Muharrem Sarıkaya

Pornocu öğretmene verilecek ceza yok

30 Aralık 2001
<B>BURSA'</B>daki çocuk pornocusu öğretmen <B>Özgen İmamoğlu </B>ve elektronik mektup arkadaşı <B>Ömer O.'</B>ya, bilgisayar üzerinden işledikleri suçla ilgili verilecek herhangi bir ceza bulunmuyor. Nedeni ise bilgisayar üzerinden işlenen benzer suçlara ilişkin Türkiye'de herhangi bir yasal düzenlemenin yapılmamış olması.

Bu kişilere ancak Türk Ceza Yasası ve Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Yasası'nın uygulama yönetmeliği çerçevesinde dolaylı yoldan ceza verilebilir.

Bu da işledikleri suça hiçbir zaman karşılık gelmeyecek.

Yani, bilgisayar üzerinden gönderdikleri veya indirdikleri küçüklere ait porno görüntüler dolayısıyla doğrudan bir ceza almayacaklar.

Oysa, başta ABD olmak üzere birçok Batı ülkesinde, bilgisayar üzerinden yapılan bu tip yayınlara karşı çok ağır yaptırımlar söz konusu.

Türkiye, bu yaptırımları uygulama konusunda her ne kadar uluslararası sözleşmelere imza koymuş olsa da, kısaca ‘‘bilişim suçu’’ olarak isimlendirilen suçlara karşı kanun çıkarmamakta direniyor.

Bundan dolayı Türkiye, bilgisayar suçluları açısından tam bir cennet.

İsteyen istediğine elektronik posta, internet sitesi ve hatta cep telefonu mesaj servisinden, istediği hakareti yapma veya tehdit etme özgürlüğüne sahip.

Hatta, elektronik posta yoluyla bir virüs gönderilip, bilgisayarınızın hafızası tamamen çökertilebilir.

Evinizin kundaklanmasıyla eşdeğer olan, hatta daha ağır bir bedele yol açan bu uygulamayı yapan kişiyi tespit etseniz dahi, ne şikáyet edilecek makam, ne de verilecek bir ceza var...

Böyle bir durumla karşı karşıya kaldığınızda polise gidip, ‘‘Şu adresteki veya numaradaki kişi beni tehdit ediyor’’ dediğinizde alacağınız yanıt, ‘‘Yasal olarak yapacağımız bir şey yok’’ cşmlesinden ş'te değil.

ULUSAL BİLGİ GÜVENLİĞİ YOK

Daha da önemlisi, Türkiye'nin ‘‘Ulusal Bilgi Güvenliği’’ de bilişim suçlarına ilişkin yasal bir düzenleme olmadığı için tehdit altında.

Ulusal güvenlikle ilgili bir kurumun bilgisayarına girip, istediğiniz bilgiyi emdiğinizde, yüklenecek suç ‘‘casusluktan’’ öte değil.

Eğer bilgiyi başka bir yere aktarmadıysanız, sadece kendi çıkarınız için kullandıysanız, bu durumda casus olmadığınızı da kanıtlayıp, en fazla 4 günlük gözaltından sonra özgürlüğünüze de kavuşabilirsiniz.

Türkiye'nin bu sıkıntıyla karşı karşıya kalacağı, ‘‘bilişim suçu cenneti haline’’ gelip ‘‘vebalı ülke’’ konumuna düşürüleceği gerçeği, DPT'nin ‘‘işi yoğun olduğu için konuya bir türlü el atamayan’’ bürokratından bakanlara kadar herkesin bilgisi dahilinde.

İŞİN SAHİBİ DE YOK

Oysa, DSP İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Ziya Aktaş'ın Bilişim Yasa Teklifi 1998 yılından bu tarafa Meclis'te duruyor.

Her kurum işin sahibi olma arzusunun mücadelesini yaşadığı için, yasa da ‘‘güçlü çıkıp kendini ele geçirecek’’ makamı Meclis rafında bekliyor.

Durum böyle olunca, yıllardır Bilişim Kanunu'nun çıkması için uğraş veren Avukat Hülya Pekşirin'in şu sözü önem kazanıyor:

‘‘Bilgisayar üzerinden küçüklerle ilgili porno yayınlar suç olarak düzenlenmiş değil. Dolayısıyla Bursa ve İstanbul'da ortaya çıkan kişilere doğrudan, bu suçlarıyla ilgili verilebilecek bir ceza yok.’’

