeti, bilmem ki, çapkının naz mı?”
(Darılmayı âdet edindiği sabit de, acaba naz mı, huy mu, hastalık mı, başka bir şey mi?) diye, azıcık da imâlı soruyor ardından.

Yazının Devamını Oku

“Hitâbetin mûsikî”si ve “Ferahfezâ Demler...”

25 Aralık 2018
 "Şiirin Aynasında Osmanlı Kültürü Üzerine Denemeler" medhali ile, “Önce Aşk Vardı”nın önsözünde;  "...Ne aşk, ne de şiir, bugün olduğu gibi hayat hengâmesinin bir nefeslik molalarına sığdırılan avuntular değildir o asırlarda...

Aksine hayat, aşkın ve şiirin belirlediği güzergâhta yürümeye mecbur bir zaman katarıdır. Kültür, kendisini yaşayarak üreten toplumun önceliklerine göre şekillenir ve bir zamanlar sevdayı gül yaprağıyla, feryâdı bülbül nağmeleriyle tanıyan atalarımız için, her şeyden önce aşk vardır..."  diyerek açtığı parantezi, kitabın sonuna kadar açık tutmaya muktedir kalemiyle tanıdığımız Prof. Dr. Ömür Ceylan’ı, geçen Perşembe akşamı (terazide eleği görme gayreti ile) ilk kez dinleme fırsatı buldum.

 

İzmir Tasavvuf Araştırmaları Derneği’nin ikramı olan “Şiir ve Mûsıkî Akşamları” kapsamında, Sabancı Kültür Sarayı’nda, “anlamak” üstüne kurgulanmış  bir sohbet ve bağlı olarak, bir Tasavvuf Mûsıkîsi Dinletisi vardı. Hakikaten, sözcüklerin özenle seçildiği ve dizildiği davetiyete, ne mutlu ki (sadece ve ısrarla yapılageldiği gibi) “anmak” vaadi hiç yoktu; hattâ, (-sığ-a bulanmamak için)  “anmak” , “Hiç” bahse konu edilmemişti. Bu da kâfi görülmemiş ve “Hiç”, özellikle öne çıkartılarak; “Hz. Mevlânâ’yı Anlamak” şuuru, “-Hiç-e düşen gölge” tarif ve tasviriyle tütsülenmişti.

 

İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı olan Ceylan Hocamız,  Hz. Pîr’in, şiirinde maharetle kullandığı dili ne kadar önemsediğini, (birebir) tercümesinden alıntıyla, “...Aynı dili konuşan ve anlaşamayan, binlerce Hindû ve binlerce Türk var. Hepsi Türkçe konuşuyor ama birbirlerini anlamıyorlar. Lehçe ve diyalekt farklılıkları var. Türklerin pek çok kolu birbirine yabancı gibi... Bu yüzden, karşılıklı anlayışın dili, kalpte olmalıdır...” paragrafında özetledi.  

 

Malûmunuz, ne “Hiç”in (çelişki gibi görünse de) teferruatı bir köşe yazısına sığar, ne de ben “üstüne düşen gölgeyi burada resmedecek kadar” donanım sahibiyim. Bu sebeple, uzun yıllardır dinlediğim en etkileyici konuşmalardan biri olan , dahası “zarf ve mazruf” itibariyle, beni meraklısı olduğum (retorika, belâgat, talâkat gibi...) sahalarda tesiri altına alan bu sohbet için sadece,  erbâbı; “hitâbetin sakin, dingin ve mûtedil bir mûsikîsi olduğu”nu, “öfkeden ve bağırıp çağırmaktan arınmış bir huzur iklimi ile hatırlattı salona” demekle yetineceğim...

 

Yazının Devamını Oku

“Aslı yok yaylası”nda, “keklik” olmak...

22 Aralık 2018
“Odunu koysam kazanır“ seviyesini eleştiren (ve adaylarla hiç ilgisi olmayan) yazıma, sosyal medyadan gelen katkılar arasında, iki tanesi dikkat çekiciydi...

 

İlkini, yani “Siz mi adaysınız, anlayamadım ?” sorusunu, “hayır değilim ! Aksine, ‘od’ yazınızdaki ‘gusto’ bu kente lâzım fikrinden hareketle; ben sizin adaylığınızı destekliyorum...” diye cevaplamaktan imtinâ ettim. Ama, diğerine, “...tepeden kendi seçtikleri adayları desteklememiz isteniyor. Seçmeni ‘çantada keklik’ sanıyorlar (odun misali) ; o keklik bir yolunu bulup kafesten uçmak üzere...” diyen başka bir dosta şu yanıtı vermek, boynumun borcuydu: “Bir sonraki yazı keklik üstüne zaten...”

 

Efendim, “Keklik” sözcüğü,  “Kaşgârlı Mahmûd’un, 11. yüzyılda yazılmış, ‘ Divânü Lugâti’t-Türk’ ünde, kekelik/keklik’ olarak geçtiği” söylenecek kadar eski ve bizden olmakla birlikte,

“Türkü, türkü çağırırız...” geleneğimizin örneklerine samimi gözle baktığınızda; (maalesef) “Keklik”e karşı kültürel yaklaşımımızın, sevecen olmaktan ziyade, “hasmâne” olduğu sonucuna ulaşırsınız.

 

Biz, “kekliği düz ovada avlamaktan / kanadını çam dalına bağlamaktan / şıkıdık mıkıdık şıkıdık mıkıdık oynamaktan...” hoşlanan bir toplumuz. Bu satırları, “ayıplamak” için yazmıyorum; “Ama böyledir, gözden kaçırılmasın...” demek için,  hatırlatıyorum sadece...

 

Yazının Devamını Oku