Biz bu kez Avrupa’nın en sevdiğim kentlerinden, uzun süredir de gitmediğim Barselona’ya çok yoğun geçen bir dönemin ardından sadece huzur bulmak ve dinlenmek için gittik.
Alexandra Hotel Curio Collection by Hilton, abartısız sade lüksüyle, hissettirdiği ev sıcaklığıyla bu kentte konakladığımız en kişilikli ve zarif butik oteldi.
Yeme-içme konusuna gelince; bu kez çoğunlukla yerleşiklerinin bildiği, geleneksel mutfak sunan, daha önce gitmediğim restoranları keşfetmek istedim. Bunun için orada okuyan ve sonrasında da sık sık ziyaret ettiklerini, yemek konusuna ilgilerini bildiğim, aynı zamanda iki yakın arkadaş olan Fatih Karaca ve Ömer Barbaros Yiş’e önerilerini sordum.
İlk akşam valizleri otele bırakıp yürüyüşe çıktık, kendimizi Eixample caddesinde Noel ışıklarının yanmasını coşkuyla bekleyen binlerce kişinin arasında bulduk. Ardından da restoranlar ve yemek kültürü üzerine keyifli sohbetler ettiğimiz Fatih Karaca’nın listesinden daha önceden yer ayırttığımız restoran Sagardi’ye doğru yola koyulduk.
Argentaria Caddesi’ndeki restoran Bask mutfağının özgün reçetelerini kullanarak yemeklerini sunan 30 yıl önce iki arkadaşın kurduğu bir gruba ait. 48 saat mayalanmış ekşi maya ekmeklerden, ançüezlere, orkinos tartardan ızgara Txistorra/ Bask Sosis ızgaraya tattığımız başlangıçların hepsi gerçekten de malzeme kalitesi ve lezzetiyle çok iyiydi.
YENİ BİR İTALYAN
İtalyan mutfağını genel olarak çok severiz, Akdeniz ya da Dünya mutfağı olarak kendini tanımlayan birçok restoranın menüsünde İtalyan mutfağına ait yemekler yer alır. Ancak bu sevgiye, ilgiye karşın İstanbul’da özgün İtalyan restoranlarının sayısı sanıldığından çok daha az.
İki ay kadar önce Conrad İstanbul’un içinde açılan Monteverdi Ristorante özlediğimiz zarif, küçük ve şık bir İtalyan lokantası ruhunu yaşatacak gibi görünüyor. Hem yemekleri hem de kapıdan girer girmez insana İtalya’da hissini veren klasik öğelerin ağır bastığı dekorasyonuyla.
Adını geç Rönesans, erken Barok dönemi ünlü İtalyan besteci Claudio Monteverdi’den alan restoranın mutfağının başında Nicole Scandella var.
Bazen ben bile inanamıyorum ama son yedi yıldır, pandemi sürecindeki zorunlu evlere kapanma dışında hiç ara vermeden çalışıyoruz. Bir rehber raflara çıktıktan hemen sonra gelecek yıl için hazırlıklar başlıyor. Yeni açılan ve kapanan restoranların araştırılması, gizli müfettiş listeleri, rehbere dahil olacak bölümlerin belirlenmesinin ardından yolculuk başlıyor.
İstanbul zaten başlı başına bir serüven. Avrupa’daki çoğu devletten büyük bir nüfusa ve ihtiyaçlar doğrultusunda azımsanamayacak sayıda restoran ve lezzet noktasına sahip. Bodrum, İzmir, Antalya, Ankara, Bursa, Adana, Gaziantep kentleri ve bu yıl rehbere giren Bağ Yolu Rotası seyahatlerinin ardında da yoğun bir araştırma ve emek var.
Ve tüm bunların ardından sıra en önemli aşamaya geliyor. Değerlendirme sistemi açılıyor. Sistem kapanıp sonuçlar ortaya çıktıktan, inciler belirlendikten sonra kitabın hazırlıkları devreye giriyor, metinler yazılıyor, tasarım belirleniyor.