Daha da önemlisi, Türkiye'nin bunu denetleyecek bir kurumu yok.

Böyle olunca, Bursa'daki pornocu öğretmen örneğinde de görüldüğü gibi İngiltere veya Batılı bir başka ülkenin, Türkiye'deki suçluyu belirleyip bildirmesini beklemekten başka da çaresi kalmıyor.
Yazının Devamını Oku

Kota yerine serbest ticaret

27 Aralık 2001
<B>BAŞBAKAN Bülent Ecevit,</B> 14-18 Ocak tarihlerinde ABD'ye yapacağı gezide ekonominin de öncelikli gündem maddeleri arasında bulunduğunu açıklamıştı.Ecevit, açıklamasında ABD'nin Türkiye'den yapılan tekstil ihracatına getirdiği kotalar üzerinde de duracağını ve kaldırılması yönünde çaba gösterileceğini kayda geçirmişti.

Başbakan'ın, ‘‘tekstil kotaları için yoğun çaba göstermesine gerek var mı?’’ sorusuna, Dış Ticaret Vakfı'nın önümüzdeki günlerde piyasaya çıkacak olan Made In Turkey Dergisi'nin araştırması net yanıt veriyor.

Verilere göre ABD, 135 kategoride kota sınırlaması uyguluyor.

Yani ülkesine yapılacak olan tekstil ihracatında, hangi üründen hangi ülkeden ne kadar ithal edeceğini önceden belirliyor.

ABD, Türkiye'ye ayrıcalık yapıp konfeksiyon ürünlerindeki kotayı 42 kategoriyle sınırlandırmış durumda.

Bunların dışında kalan tekstil ürünlerinde bir sınırlama koymuyor.

Örneğin, çorap için Türkiye'ye bir kota sınırlaması getirmiyor.

10 ÜRÜNDE KOTA DOLMUYOR

Türkiye'den ABD'ye yapılan toplam ihracatta da tekstil yüzde 45 ile birinci sırada yer alıyor.

İlginç olan, Türkiye'nin ABD'ye yaptığı tekstil ihracatında, sınırlama getirilmiş 42 üründen sadece 7'sinde kotalarını doldurabiliyor olması.

Bunlar; tişört, pamuklu pantolon, gecelik, bornoz, çarşaf, yünlü pantolon ve polyester kumaş cinsleri olarak sıralanıyor.

Diğer tekstil ürünlerinde ise Türkiye kendisine tanınan kotayı 10 yıldır dolduramıyor.

Örneğin, ceket, erkek gömleği, mont gibi 10 üründe getirilen kotaları doldurmak bir yana, kendisine tanınan hakkın ancak beşte birini karşılıyor.

Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan, Pakistan, Meksika dışındaki Güney Amerika'nın da arasında bulunduğu birçok ülke Türkiye'ye tanınan bu ayrıcalığı elde edebilmek için çırpınıyor.

Her yıl tüketime daha büyük pay ayıran 285 milyonluk ABD nüfusunun, 1.2 trilyon doları aşan ithalat hacminden pay kapabilmek için kıyasıya mücadele yaşanıyor.

ABD pazarındaki bu rekabette, İsrail ve Ürdün'ün de arasında bulunduğu bazı ülkelerle yaptığı Serbest Ticaret anlaşmaları, NAFTA, Karayipler Girişimi ve Afrika Ticaret ve Kalkınma Yasası'na imza koyan ülkeler ayrıcalıklı pozisyonlarını koruyor.

2004'TE KALKIYOR

Mücadele, ABD'nin 2004 sonundan itibaren kota uygulamasını kaldırdığında daha çetin bir hal alacak.

2004 sonunda kaliteyi ucuza satan, ABD pazarında etkin olacak.

Örneğin, bugün Türkiye bornoz ihracatında yüzde 35 kota ile önemli bir ayrıcalığa sahipken, yüzde 8'lik kota hakkı bulunan Brezilya ile 2004 sonunda eşit duruma gelecek.

Bugün Türkiye'de yerli tekstil sanayicisini bile etkileyen Çin, ABD pazarına rahatlıkla girecek.

