“Saraçhane bülbülleri” ifadesi zamanla o kadar yerleşti ki televizyon ekranlarında yüzlerine karşı aleni söylenir oldu. Bundan önce “besleme medya” ya da “fon medyası” gibi tabirler kullanılırdı.
İlginçtir, “Saraçhane bülbülleri” ifadesi öyle bir tanım oldu ve üzerlerinde baskı oluşturdu ki daha önce sıkça kullandıkları “yandaş medya” sözünü artık ağızlarına almaz oldular.
Çünkü meslektaşlarını “yandaş medya” diye hükümete yakın olmakla suçlayan bu gazeteci, televizyoncu, internet siteleri, sosyal medyacı “Saraçhane bülbülleri” artık doğrudan İmamoğlu’ndan beslenen, onun amacı için kalem sallayan, sadece hata ve yanlışlarını görmezden gelmekle kalmayıp yolsuzluklarını ve rüşvetini savunan orijinal bir grup haline dönüştü.
YOLSUZLUĞU SAVUNAN GÜRUH
“Saraçhane bülbülleri”, her türlü menfaat karşılığı İmamoğlu’nun siyasi kariyer hırsı uğruna; kendisini ve mesleğini vakfetmiş gazeteci, televizyoncular, sosyal medya trollerinden bazen de artık sayıları çok azalan ünlü ünsüz tiyatrocu, oyuncu, şarkıcılardan da oluşuyor.
Özellikle gazeteci ve televizyonculuk yapan, sosyal medyada yer tutan “Saraçhane bülbülleri”, yalnızca İmamoğlu’nun görevi sırasında yaptığı hataları ve yanlışları, yolsuzlukları ve rüşvetleri görmezden gelmekle yetinmediler, bir de bunları savunur hale geldiler. İmamoğlu ve Ongun onları yalanlarına bile ortak ettiler. Fazilet durağı yalanını söylettiler, İngiliz Büyükelçi ile gizli görüşmesini savundurdular.
“Saraçhane bülbülleri”ni bana göre orijinal kılan özellik ilk kez yolsuzluğu aleni biçimde savunan bir güruh olmalarıdır.
Bundan önce de birçok siyasetçi için yolsuzluk gündeme geldi. O siyasetçilere yakın gazeteciler en fazla iddiaları görmezden gelmişlerdir. Ama “Saraçhane bülbülleri” hem yolsuzluğu savunuyor hem de İmamoğlu etrafındaki yolsuzlukları yazanlara açıktan saldırıyorlar.
Tamamı değil ama ifadesinin bir kısmı yayınlandı. Bu kadarı bile İmamoğlu’nun zaten ortaya çıkmış olan yolsuzluk ve rüşvet çarkını bir kez gözler önüne sermeye yetti.
Ertan Yıldız ile İmamoğlu’nunki sadece çıkar birlikteliği değil, birbirlerinin aldığı nefesten bile haberleri var. Fatih Keleş, Adem Soytekin, Tuncay Yılmaz, Ali Nuhoğlu, Murat Ongun ile birlikte 2014’te Beylikdüzü Belediye Başkanlığı’ndan beri en yakınındaki isimden birisi.
“Cumhuriyet Başsavcılığınıza bildiklerimi tüm açıklığıyla anlattım. Bundan sonraki süreçte de gerçeğin ortaya çıkması için elimden gelen gayreti göstereceğim” diyen Yıldız, İmamoğlu’nun Beylikdüzü’nden taşıdığı ekibiyle İBB’de kurduğu yolsuzluk çarkını anlatmış.
İBB’DEKİ YOLSUZLUK YAPILANMALARI
İfadesinden şu bölüm aslında İmamoğlu etrafındaki yolsuzluk ve rüşvet çarkını anlamaya yetiyor:
“Zafer Keleş, Fatih Keleş’in kardeşi olup Fatih Keleş adına tahsilat işlerini yapmaktaydı. Ekrem İmamoğlu adına yapılan tahsilatlar Fatih Keleş’de toplanmaktaydı. Bu paralar genellikle Florya’da bulunan eski başkanlık konutu olan ve Fatih Keleş’in ofis olarak kullandığı yere getirilmekteydi. Operasyondan yaklaşık 7-8 ay önce Ekrem İmamoğlu birçok İBB bürokratına dinlendiğimizi ve takip edildiğimizi dikkatli olmamız gerektiğini söylemiştir. Ekrem İmamoğlu tüm parasal sistemi kendisi takip etmekte olup, bu sistemde nam hesabına çalışan kişilere tek tek hesap sorardı. Bu şahıslarda kendi adlarına zaman zaman küçük işler yapar Ekrem İmamoğlu da buna göz yumardı.”
