Nihat Demirkol

“Bir Büyükelçi”nin Gözünden...

12 Şubat 2019
Geçtiğimiz Cumartesi günü, Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi’nin, artık geleneksel hale gelen “kültür ve sanat buluşmaları”nın birinde daha, “çoğaldık...” İzmir’de yaşayan Mülkiyeliler olarak; birkaç yıldır Urla’lı hemşehrîmiz de olan, Emekli Büyükelçi Şakir Fakılı’nın, “Söyleşi ve İmza Günü”nde bir araya geldik.

 

Efendim, beni nezaketle davet ettiği, (20 seneyi devirmiş ve artık hayli yorgun düşmüş) bu köşenin adını, Sevgili Deniz Sipahi koymuştu: “Benim Gözlüğümden...” Önereceğim kitabın adı da “Bir Büyükelçinin Gözünden” olunca, bu yazının, ülke gündemine yapışık gündemine,  yazarının kaleme aldığı “rengârenk ve renk-âhenk” anıları  hiç taşımamaya karar verdim (ki); değerli okuyucu satır aralarının tadını, kendi “gözüyle ve gözlüğüyle”e çıkartabilsin. Sadece, “önsöz”den, kısa kısa alıntılar yapıp, onların altını çizmekle yetineceğim. Fazladan, bir diplomat temkîni ile hazırlanmış, “sıcak ve düzeyli” söyleşi’nin kazanımlarını fısıldayacağım...

 

Uvertür, “...Hariciye mesleğinin bir bakıma kâtiplik, yani yazı yazma, not tutma demek olduğu, ilk dışişleri bakanına Reis-ül Küttâp, yani kâtiplerin başı denildiği hep bilinir. Yazı yazmak Dışişlerinde bizim için gerçekten hayatın her zaman en önemli parçasıydı; görüşmelerin tutanaklarını hazırlardık, Ankara’ya resmî telgraflar kaleme aldık, yıllık raporlar, yabancı dilde mektuplar, notalar yazdık. Öyle ki, dünyanın dört bir yanına dağılmış misyonlar aynı dilden konuşuyor, bir sözcük Pekin’de nasıl anlaşılıyorsa Kahire’de de öyle anlaşılıyordu. Belki ‘devlet üslubu’ denilen bu titizlikten dolayıdır ki, Dışişleri Bakanlığı’na Türkçe’yi en doğru kullanan kurumlardan biri denirdi...” diye seslendirilince anlıyorsunuz ki, elinizde tuttuğunuz kitap, “izlenimler, anılar” düzleminden çok fazlasıdır... Sadece, bu paragraftaki “devlet üslûbu” vurgusunun dahi, bizim kuşağımızı tavlamaya ve (artık maalesef) mahcubiyete yetip de arttığını hissediyorsunuz. Attilâ İlhan’ın dediği gibi:

 

“...söyleşir / evvelce biz bu tenhalarda / ziyade gülüşürdük /...

zamanlar değişti / ayrılık girdi araya / hicrana düştük bugün

ah nerde gençliğimiz / sahilde savruluşları başıboş dalgaların

Yazının Devamını Oku

Yeni “Emîn”imize, “ikinci” açık mektup!

8 Şubat 2019
CHP’nin İzmir adayı belli olduktan sonra, “yıkılıyor” sosyal medya!


Seçilmeye yakın ismin etrafında, “temkinle pıtırcıklanmış bir sevgi hâlesi...”
“Eş, dost, akraba, yakın arkadaş, kanka, canciğer, yoldaş, meslektaş” kontenjanından ve “çok yakînimdir...” (?!) parantezinden geçilmiyor.
Kimlerin “gerçek dost” olduğunu zaman gösterecek.

Bu resim, bana nedense (?!); “Keçecizâde” Mehmet Fuat Paşa’yı ve tabiî, bu lakâp da (babasından intikal eden) aile şöhretini hatırlattı...