NAFTA üyelerinin yanı sıra, Serbest Ticaret Anlaşması bulunan Ürdün, İsrail ve 4. tur müzakereleri tamamlanan Singapur, Karayipler ve Afrika şlkeleri bu mücadelede vergi avantajıyla ayrıcalıklarını koruyacak.

Bu açıdan kotaların kaldırılması yerine, ABD ile Serbest Ticaret Anlaşması yapılması için gösterilecek çabanın Türk sanayicisine getirisi daha büyük olacak.
Yazının Devamını Oku

Bir maaş 7 nüfusa bakıyor

25 Aralık 2001
<B>GEÇEN </B>yıl yapılan genel nüfus sayımı Türkiye'nin 5 yılda nereden nereye geldiğini de net bir şekilde ortaya koyuyor. Bunların arasında en dikkat çekici veriler hane halkı geliriyle ilgili.

Halkın ekonomik gücünün nereden nereye ulaştığını gösteren çarpıcı rakamlar.

Bunu net olarak görmek için önce 1995 yılında yapılan sayım sonuçlarına dönmek gerekiyor.

Beş yıl önceki sonuçlara göre, 66 milyon kişi, 23 milyonun elde ettiği geliri paylaşıyordu.

Yani bir kişinin gelirini ailenin üç ferdi paylaşıyordu.

Geçen yıl yapılan sayım sonucu ise şu gerçeği ortaya çıkardı:

Bir kişinin geliri 7 nüfusa bakıyor.

Dikkat edilmesi gereken, bu rakamın Türkiye'de iki kez üst üste gelen ekonomik kriz öncesi elde edilmiş olması.

Konunun uzmanlarına göre, iki ekonomik krizin ardından gelen işyerlerinin kapanması ve işçi çıkarmalar dikkate alındığında, sayım bugün yapılsa rakam çok daha yükselecek.

Neredeyse bir kişinin geliri ile 10 kişinin geçinir olduğu görülecek.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye'deki toplam çalışan nüfusun 10 milyon civarında olduğu söylenebilir.

Ya da gizli işsizlerin sayısının ne kadar çok olduğunun kanıtı...

ARJANTİN OLUR MU?

Sayım sonucunda elde edilen bu veri, son günlerde sıkça tartışılan ‘‘Türkiye Arjantin olur mu?’’ sorusuna da yanıt veriyor.

Bir kişinin, ailesinden 7 kişi ile gelirini paylaştığı dikkate alındığında, yukarıdaki soruya verilecek yanıt da ‘‘Hayır...’’ oluyor.

Sayım sonucunda ortaya çıkan veri, Türkiye'deki aile bağının sağlamlığını da kanıtlıyor.

Bir büyük bankanın genel müdürünün geçen hafta TÜSİAD'ın Ankara'daki resepsiyonunda verdiği örnek de bunu doğrular nitelikteydi:

‘‘Depremde kredi müşterimiz de hayatını kaybetti. Ölen kişilerin kredi borcunu ödemek için yakınları bankamızda kuyruk oluşturdu. Deprem bölgelerinden dönmeyen kredi alacağımız neredeyse yok denecek kadar azdı.’’

Daha da ilginci, beş yıl önce kentte çalışan nüfusun kırsaldaki aile ferdiyle gelirini paylaşırken, son dönemde tersine bir durumun yaşanıyor olması.

Kırsalda elde edilen gelir, bu kez kentteki aileye bakmaya başlıyor.

Yani, un, yağ, bulgur, pirinç, mercimek kentteki aile bireylerini besler olmuş.

SULTANBEYLİ ÖRNEĞİ

Sayım, köyden kente göçün çarpıklığını da tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarmış.

Yani, kentlerin etrafını saran ve her geçen gün gettolaşan varoşların gerçek, acı yüzünü...

Konunun uzmanı sayım sırasında karşılaştıkları durumu şöyle anlatıyor:

‘‘Sayım öncesi hane tespiti yaptırdık. Bu bir yerdeki nüfusun şişirilmiş olup olmadığını anlamak için de bir önlemdi. Nitekim, sayım sonucunda bazı illerin nüfuslarındaki şişkinliği de bu sayede tespit ettik. İstanbul Sultanbeyli başta olmak üzere bazı yerlerde hane tespiti yaparken çok zorlandık. Çünkü ne bina, ne daire numarası vardı...’’