“Ben, İBB üst yönetiminde olduğum için farklı tarzda yapılanmaları gördüm” diyerek ihalelerden tarihi eserlerin restorasyonuna, ruhsatlardan kitap basımına, hatta mezarlıklar üzerinden nasıl yolsuzluklar yapıldığını şöyle anlatıyor:
HAFRİYAT VURGUNU PARASI LONDRA’DA
“Çok iyi bilsinler ki Seyit Rıza ne yaptıysa, Şeyh Said ne yaptıysa, Mazlumlar, Denizler, Sakineler ne yaptıysa Kürt halkı da onların yaptığını yapacaktır.”
Ben de aynı gün, yani 4 Kasım 2024 günü akşam TVNET kanalında katıldığım Net Bakış programında Bakırhan’ın sözlerini eleştirdim. Örnek verdiği Şeyh Said ve Seyit Rıza’nın devlete, milli bütünlüğe ve 1923 yılında kuruluşunu yeni gerçekleştirmiş olan Cumhuriyetimize karşı ayaklanmış, bu sebeple de İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmış ve idam edilmiş vatan hainleri olduğunu söyledim.
Vatan haini Şeyh Said’in çocuklarından Ali Rıza Fırat’ın oğlu, yani Şeyh Said’in torunu Bedri Fırat o konuşmamdan dolayı, “Kişinin hatırasına hakaret” ve “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama” iddiasıyla Hınıs Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuş. Benzer bir suç duyurusunu bir diğer torunu Feride Fırat Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı’na yapmış.
Şikâyet dilekçelerinde, yayında söylediğim cümlelerden kesintiler yapılmış ve şu ifadelerim nedeniyle cezalandırılmam istenmiş:
“...Böyle alçak, böyle namussuz bir vatan haini olan Şeyh Said’den bahsediyoruz... O İstiklal Mahkemesi doğru kararı vermiş... Bunlar bölücü, bunlar namussuz... Şeyh Said ne yaptıysa onu yaparmış, ulan siz onu yapın Türkiye Cumhuriyeti de Atatürk ne yaptıysa onu yapar.”
KARAKOLA İFADEYE
İlginçtir, tam da bölücü PKK terör örgütünün fesih kararı aldığı bugünlerde ben de konuyla ilgili Zeytinburnu Polis Karakolu’na, Tuncer Bakırhan’ın sözleri üzerine vatan haini Şeyh Said hakkındaki sözlerim üzerine ifadeye çağrıldım. Bu yazımda yaptığım savunmaya yer vermeyi, vatan haini Şeyh Said ve yakınlarına karşı tarihi gerçekleri paylaşmak istedim.
Şeyh Said
“Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkârının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nın anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır. Tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.”
Yani artık ayrı bir devlet talebi, federasyon, özerklik hatta resmi dil vb. kültüralist talepler bile söz konusu değil. Bölücülük yapılamayacağına göre Öcalan’a göre “anlam yoksunu olan” PKK’ya gerek de yok.
MÜZAKERE DEĞİL MÜCADELE
Türkiye’nin özellikle 15 Temmuz 2016 Fetullahçı Terör Örgütü’nün darbe girişimi sonrası, terörle mücadelede yöntem değişikliği, savunma sanayisinde ulaştığı seviye, istihbarat operasyonları konusunda sağladığı etkinlik, daha önce “müzakere” ile çözülmek istenen terör sorununun “mücadele” ile bitirilebileceğini gösterdi.
Sadece Türkiye içinde değil, Suriye’de ABD ve Rusya’ya rağmen, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı gibi operasyonlarla oluşturulan güvenli bölgeler, Irak’ta Pençe Operasyonları terörle mücadelede önemli adımlardı.