Baskıya verildikten sonra ise o dört haftalık sürede sonuçların açıklanacağı, ödül gecesi için hazırlıklar başlıyor.
Ama sanıldığı gibi bu süreçlerin hiçbiri yıllar içinde deneyim kazandıkça kolaylaşmıyor.
Mimar Serhat Akbay’ın evini ve ofisini taşıdığı Urla’nın Yağcılar köyü serüvenine önce üniversiteden arkadaşı Nevzat Sayın, ardından da Doktor Sait Ada ve tekstilci İbrahim Dilan katılır. Doğada yaşam projeleri zaman içinde bağ kurmaya, şarap yapmaya evrilir.
1999 yılında organik bağcılık yöntemleriyle ilk üzümlerini dikerler. 2021 yılında şarap üretim tesislerini ve restoran binasını açarlar. Üretim tesislerinin danışmanlığını ülkemizin önde gelen önologlarından Semril Zorlu üstlenir.
Vadinin mikroklimasına, kireçli toprağına uygun Cabernet Sauvignon, Cabernet Franc, Merlot, Syrah, Petit Verdot gibi üzüm cinslerini kendi bağlarında yetiştirirler. Bağlarında yetişmeyen Bornova Misket’ini Menderes, Chardonnay’i ise Denizli’den alırlar. Ve ortaya doğru üzümden doğru şarap felsefesiyle ‘İkidenizarası’ çıkar.
1924 yılında mübadeleyle Selanik’ten gelenlerin yerleştiği, Sığacık Körfezi ile Demirci kıyısının en yüksek noktasında kuş uçuşu mesafenin tam ortasında yani iki deniz arasında vadide yer alan, iç göçler nedeniyle nüfusu azalan ama şimdi köyün yerleşiklerinin de bağcılık yaptığı Yağcılar kendine özgü teruarıyla hiç kuşkum yok yakın gelecekte Urla Bağ Yolu’nun önde gelen duraklarından biri olacak.
Çünkü ortada hepimizin üstünde düşünmesi gereken kaotik bir yapı var. Üreticiler maliyetlerin altında kalan fiyatlar nedeniyle, nihai tüketici de pahalılık nedeniyle mutsuz. Tarım ürünlerinin çiftçi elinden alınan fiyatıyla marketteki, pazardaki fiyatı arasında uçurumlar oluştu. Çiftçi sayısı da her geçen yıl azalıyor, bizlerin gıdaya ulaşması zorlaşıyor.
Yazının başına oturduğumda, iklim değişikliğiyle, küçük ölçekli çiftçilerin, tarım sektörünün zorluklarıyla, üreticilerin tüketicilerin sorunlarıyla, dengesiz fiyat politikasıyla yüzyüze geldiğimiz bu dönemde yapmamız gereken geleneksel yöntemlere dönmek mi diye düşünürken posta kutuma ‘Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin yolladığı bu sorunlara değinen aylık bülteni çıktı.
Bültende yer alan çiftçi sayısının azalması, tarımsal üretim yapılan alanların günden güne daralması gibi veriler hiç iç açıcı değil. 2002’den bu yana 2.6 milyon hektar tarım arazisini kaybetmişiz. 2011’de tarım sektörü, toplam istihdamın yüzde 24.8’ini oluştururken, bu oran 2024 Haziran’da yüzde 14.7’ye düşmüş.
Çiftçilerin üretime devam etmesinin önündeki bu zorlukların yanı sıra iklim krizinin sebep olduğu olumsuzlukların başında kuraklık geliyor. Düzensiz ve aşırı yağışların da tarımsal üretime zararı büyük.