Aslında tam bir paradoks yaşanıyor.

Bir yanda ekonomik açıdan göbeği hálá köye bağlı köykentliler, diğer yanda çarpık hale getirdikleri sayılamayan şehirler.

Yani, sayımın sayılamayan gerçek yüzü...
Yazının Devamını Oku

2 Ocak sendromu

23 Aralık 2001
<B>BAŞBAKANLIK'</B>ta son günlerde 2 Ocak sendromu yaşanıyor. <br><br>Bu tarihte, devlet bakanları, üst düzey bürokratlar, eğer önlemini almamışlarsa, kendilerini taşıyacak şoför, çay getirecek odacı, telefona bakacak sekreter, yemek yapacak aşçı bulamayacak. Başbakanlık'ta yemek çıkmayacak, makam katı da dahil, devlet bakanlarının bulunduğu bölümde lojistik destek sona erecek.

Bunun nedeni, KİT kadrosunda bulunup, başka kurumlarda ‘‘geçici görevlendirme’’ ile çalışan şoför, çaycı, hostes, sekreter ve danışmanların yılbaşına kadar kendi kurumlarına gönderilmelerine ilişkin karar...

Bu karar, geçen ekim ayında Bakanlar Kurulu'nca alındı.

Karara göre, Başbakanlığın yanı sıra, Cumhurbaşkanlığı, TBMM, DPT ve AB Genel Sekreterliği gibi birimlerde çalışan geçici KİT personeli, kendi kurumlarına gönderilecek.

Sadece Başbakanlık'ta görevli 400 personel, 1 Ocak tarihi itibarıyla kurumlarındaki görevlerine dönecek.

İşin ilginç tarafı, Başbakanlık'tan gidecek bu personelden 320'sinin şoför olması...

Dolayısıyla özellikle devlet bakanları, önlemini almamışsa muhtemelen şoförsüz kalacaklar.

Kurumlarına dönecek personelin geri kalanlarının çoğunluğu ise aşçı, odacı ve sekreter.

Dolayısıyla 2 Ocak tarihinde Başbakanlık yemekhanesi çalışmayacak.

Başbakanlık'taki 2 Ocak sendromu, bir haftadır yoğun yaşanıyor.

Üst kademe de bu durumdan haberdar olmakla birlikte, ‘‘devletin işleri aksamaz’’ anlayışıyla yola devam ediyor.

BAŞBAKANLIK MI BAŞ ARPALIK MI?

Başbakanlık'ta bununla birlikte bir paradoks da yaşanıyor.

Her ne kadar küçük bir bina olarak görülse de Başbakanlık'ta tam 2 bin 922 kişi çalışıyor.

Bunların 1562'si kadrolu, 466'sı sözleşmeli, 894'ü geçici, 400'ü ise kurumlarına dönecek KİT personelinden oluşuyor.

Başbakan'ın 10 başdanışmanı, 18 danışmanı bulunuyor.

Ancak iş Başbakanlık olarak isimlendirildiğinde ortaya inanılması güç bir rakam çıkıyor.

Başbakan'ın basın açıklamalarını, daktilosunu önüne çekip yazdığı bir sır değil.

Hatta liderler zirvesi ve Bakanlar Kurulu kararlarını bizzat yazdığı da bir gerçek.

Buna rağmen 17 devlet bakanlığını da kapsamı içine alan Başbakanlık'ta tamı tamına 155 basın ve halkla ilişkiler müşaviri bulunuyor.

Ayrıca 85 de başbakanlık müşaviri...

Konunun uzmanına, Başbakanlık'taki toplam oda sayısını sorduğumuzda şu ilginç yanıtı verdi:

‘‘Ek binaları da katsanız, her odada 30 kişinin çalışıyor olması gerekir ki, odalara bu kadar kişiyi ayakta sığdırmak olanaksız.’’

Başbakanlık'ta kadronun bu kadar şişkin hale gelmesindeki neden, her iktidar değişikliğinde bakanların görevden aldığı üst düzey yöneticiyi Başbakanlık'a müşavir olarak göndermesinden kaynaklanıyor.

Bu kişiler de işe gitmeden, ‘‘bankamatik memur’’ olarak bulundukları üst dereceden maaşlarını almaya devam ediyorlar.