“...Fuat Paşa’nın dedesi Konyalı kazasker Mehmet Sâlih Efendi’ydi. Mehmet Sâlih Efendi’nin oğlu ise II. Mahmut döneminin parlak portrelerinden biri olan, divan edebiyatının seçkin ve tanınmış şairlerinden Keçeçizâde İzzet Molla... Öyle bir insandı ki, İzzet Molla; Şeyhülislâm fetvâsına karşı çıkacak derecede donanımlı ve yürekliydi... II. Mahmut, 1827’de Rusya’ya savaş ilânı için Şeyhülislâm’dan fetva alınca, devletin buna hazır olmadığı gerekçesiyle, muhalefet etmişti... Daha da ileri giderek Sultan’a, huzurda, herkesin önünde, savaş ilânının felaket olacağını söylemişti. Bunun üzerine ortadan kaldırılması düşünüldüyse de kıyılamadığı için vazgeçilip, Sivas’a sürülmüştü, orada da vefat etmişti...” İşte “Keçecizâde”, böyle “onurlu” ve mirası reddedilemeyecek bir babanın oğluydu... Söz, bu “baba-oğul” meselesine nasıl ve nereden geldi, anlamadım ya? Devam edelim...

Tanzimat döneminin önde gelen üç siyasi liderinden biriydi “Keçecizâde”.

Yazının Devamını Oku

“Boğazlar Meselesi” ve “Sonradan Gurmeler...”

4 Şubat 2019
Önereceğim kitabın isminin altına, “Mide de, kalp gibi ‘sol’dadır...” cümlesi nakşedilmiş !

 Burada vurgunun, mide ya da kalpte olduğunu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz demektir. Yanlış düşünüyorsam; zaten Serdar Hocam düzeltir ama, buradaki asıl güzellemenin, “sol”un insana kazandırdığı lezzete ilişkin olduğu ıskalanmamalı...  Sayfaları çevirmeye başlayınca, benzer yazılarımdaki “teessür” dolaştı yine kaleme. Düşündüm de ben “Gurme” sözcüğü ile tanışalı 40 yıldan fazla olmuş. O da, rahmetli Burhan Felek sayesinde... Önce, Osmanlıcasını öğrenmiştik Usta’dan çünkü: “Şikemperver...” Yemeğin, sadece yemekten ibaret olmadığı farkındalığı ile tanışınca, işi sığ sularda ticarete dökenlere acıyasınız geliyor. “Bir sonradan gurmeye katlanmak için, mide lâzım” demek zorunda hissediyor insan kendini.

 

“Gâvur İzmirli ama eş durumundan Antakyalı sayıldığını” söyleyen Mülkiye’nin değerli Hocalarından, sevgili dost Dr. Serdar Şahinkaya’nın, “Boğazlar Meselesi / Mide de, kalp gibi ‘sol’dadır...” isimli kitabında, “kadîm” şeyler kıpraşıyor bence. Telgrafhane Yayınları’nın Yeme/İçme dizisinden çıkan bu “eser”in, Nedim Atilla tarafından yazılan ve “bâdeye revnâk veren”; “önsöz ve arka kapak” satırlarına göz atalım:

 

“Umberto Eco; gerçek bir yemek yazarlığı katına ulaştığı Prag Mezarlığı romanında eski bir Latince deyimi hafifçe yerinden oynatır ve der ki: ‘Carmina dant panem’; ‘Edebiyat ve felsefe karın doyurur.’ Latince deyişin söylediği aslında tersidir. Latincede ‘Carmina non dant panem’ denir, yani ‘Edebiyat ve felsefe karın doyurmaz…’ Serdar Şahinkaya Hocam bu kitabın son taslağını gönderdiğinde aklıma hemen Eco’nun bu lafı oynatması geldi. Kitabı okudukça lezzetleri kovalamaya başladım. ‘Keyifleri göze-gönle göre düzenlemek varsa Serdar Hoca bunu çok da iyi başarmış’, dedim ilk olarak… ‘Yemekte de edebiyat ve felsefe mümkünmüş ve karın doyuruyormuş’, dedim.” / “Serdar Şahinkaya’nın kitabının adının ‘sola’ vurgu yapması da boşuna değil elbette… ‘Birlik içinde çeşitlilik; çeşitlilik içinde birlik’, dünyaya sol memesinin altındaki cevahirle bakanlar için yaşamın her alanında olduğu gibi mutfak kültürleri için de geçerlidir. Mutfak kültürlerinde -özellikle de bu kitapta anlatılanlarda- kültürü uygarlığa dönüştüren belki de bu ruh... ‘Birlik içinde çeşitlilik; çeşitlilik içinde birlik’. Birlik Anadolu mutfağını, çeşitlilik ise sayılması olanaksız yemek kültürlerini simgeliyor. Çeşitlilik birliğe katılmayı önlemiyor. Birlik ise çeşitliliği ortadan kaldırmıyor. Şahinkaya, ‘Özgüveni’ yüksek makaleler ve yemekler sunuyor bize...”