Milli İstihbarat Teşkilatı’nın nokta operasyonlarıyla PKK yönetiminden 200’e yakın ismin öldürülmesi örgüt yönetimini hareketsiz hale getirdi. Türkiye içinde varlığı kalmayan, Suriye ve Irak’ta hareket edemez hale gelen PKK terör örgütü hiçbir amacına ulaşamadan yenildi. Küresel gelişmeler, özellikle ABD seçim sonuçları PKK’nın arkasındaki Avrupa ve ABD desteğinin de azalacağını hatta yok olacağını gösterdi. Sadece İsrail ve kısmen İran’ın desteği ise PKK’yı ayakta tutmaya yetmeyecekti. Suriye’deki 8 Aralık devrimi de bu ülke topraklarındaki PKK/PYD-YPG yapılanmasını da yeni yönetimle entegrasyona zorladı.
Bu süreci en iyi okuyan PKK elebaşı Öcalan oldu ve kurduğu örgüte 27 Şubat’taki o bilinen çağrısını yaptı.
AÇIKLAMANIN ÇÖP
29 Temmuz 1979’da Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Ali Bucak’a suikast sonrası olay yerine, ‘1.Kongre Kararı’ olarak bırakılan bildiriyle “Bağımsız ve birleşik bir Kürdistan’da bir halk diktatörlüğü kurmak...” diyerek kitlesel terör faaliyetlerine başladılar.
15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınıyla devlete ilk kurşunu sıkan PKK terörü, 40 yıl içinde 14 bin 902 resmi ve sivil şehidimize ve 2 trilyon dolar ekonomik kayba mal oldu. (15.08.2024 itibarıyla)
40 yılda 46 bin 276 üyesi öldürülen PKK terör örgütü, asıl amacı olan 1000 yıllık Türk-Kürt kardeşliğini yok edemedi. Sonunda örgüt elebaşı Öcalan, 27 Şubat 2025 günü yaptığı çağrı ile PKK’nın ideolojik feshini ilan etti. 1979 yılında sözde “Bağımsız ve birleşik bir Kürdistan’da bir halk diktatörlüğü kurmak...” amacıyla yola çıkan terör örgütü PKK kurucusu Öcalan, 52 yıllık bölücü örgütün amacına ulaşamayacağını şu sözlerle ilan etti: “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.”
İDEOLOJİK OLARAK FESHETTİ
Kısaca ayrı bir devlet, federasyon, özerlik hatta etnik kimlik vurgulu talepleri de ortadan kalktı. Artık bölücü amaçlarına ulaşılamayacağını anlayan Öcalan, ideolojik feshini ilan ettiği terör örgütüne seslenerek, tonlarca bombadan daha etkili olan “PKK anlam yoksunluğunu”, terör örgütünün hiçbir hedefi ve karşılığı olmadığını şu sözlerle ilan etti:
“1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkârının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nın anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır.”
Öcalan, sorumluluğu üzerine alarak kurucusu olduğu terör örgütü PKK yönetimine şu talimatı verdi: “Tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.”
Daha önce de
İlginç bir şekilde, Özgür Özel’e saldıran Selçuk Tengioğlu’nun “Ben Osmanlı çocuğuyum” sözü bana, 19 Ocak 2007’de öldürülen gazeteci Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın 20 Ocak 2007 günü yakalandığı Samsun otogarında FETÖ’cü istihbaratçılar tarafından çekilen Türk bayraklı fotoğrafa benzer provokasyonu hatırlattı.
İlginçlik bununla da sınırlı değil; iki ismi yan yana getiren bir başka isim daha var, Dink cinayeti azmettiricilerinden Yasin Hayal.
İki çocuğunun katili Selçuk Tengioğlu, Hrant Dink cinayetinin azmettiricilerinden Yasin Hayal ile aynı cezaevinde kalmış. Beş yıl önce sokak söyleşileri yapan YouTube kanalı medyali tv’ye konuşan Tengioğlu bunu şöyle anlatmış:
İmamoğlu’na ‘suikast yapılacak’ diyen adam, dün herkesin gözünün önünde ana muhalefet liderine saldırıyor. Bu adamı birileri kullanıyor” sözleri saldırının arkasındaki karışık yapıyı gözler önüne seriyor. Özgür Özel’in en haklı konusu, “Bu adamı birileri kullanıyor” sözleridir.