Devletteki personel kargaşasını görmek için de en üst makam olan Başbakanlık'a bakmak yetiyor.

Bir yanda hizmetinde zorunluluk duyulan ve yollanmaya hazırlanan personel, diğer yanda varlığına bile bir gün rastlanmayan memurlar.

Başbakan'ın ‘‘personel rejimi’’ konusundaki ısrarının nedeni, bu paradoksa bakıldığında daha iyi anlaşılıyor.
Yazının Devamını Oku

Sözleşmeliye nakil yolu

20 Aralık 2001
<B>‘BİR kurumumda kadro şişkinliğim, diğerinde ise büyük açığım var. Birinden alıp diğerine atayamıyorum.’</B> Yukarıdaki yakınma, son dönemde özellikle icracı bakanlar tarafından sıkça dile getiriliyor.

Nedeni ise bakanlığına bağlı bir genel müdürlükten, bir diğer genel müdürlüğe Devlet Memurları Kanunu'na tabi hiçbir elemanını yasal engeller dolayısıyla nakil edememekten kaynaklanıyor.

Örneğin; Türkiye Kömür İşletmeleri'nde (TKİ) çalışan bir memur, aynı bakanlığa bağlı DSİ Genel Müdürlüğü'ne nakledilemiyor.

Oysa TKİ'de 600 personel fazlası bulunuyor.

Bir memurun alınıp diğer genel müdürlüğe atanması halinde, mahkeme anında işlemi iptal ediyor.

YOL GÖRÜNDÜ

Aynı durum diğer bakanlıklarda da söz konusu; aynı bakanlığa bağlı veya ilgili ortaklıklara naklen atama yapılamıyor.

Enerji Bakanı Zeki Çakan da bu konudan şikáyetçiydi.

Hatta bir süre önce Milliyet'ten Tuncay Özkan'a ‘‘Bakanım bakıyorum ama hiçbir şey yapamıyorum’’ diye yakınmıştı.

Çakan, yakınmakla kalmamış, ‘‘bir şey yapmak için’’ kolları sıvamış.

Hazırlığını yaptırdığı, Sözleşmeli Personelin Nakil İşlemine İlişkin Kanun Tasarısı'nı da Başbakanlığa sunmuş.

Kanun tasarısı bütün bakanlıkları kapsıyor.

Sadece sözleşmeli personeli kapsamına alan tasarı, bir ana iki yürürlük maddesinden oluşuyor.

Tasarının ana maddesinin ilk giriş cümlesi şöyle başlıyor:

‘‘Sözleşme süresi içerisinde gelişen hizmet şartlarına göre sözleşmeli personelin görevi veya görev yeri değişebilir.’’

Maddenin ikinci fıkrası da, sözleşmeli personelin bir üst göreve atanmasıyla ilgili:

‘‘Sözleşmeli personelin daha üst bir göreve getirilmesi için bu görevin gereklerini taşıması, boş bir pozisyonda bulunması ve sicil başarı değerlendirmesinin A veya B düzeyinde olması gerekir.’’

Bu fıkra, aslında bakanlara da bir engel getiriyor.

Yani, bundan böyle bir bakan, yakın akrabası olduğu için bir emekli öğretmeni sözleşmeli olarak işe alıp, daire başkanı olarak atayamayacak.

Tasarının son fıkrası ise bakanların, ‘‘kendi bakanlığım içinde nakil yapamıyorum’’ yakınmasına son veriyor:

‘‘Sözleşmeli personel ihtiyaç duyulduğu takdirde, diğer teşebbüs ve bağlı ortaklıklara naklen atanabilir.’’

NORM KADRO DÖNEMİ

Düzenleme sözleşmeli personele, nakil olduğu kurum eğer aynı il içindeyse ertesi gün, başka bir ildeyse 15 gün içinde yeni işine başlamayı da zorunlu kılıyor.

Eğer, bu süre içinde nakledildiği yerinde göreve başlamazsa sözleşme akdi tehlikeye girecek.

Kanun tasarısı aslında Maliye Bakanlığı'nın da bir süredir yürüttüğü çalışma ile paralellik taşıyor.

Maliye Bakanı Sümer Oral da bir süre önce yaptığı açıklamada, kamuda norm kadroya geçileceğini belirtmişti.