 

Bu güçlü girizgâhtan sonra, bari ben de,

Yazının Devamını Oku

Giriş taksimi fevkalâde: “Aşkla İzmir...”

1 Şubat 2019
DEĞERLİ bir araştırmacıdan el alarak; “...Taksim’in varlığı da mutlaka, gazel gibi çok eskilere dayanmaktadır.

 

Ama, bu konudaki ilk bulguya, varsayımsal da olsa, 10. yüzyılda rastlıyoruz. 870-950 yılları arasında yaşamış Farâbi’nin, muhtemelen mucidi olduğu uduyla, dinleyenleri zaman zaman güldürdüğü, zaman zaman ağlattığı ve hattâ zaman zaman da uyuttuğu bilinmektedir... / Kuşkusuz ki, Farâbi’nin mucidi olduğu bu sazla yaptığı; bugün ‘taksim’ adını verdiğimiz ‘serbest’ türün sergilenmesinden başka bir şey değildi...” ifadesiyle başlayalım.

Taksim, “müzikte taksim bilimi, ilm-i kelâm’a benzer” diyen Kantemiroğlu’ndan (17. yüzyıl) Fonton’a (18. yüzyıl), Hâşim Bey’e kadar (19. yüzyıl), pek çok müzikolog tarafından ayrıntılı olarak incelenmiş, nihayet, “Türk Mûsikîsinde taksim” denilince, 20. yüzyılda; “...Sâzendenin, nazarî yönden, belirli bir biçimsel bütünlüğe ve ilgili makamın seyrine, ruhuna sadık kalmak kaydıyla, kendi yetenek, beceri ve bilgilerini özgür olarak sergileyebildiği, ana hatlarıyla bir usûle bağlı olmaksızın, esinleri itibariyle perde arkasında önceden tasarlanmış, ama anlık içe doğuşlarla (irticalen/doğaçlama) seslendirilen ve dinleyenin kulağını, belirli bir makama hazırlamak (hattâ koşullandırmak amacıyla) yapılan serbest saz icrası...” şeklinde (göreli) bir târife ulaşılmıştır. Taksim türlerinden biri olan “giriş taksimi” ise varlığındaki, hem yol gösterici, hem de ümit vaat eden davetkâr çeşnisiyle, “adetâ bir peşrev, adetâ bir medhal” gibi, sizi elinizden tutup içeri çekiveren, özgün bir güven eşiği de barındırır.

Bu duygulara, başka bir pencere açıp; Alaturka Atölyesi sohbetlerimizde, sosyal medyada, “...Tanburî Cemil Bey’den önce, ‘taksim besteciliği’ var mıydı?” diye sormuştum. Gergin yanıtların birinde, “...Taksim besteciliği tarih boyunca olmadı ve olmayacak! Taksim, saz üstâdının ve sazın özelliklerini gösteren bir doğaçlamadır. Bestelenirse, taksim değil saz eseri olur...” yollu, “eksik ve meselenin anlaşılmadığı”nı gösteren bir yorum çıktı karşıma.

Sorudaki murâdımızın ne olduğunun daha iyi anlaşılabilmesi bakımından; cevaben, Cinuçen Tanrıkorur’un, “Türk Mûsıkîsi’nin Son Peygamberi” başlıklı makalesinden bir bölümü, takdim etmek zorunda kaldım:

“...Belki de nevrastenik bünyesi yüzünden, yerleşmiş her türlü kural ve kalıba karşı gösterdiği insiyâki tepki, onu başka türlü bir besteciliğe, musikimizde daha önce hiç söz konusu olmamış olan ‘taksim besteciliği’ne itmiştir... İrticalî (içten gelme) bir ifade olan ‘taksim’ formu, söz musikisindeki karşılığı olan ‘gazel’ formu gibi, notaya dayalı bir icra tarzı olmadığı için, dar anlamda besteciliği de söz konusu değildir! Ne var ki, Cemil’in taksim’leri sadece makam seyirlerinin gösterilmesini amaçlayan, klişe cümlelere dayalı basma kalıp tekerlemeler değil; Cemil zevkiyle yetişmiş tanbur virtüözümüz Necdet Yaşar’ın isabetle belirttiği gibi, ‘musikinin felsefesini yapmak mertebesine erişmiş’ irticalî kompozisyonlardır...”