Çünkü Özgür Özel’e yapılan çirkin saldırı her yönüyle provokasyon kokuyor. Kimse “bir meczubun işi” diyerek bunu geçiştirmesin, yoksa her ihmal bu tür olayların tekrarı anlamına gelir.
PLANLI SALDIRI KAMERADA
Saldırganın Atatürk Kültür Merkezi’ne girmeden önce basın mensuplarına açıklama yapan Özgür Özel ve beraberindekilerin sağ tarafında kollarını bağlayarak durması, Özel salona girdikten sonra dışarıda protokol çıkışının önündeki banklarda oturup beklemesi, oturduğu yerden ısınma hareketlerine benzer hareketler yapması, bir süre sonra banktan kalkarak protokol kapısının bulunduğu bariyerlere gitmesi ve burada beklemeye devam etmesi, Sırrı Süreyya Önder’in cenaze töreni çıkışı Özel’e tokat atarak yüzüne vurması planlı bir saldırı olduğunu gösteriyor.
Olay yerini gören kameralara yansıyan bu görüntüler, saldırganın “Planlı bir eylem değildir. Ani gelişen bir olaydır. Ben, Sırrı Süreyya Önder’in cenazesinin orada olduğunu öğrendiğim için Atatürk Kültür Merkezi önüne gittim. Özgür Özel’in orada olduğundan herhangi bir haberim yoktu. Tamamıyla ani refleksle gelişen bir olaydır. Kimse bana talimat vermedi. Anlık gelişen refleks sonucu meydana gelmiştir” savunmasının da gerçeği yansıtmadığını gösteriyor.
İFADESİNDEKİ ÇELİŞKİLER
Basına yansıyan ifadesi ise kendi içinde çelişkiler taşıyor. Saldırganın “Sırrı Süreyya Önder’in Terörsüz Türkiye için yapmış olduğu çalışmalardan ve çabalarından dolayı sempati duyduğum için orada bulunmak istedim” deyip, Önder’e saygı için oraya gelmiş olan ve Terörsüz Türkiye sürecine destek veren
Tüm karşı propagandaya rağmen; ABD ve Avrupa gibi emperyalist ülkelerin 1974 Barış Harekatı sonrası uyguladıkları ambargo ile yıkılacağını zannettikleri Türk savunma sanayisi, 50 yıl sonra dünyanın en yüksek teknoloji ürünleri ile Lefkoşa’da büyük ilgi gördü.
KKTC’deki Türklerin de bu gururu yaşamak için çoluk çocuk Ercan Havaalanı’ndaki TEKNOFEST alanını doldurduğunu görünce Güney Kıbrıs’ta yaşayan Rumları ve Yunanların rahatsızlığını daha iyi anladım; “Rum olsanız elbette korkarsınız, Rumların yerinde kim olsa Türklerden korkar” diye düşündüm.
Kıbrıs Türklerinin yerli ve milli uçağımız Hürkuş, ANKA ve TB2, Kızılelma ile fotoğraf çektirirken duydukları gurur yüzlerine yansıyordu, poz verirken kameraya sanki “Bunu ben yaptım” der gibi bakıyorlardı.
22 ülkeden 15 bin 750 takım ve 47 bin 865 yarışmacının başvurduğu TEKNOFEST’e katılım kadar ziyaretçilerin yüksekliği, hani derler ya “Dosta güven düşmana korku” dedirten cinstendi. Bizim için gurur ama içte ve dışta TEKNOFEST korkusu sadece bir simge aslında; bunun adı Türk korkusu...
Etkinliğin KKTC’de düzenlenmesinin ne anlama geldiğini en iyi Rum kesimi biliyor. Nitekim bu korkularını açığa vurmaktan da çekinmiyorlar.
RUMLARIN RAHATSIZLIĞI
Cumhurbaşkanı