Yani her kurum yeteri kadar personelle çalışacak. Fazla personel, ihtiyaç sahibi kurumlara nakledilecek.

Kamunun yeniden yapılandırılmasında ‘‘bankomatik memurlara’’ son verilmesi için iki çalışma da önemli bir yenilik getiriyor.

Tabii, yeni bir direnişle karşılaşılmazsa.
Yazının Devamını Oku

Krizin acı faturası: 1 milyon hanenin elektriği kesildi

18 Aralık 2001
<B>ÖNCE</B> barajlardaki su seviyelerinin listesini önümüze koyarak söze başladı: ‘‘Keban'ın kodu 6 cm düştü, elektrik üretimi durdu. Karakaya 11, Atatürk ise 5 santim daha düşerse bu iki barajın da elektrik üretimi duracak...’’

Enerji Bakanı Zeki Çakan, bu bilgiyi verdikten sonra ekledi:

‘‘Son günlerdeki kar yağışının barajlara su olarak dönmesi için mayısı beklemek gerek.’’

Çakan'
ın verdiği bilgiye göre bürokratları elektrik kesintisi önermiş.

Öneriye karşı çıkıp, daha pahalı elektrik üreten termik santrallara yüklenme yoluna gitmiş.

‘‘Elektrik faturalarında son dönemde görülen yükselme de bundan mı?’’ sorusunu yönelttik.

Haftada iki gün çamaşır makinesi çalıştıran, akşamları da sadece bir ampul ile televizyonu çalışan bir eve gelen aylık faturaların 50 milyon lirayı çoktan aştığını söyledik.

Çakan, verdiğimiz bilgileri onayladı.

Hemen ardından söylemekte zorlandığı kelimeyi buruk bir yüz ifadesiyle ağzından kaçırdı:

‘‘Biliyor musun, bir milyon abonenin, borcunu ödemediği için elektriğini kesmek zorunda kaldık.’’

Kısa bir süre durakladı, yine buruk bir ses tonuyla devam etti:

‘‘Her hanede ortalama 4 kişinin yaşadığını varsayarsak, 4 milyon insanın elektriği kesilmiş denektir.’’

Yani nüfusun yüzde 6.6'sının elektriği borcundan dolayı kesik.

1.5 KATRİLYON ALACAK

Elektrik kesme uygulamasının nedenini de açıklama gereği hissetti.

Bakan olarak göreve başladığında, çok fazla alacak biriktiğini görmüş.

‘‘Başbakanlık da dahil kim ödemiyorsa elektriğini keseceksiniz’’ talimatını o gün verdiğini anımsattı.

Elektriğini kestiği abonelerden alacağı tutarın yazımı bile tam bir satır uzunluğunda:

‘‘1 katrilyon 526 trilyon 334 milyar 920 milyon 880 bin 380 lira...’’

Bu bilgiyi aktardıktan sonra sadece hanelerin değil, kamu kuruluşlarının da borcundan dolayı elektriğini kestiklerini bildirdi.

Bakanlıklardan toplam alacağını ‘‘79 trilyon 992 milyar lira’’ olarak açıkladı.

Başta belediyeler olmak üzere, kamu kurumlarının elektriğini kesmeye başlayınca, hepsi gelip borçlarını taksitlendirme yoluna gitmiş.

KAÇAK AZALIYOR

Çakan'
ın yakındığı bir diğer konu ise ‘‘kayıp-kaçak’’ oranı.

Sadece borcunu ödemeyelere karşı değil, kaçak kullananlara da savaş açmış.

Sonuçta nisan-kasım döneminde elektrikteki fiyat artışı yüzde 31.03 oranında olurken, tahsilat tam yüzde 101 oranında artış göstermiş.

Özellikle şehirlerin gecekondu bölgeleriyle, Doğu ve Güneydoğu'da kaçak elektrik kullanımını engellemekte zorlandıklarını söyledi.

Bunu önlemek için İmar Yasası'nda değişikliğe gidileceğini bildirdi.

Kaçak binalar imar izni alamasa bile elektrik abonesi olabilecek. İlk aşamada 286 bin kaçak konduyu elektrik abonesi yapmayı planlıyor.