İzmir yerel seçimlere hazırlanırken, şimdi, “bütün bunları neden yazdın?” diye sorarsanız, “Hz. Mevlâna’dan Yunûs’a, Yahyâ Kemâl’den Nâzım’a, Leylâ’dan Mecnûn’a uzanan ‘yol’da, ‘aşk’tan daha güzel bir sözcük yaratılmış mıdır? diye sorasım geldi de ondan...” derim.

Bence , “Giriş Taksimi” fevkalâde! Öyle anlaşılıyor ki, bu ses doğaçlamadır, ama uydurma değildir! Söylemin kalitesinden, arkasında derin bir birikim olduğunu, artık bu kent yönetilirken, “zarafet ve estetiğin” hayli önemli bir yer işgal edeceğini anlıyoruz.

Yazının Devamını Oku

“TRT Arşiv Serisi 176”, ya da “Mülkiye Toper...”

29 Ocak 2019
“Bu kubbede, işte sadece bunlar bakî kalıyor...” derseniz, “bu albümün bize söyledikleri, ‘hoş sadâ’dan fazlasıdır” diye cevap veririm.

 

Bolâhenk Nuri Bey’in, Hicazkâr / Aksak Semaî şarkısındaki seslenişi meselâ: “Ah benim serv-i hıramanım benim sen nemden incindin ? / Gonca dehen sîmin beden hayranın olam incinme sen... / Saadet burcunun mâh-ı, letâfet milkinin şâhı / Gonca dehen sîmin beden hayranın olam incinme sen...” bir “mûsıkî terbiyesi”nin sorusudur.

 

Tanburî Büyük Osman Bey’in, Hicazkâr makamında; “...Gül yüzünü seyredip can ile sevdim seni / Kim ki görüp sevmeye sen gül-i nâzik teni ? / Cevre sezâdâr edip hasılı bu bendeni / N'oldu sebep firkat-i rûyine yaktın beni ? / Sabrı güç arâmı güç derde uğrattın beni...” diye târif ettiği “Curcuna” sevdâ, “incelmiş” bir serzenişin feryâdıdır elbette...

 

 

“...Bir Nigâhın Gönlümü Etti Esiri Aşkın Âh / Her Zaman Kan Ağlarım Derdinle Ey Çeşm-i Siyâh / Yâreledi Tîr-i Müjgânınla Kalbim Gam-penâh / Her Zaman Kan Ağlarım Derdinle Ey     Çeşm-i Siyâh”a geldiğinde sıra, Tanbûrî Cemil Bey’in,  “bir bakışla, bir bakıştan çok fazlasına tutsak olan” Ferahnâk (Eviç) gözyaşı süzülür yanağınızdan.

 

Yazının Devamını Oku

Nâzım’dan Fazıl’a, “Hayyam” ile hoşbeş...

26 Ocak 2019
Bazen böyle oluyor ! Kalemimi tutamıyorum; “sol şerit” filân yazıyorum işte. Halbuki ben “okunmayan - basılmayan sanat yazıları” yazdığım zaman daha mutlu hissediyorum kendimi... Sadık okuyucum da öyle !

 

 

Bu düşünceler içinde, (memleketin şu gergin ortamında; üst düzey bir sanat buluşmasını bile, “atan 1 - karşılayan 0 ucuzculuğu ile sündüren...) sosyal medyadaki “SAY”ım suyum yok işgüzarlığı üstüne yazmaktan da vazgeçmiştim; el çekmiştim...

 

Ama dün, yeni bir CD aldım. Soprano Oya Ergün’ün, (ismiyle müsemmâ, barok dantellere sarmalanmış) “Baroque Lace”i Türkiye’ye de gelmiş; hattâ İzmir’de bile dağıtıma çıkmış. Bu evrensel esintiye kapılınca, ayakları yerden kesiliyor insanın. İşte bu albümdeki bir cümle yüzünden, “yazmamak”tan vazgeçtim. Daha doğrusu, bir “hatırlatma”nın, adetâ sosyal sorumluluk olduğunu hissederek, “kaçınamadım”; işte yazıyorum !

 

CD kitapçığının iç kapağındaki “ibretlik uyarı”, “Nothing lasts forever, but music...” diye kaleme alınmış.  Sanırım, basitçe “Hiçbir şey sonsuza dek sürmez, ama müzik...”gibi çevirmek mümkün bu vurucu satırı...  (Şimdi, epeyce uzun bir satıra hazırlanın lütfen).

 

Yazının Devamını Oku

Sol Şeridi Sürekli İşgal Etmeyiniz !

