“Uçurtmanın Kuyruğu” ve Çağrışımlar...

“Uçurtmanın kuyruğu”, hep içimi burkar benim... Çocuktum, çok ufaktım. Uçurtma mevsimi geldi. Babam bir uçurtma yaptı bana. Bütün babalar gibi. Ama, benimki, “yıldız” biçiminde hem de kimselerde yok. Onlarınkinden büyük, sonra renkleri filân da başka. O kâğıtları nereden bulduysa rahmetli?

Haberin Devamı


Çıktık Emek 8. Cadde’nin, şimdi istilâ edilmiş boş tarlalarına... Bütün çocuklar orada, ortalık ana-baba günü. Çok büyük olduğu için, ben kendi uçurtmamı taşıyamıyorum, yere değiyor. Babam, ipini boşalttı, bildik balıkçı ustalığıyla. Ben uçurtmayı, becerebildiğim kadar yukarı kaldırmaya çalıştım. Babam, “kuyruğuna basma” dedi birkaç kere. Sonra, koşarak uzaklaştı benden ve “bırak” dedi, bıraktım... Önce bir hışırdadı uçurtma, titredi elimde, kurtardı kendini ve havalandı. “Yıldız” yükseldi, yükseldi, yükseldi... En tepelere çıktı. Diğerlerinden daha yukarıda, kimseninkilere benzemiyor. Kendi ayrı güzel, kuyruğu bir başka gösterişli... Kuyruk gösterişinden daha önemli, o “uçurtmanın sadece süsü değil, dengesi” aynı zamanda... Herkesin gözü benim uçurtmamda. Epeyce bir uçurduk. Dünyalar benim; babam da komşuların tebriklerini kabul ediyor, ağzı kulaklarında. Uyduruktan yapılanlar, ikide bir düşüyor, tekrar uçuruyorlar. Bir süre sonra, düşe kalka, bir kenarından kırılıyor uçurtmalar. Çıtası ayrılıyor, kâğıdı yırtılıyor. Mahallenin çocukları da bir oyun icat etmiş: Uyduruk uçurtmalarını “son son” taşlıyorlar. Nasıl olsa, “âhı gitmiş vâh’ı kalmış...” Düşürüyorlar, ertesi gün yenisini yapıyorlar, uyduruktan...
Derken, babam “hadi gidelim artık geç oldu” dedi, başladık ipi sarmaya. Biraz ben, biraz babam, biraz ben, biraz babam... Epeyce alçaldı “uçurtma”. “Şimdi çok dikkatli olmak lâzım” dedi babam, “düşürmeyelim, kırılır sonra, yazık olur...” Ben pür dikkat izliyorum. Herkes topluyor uçurtmasını. Biz biraz sonlara kaldık. Yani, birkaç uçurtma kaldı gökyüzünde. Bu arada “mahallenin benden büyük çocukları”, biraz hasetlenmiş olmalılar. Bir “tekerleme” tutturdular: “Nihat taş at, Nihat taş at...” diye. Ben babamla göz göze geldim: Önce, “yapma sakın” der gibi baktı. Sonra da, “uçurtmasını taşımaya boyu yetmeyen çocuk, taşı nasıl atacak?” der gibi gülümsedi.
Yerden avucumu dolduran bir taş aldım. Gerildim gerildim, koştum koştum... Ve taşı olanca gücümle fırlattım... İnanmayacaksınız ama, “yıldız”ı tam ortasından vurdum. Zaten “döne döne” düşecek kadar mesafe kalmamıştı, çakıldı! Bir sessizlik oldu. Ben dönüp babama baktım. Kıpkırmızıydı yüzü... “Aferin” dedi, “becerdin...” Sakin sakin ipini sardı. Yanına gittik uçurtmanın, köşesinin üstüne düştüğü için hemen hemen tümüyle parçalanmıştı. Kâğıtları zaten yırtılmıştı... Babam, yerden kaldırdı uçurtmayı. Kendisinden gösterişli kuyruğunu koparttı. Döndü bana, “sen de kuyruğunu topla” dedi. Söyleneni yaptım. Sonra eve doğru yola koyulduk. Ben zırıl zırıl ağlıyorum, babam hiç konuşmuyor. Eve geldik, “bir daha yapmayacağım” dedim “söz”, özür diledim. Ve başladım, tamir etsin diye yalvarmaya. Kızgın görünmüyordu. Ama cevabı tuhaftı biraz. “Tamir edilmez bu” dedi, “yenisini yapmak lâzım”. Nasıl saatlerce uğraştığını biliyorum ama, çocuk aklı işte; benim gözlerim parladı tabii. Cümlenin sonu pek sevindirici değildi oysa. Sonradan bir “hayat dersi” olduğunu anladığım şekliyle, benim ona verdiğim sözün tekrarından ibaretti: “Bir daha yapmayacağım” dedi. “Söz...” Sözünü tuttu babacığım. Ve benim bir daha hiç uçurtmam olmadı. Aylarca, “uçurtmanın kuyruğu” ile oynadım, halının üzerinde... Ve hayatta “denge”nin önemini, o kuyruktan öğrendim belki de...
Perşembe akşamı, Alsancak’taki HAN TİYATROSU, Savaş Dinçel’in 2 perdelik oyununda, aldı beni buralara götürdü işte... Sahne tasarımını Onur Kaya Erk’in yaptığı oyunda, Genel Sanat Yönetmeni ve oyunu sahneye koyan Rüçhan Gürel ile sahneyi Özgün Aytar paylaştı... Oyunu burada anlatıp, “gazozun tadını kaçırmak” istemiyorum. Daha kaç gece oynar, onu da bilmiyorum. Ama “kaçırmayın” derim. Emin olun, herkes “kendi öyküsü”nü bulacak bir yerinde... İyi ya da kötü!

Yazarın Tüm Yazıları