Bir yanda borcundan dolayı elektriği kesilenler, diğer yanda son dönemin moda deyimiyle kaçak elektrik kullanarak, ‘‘devleti hortumlayanlar!..’’

Elektrik 20'nci yüzyılda çağdaşlaşmanın en temel göstergesiydi.

Bu yüzyılın ise ‘‘vazgeçilmez’’ unsuru. Acı olan ise, bugün 1 milyon hanenin, borcunu ödeyemediği için bu unsurdan vazgeçmek zorunda kalması.
Yazının Devamını Oku

Tasarruf bayramı

16 Aralık 2001
<B>ANKARA'</B>nın hipermarketlerinden birinin alt katı renk cümbüşü içinde. <br><br>Büyük üzüm selelerine çikolatalar doldurulmuş. Üç aile, selelerin önünde çocuklarıyla sırada bekliyor.

Merak edip alışverişlerini izliyorum.

Sıranın önündeki aile, selelerin yanına gelene kadar fiyatları tek tek kontrol ediyor.

Ailenin erkek üyesinin yüzüne bakıyorum, belli ki kafasından hesap yapıyor.

Tezgáhın önüne geldiğinde üç çeşit çikolata seçiyor;

‘‘Fındıklı, bademli ve portakallıdan toplam 300 gram’’ diyor.

Tezgáhtar kız, küçük bir kesekáğıdının içine sarraf titizliğiyle taneyle hepsinden eşit ölçüde koyuyor.

Fındık büyüklüğündeki çikolataların toplamı 100 adedi bile bulmuyor.

Biraz ilerde şekerleme bölümü var.

Orada daha bonkör davranıyorlar.

Bir kiloya yakın káğıt sarılı bayram şekeri tarttırıp hesabı ödüyorlar.

Ailenin bayan üyesi, küçük kesekáğıdını omuz çantasının içine özenle yerleştiriyor.

Diğer paketi de çocuğunun eline tutuşturuyor.

Sırada bekleyen diğer iki ailenin tavrı da ilk aileden farklı olmuyor.

Giyim ve kuşamlarına bakıldığında, ‘‘paraları yetmediği için alamadılar’’ denilecek görünümleri de yok.

Belki paraları o kadarına yetiyor, belki de tasarruftan...

BAYRAM KARTI

Nedendir bilmem, bende ikincisinden kaynaklandığı kanaati hákim oluyor.

Üst üste vuran iki kriz, herkese tasarruflu davranmayı öğretiyor.

Bunun bir diğer göstergesi, bayram tebriki kartlarında ortaya çıkıyor.

Geçmiş yıllarda Kızılay'da Güven Park kenarına tebrik kartı satan tezgáhtarlar sırayla üs kurarlardı.

Son yıllarda tebrik kartı satıcılarına bu yoğunlukta rastlanmıyor.

Birçok kişi cep telefonundan yolladığı mesajla bayram kutlamasında bulunmayı tercih ediyor.

Veya internet üzerinden.

Oysa, cep telefonu da, internet de tebrik kartının sıcaklığına sahip değil.

Ulaştırma Bakanı Oktay Vural ile dün konuşuyoruz.

‘‘Mektup ve tebrik kartını özendirmeliyiz’’ diyor.

Diğer yandan, kendi gerçeğini de gizlemiyor:

‘‘İnan ben de internet ve cep telefonundan mesaj gönderme yolunu tercih etmeye başladım. Çok daha ucuz ve süratli...’’

Bir açık tebrik kartı 150 bin liraya postaya verilebilir.

Zarf ve kartı da hesaba katıldığında, bir tebrikin maliyeti 500 ila 600 bin liraya ulaşıyor.

ANKARA BOŞALMADI

Bayram şekeri ve tebrik kartlarında gösterilen titizlik, bu bayram tatile giden sayısında da ortaya çıkıyor.

Ankara'nın trafiği ilk kez bu bayramda doluluğunu koruyor.

Bütçesi tatile gitmeye elverişli olanlar dahi Ankara'da kalmayı tercih ediyor.

Ekonomik kriz, halkın sırtına büyük bir yük getiriyor. Bununla birlikte öğretici oluyor.

Cebinde parası olanlar dahi, ‘‘har vurup harman savurmak’’ yerine tasarruflu davranmaya yöneliyor.