22 Ocak 2019
Alsancak Garı’na doğru geliyordum arabayla.

 

Baktım, “Büyükşehir”in yolların üstüne yerleştirdiği, bilgilendirme ekranında bir uyarı:
“...Sol Şeridi Sürekli İşgal Etmeyiniz !”

Çok etkilendim; dahası çok da faydalı buldum.
“Ama ‘bu aklı veren’, neden önce kendisi uymayı düşünmez ?” diye geçirdim aklımdan.

Sonra ilkokul yıllarıma gittim.
Bizim zamanımızda,

Yazının Devamını Oku

Yeni “Emîn”imize, “ilk açık mektup...”

18 Ocak 2019
Temmuz 2013’te “Emir Sultan tamam, ya Mevlevîhâne?” diye sormuşum. Aradan geçen yıllar içinde, (“İzmir Mevlevîhânesi” hakkında en az 5-6 makale yazmış olmama rağmen, bir aks-i sadâ alamadım ama...) İzmir Büyükşehir Belediyesi, “Emir Sultan”da, şükranla anılacak çok önemli bir kültür projesini tamamladı; var olsunlar...

 

Aynı yazıda; “...Yaklaşık 1400 metrekare alana sahip Emir Sultan Türbesi, ‘Rıfaî Dervişleri’nin dergâhıydı... Merhum Râkım Elkutlu da Rıfaî Şeyhi... Yabancı seyyâhların seyahatnâmelerinde, ‘Ağlayan Dervişlerin Dergâhı’ diye geçer bu mekân...” diye, bir not da düşmüşüm.

 

Aralık 2015’te,  “Aralık ayı ve Uşşâk bir vefâ…” başlığını atmış ve “...Vefâ hislerim, (Dario Moreno’nun sokağına bir selam, Abidin Dino’nun EMOT’un alınlığında yaşayan desenine bir bakış yolladıktan sonra…) paragrafın içinden İzmir’li Rakım Elkutlu’yu çekip çıkarttı nedense ? Klâsik Türk Mûsıkisi’nin ‘sessiz güç’ sayılan bestekârlarındandı kendisi… Dinî ve dindışı olmak üzere, âyin, ilâhi, semâi kâr, durak, beste ve şarkı formlarında dört yüz elliye yakın eseri ulaşmış durumda elimize .... / ...İster, ‘Ne bahar kaldı, ne gül, ne de bülbül sesi var / Ne o cânân, ne bir ümmîd, ne gönül neş'esi var…’ diyen Bayatî şarkının, ‘Çekecek bence hayatın daha bilmem nesi var ?’ diye isyan eden meyanına teslim olun… İster, Nihavend şarkısında sitem edin sevdiğinize; ‘Hayal içinde akıp geçti ömrü derbederim…’ Ya da başka bir Nihavend ile gönül alın: ‘Mümkün mü unutmak güzelim neydi o akşam ?  / Hülya gibi, rüya gibi bir şeydi o akşam, bir şeydi o akşam…’ Babasının ölümü üzerine, İzmir Hisar Câmii imamlığına tayin edildiğini ve ölünceye kadar bu görevini sürdürdüğünü, aynı zamanda uzun yıllar, İzmir Mûsikî Cemiyeti'nin başkanlığını da yaptığını biliyoruz...” diye tamamlamışım yazıyı.

 

Eylül 2018’de ise, “Mümkün mü unutmak, Rakım Elkutlu’yu ?” diye tekrar sormuş ve Doğan Hızlan “Usta”mızın, “kültür ve sanat plânlaması” üstüne yazdığı yazıya bir göndermede bulunup; “...Diyorum ki, kentin farklı semtleri ‘Adnan Saygun, Hikmet Şimşek...’ isimleri ile onurlanmışken, Bornova’daki yeni kültür merkezi de İzmir’in yetiştirdiği en büyük Klâsik Türk Müziği bestekârı olan ‘Rakım Elkutlu’nun adıyla anılsa, fenâ mı olur? İleride, orada yaşanacak “sanat geceleri’nden bahsedenler, birbirlerine ‘Nihâvend bir hayranlıkla’ dönüp de, ‘Mümkün mü unutmak güzelim, neydi o akşam?’ diye sorsalar, fenâ mı olur ?” diye de gevezelik etmişim...

 

Ocak 2019’a da, şu notu düşelim o zaman: “...İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ‘Yeni Emîni’nden, İzmir adına bir

Yazının Devamını Oku