Kriz bir anlamda ‘‘ekonomik terbiye’’, tutumu öğretiyor.
Yazının Devamını Oku

Turuncu koltuklara saygılar

13 Aralık 2001
<B>MECLİS </B>Genel Kurulu'nda bütçenin tümü üzerindeki görüşmeler yapılıyor. Sabah saatlerinde Genel Kurul'da Başbakan Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcıları Devlet Bahçeli ve Hüsamettin Özkan oturuyor.

DSP ve MHP gruplarının bütçe üzerindeki görüşlerini sözcüler aktardıktan sonra oturuma bir saat ara veriliyor.

Saat 14.00'te Genel Kurul kaldığı yerden çalışmalarına başlıyor.

İktidar ve muhalefet kulislerinden bir anda aynı ses yükseliyor:

‘‘Goooll...!’’

Eskiden kalma alışkanlıkla, ‘‘muhalefetten önemli bir açıklamı mı geldi’’ düşüncesiyle Genel Kurul'daki görüşmeleri dışarı yansıtan televizyon ekranlarına gözümüzü çeviriyoruz.

Genel Kurul salonu boş, içerde hareket yok.

Kulise yöneldiğimizde yükselen sesin nedenini de anlıyoruz.

Genel Kurul'daki görüşmeleri dışarı aktarmak için kulise kurulan televizyonların kanalları değiştirilmiş.

İktidar-muhalefet milletvekillerinin neredeyse hepsi Türkiye Kupası maçlarını izliyor.

Yükselen ‘‘goooll’’ sesinin nedeni ise Erzurumspor'un, Göztepe'yi eleyip Türkiye Kupası'nda çeyrek finale yükselen penaltı golü atmasından...

Futbol, bütçenin tümü üzerindeki görüşmelerin önüne geçiyor.

KİME SAYGI SUNACAĞIM

Dışarda bunlar olurken, ANAP Grup Başkanvekili Beyhan Aslan, partisinin görüşlerini aktarmak için kürsüye geliyor.

Konuşmasına bir süre başlamıyor, birine işaret ediyor.

Aslan, konuşmasını tamamlayıp kulise çıktığında, şunları söylüyor:

‘‘'Yüce Meclis'e saygılarımı sunarım' diye söze başlayacağım, içerde bir milletvekili bile yok. Karşımda boş turuncu koltuklar...’’

İçinden ‘‘Şimdi turuncu koltuklara mı saygı sunacağım’’ diyerek tereddüt geçirmiş.

Bu sırada ANAP Rize Milletvekili Ahmet Kabil içeri girince rahatlamış.

Kabil'i karşısına oturtup boş koltuklara saygı sunmamak için uğraşıyormuş.

BİZ YAPMADIK Kİ...

Biraz ilerde DYP Genel Başkan Yardımcısı Ufuk Söylemez, bütçe görüşmelerine ilgisizliğin nedeni konusunda şunları söylüyor:

‘‘Bütçeyi biz yapmadık ki tartışalım. IMF yaptı... Kimi eleştireceğiz? Tabii ki milletvekilleri de ilgi göstermiyor...’’

DYP Genel Başkanı Tansu Çiller kürsüye geldiğinde salon biraz hareketleniyor.

Çiller, hükümeti eleştirmeye başlayınca, DSP milletvekilleri kendisine ‘‘herkese iki anahtar’’ sözünü hatırlatırcasına anahtarlarını çıkarıp sallıyor. Hareketlilik uzun sürmüyor.

Çiller, konuşmasını tamamladığında, oturumu yöneten Meclis Başkanvekili saatin 16.00 olduğunu belirtip ‘‘iftar arası’’ veriyor.

PERFORMANS

Milletvekilleri, bütçe üzerindeki görüşmeye ilgi göstermemiş olsalar da bir ay içinde çıkardıkları performası görmezden gelmemek gerekiyor.

Bütçeyi çıkarmakla kalmadılar. Günün ilk saatlerine kadar çalışıp üç önemli yasayı da çıkardılar.

Geçmişte, bütçe görüşmelerine hareket katanlar muhalefet liderleriydi.

Bütçe dışardan, muhalefet de Çankaya'dan yapılınca, bütçenin tümü üzerindeki görüşmelerde de hareket kalmıyor.
Yazının Devamını Oku