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ve Köy-Koop İzmir’in birlikte yürüttüğü İklim Dostu Çiftlikler projesi kapsamında yapılan analizler, mevsimsel dalgalanmaların ciddi ürün kayıplarına neden olduğunu, özellikle kış aylarının normalden sıcak geçmesi nedeniyle tarım alanlarında zararlılarda artış yaşandığını ortaya koyuyormuş. Proje danışmanlarından Arzu Balkuv, “Zararlılarla başa çıkmak giderek zorlaşıyor, güveler üç gün içinde tüm domatesleri yok edebiliyor” diyor.
Hindistan’daki Vedik kültüre bağlı en eski doğal iyileştirme sistemlerinden biri kabul edilen, sağlıklı yaşam bilimi anlamına gelen ‘Avurveda’ ‘Ayur/ Yaşam’ ‘Veda/ Bilim sözcüklerinin birlikteliğinden doğmuş.
Hafta başında bu yolculuğu Hindistan’a giderek kendi için başlatan, hayatında yarattığı olumlu değişimleri içinde taşımanın ötesine geçerek paylaşmak isteyen Ekin İlyasoğlu, Hindistan Başkonsolosu Shiri Mijito Vinito ve uzun yıllardır çalışmalarını Türkiye’de sürdüren Ayuvedik tıp uzmanı Hint kökenli Dr. Koshlendra Pratap’la bir araya geldik.
İlyasoğlu, aslında 2022 yılında Bodrum’da çok tesadüfi oluşan bir Ayurveda Festivali düzenlemişti. İkinci Uluslararası Ayurveda Festivali-AYURFES ise daha kapsamlı bir programla Hindistan İstanbul Başkonsolosluğu’nun desteğiyle 16-17 Kasım’da yine Bodrum’da yapılıyor.
Başkonsolos Vinito, “Türkiye-Hindistan arasındaki ilişkinin daha da gelişmesi için kültür, turizm, gastronomi, üniversiteler arası iş birlikleri, akıllı şehirler gibi ortak birçok projeyi hayata geçiriyoruz. Birbirimizden örnekler alabileceğimiz çok fazla konu var. Ama bizim yaşam sanatımız Ayurveda’ya gösterilen ilgiden de çok mutluyuz” diyor.
Festivalin bu yılki teması olarak tüm dünya için hayati bir konu olan ‘Sürdürülebilirlik’ seçilmiş. İlyasoğlu’nun vurguladığı gibi sağlıklı yaşam yalnızca bireysel çabayla değil, doğal kaynakların bilinçli kullanımıyla, çevreye zarar vermeyen tarım ve üretim süreçlerinin uygulanmasıyla, kısacası ekolojik dengelerin korunmasıyla mümkün.
Bu keşifler sırasında tanıştığımız Metin Suerkan ve Hande Arslanalp’le sohbet ederken söz her geçen gün sayıları artan ama düşünsel boyutunun bizi memnun etmediği festivallere gelince sevgili Metin’in “Biriniz İzmirli, diğeriniz İzmir gönüllüsüsünüz eleştireceğinize farklı bir festival düzenlesenize” önerisini pek ciddiye almadım. Ama fikir Hande Arslanalp’in çok hoşuna gitti ve tam bir iş insanı kararlılığıyla beni ikna etti. Aramıza uzun yıllardır tanıdığım, gastronomi kültürüne uluslararası çapta katkılarını bildiğim Gamze İneceli’yi de alarak yola koyulduk.
Hande Arslanalp yılların verdiği deneyimle organizasyon ayağını üstlenirken biz içeriğe yoğunlaştık.
İlk İzmir GastroFest ‘Göç’ temasıyla 2018’de düzenlendi. Zaten kültürü ve mutfağı göçlerle şekillenen bir kente de başka türlüsü yakışmazdı. Yurt içinden ve dışından konuyla ilgili araştırmacılar, şefler bir araya geldi.
Ertesi yıl festivalin konusunu bilinçli üretim ve tüketim yapmamız gereken bir dönemde yaşadığımızı hatırlatmak amacıyla ‘Pazarlar’ olarak belirledik. Pandemi koşulları nedeniyle 12 saat kesintisiz online yaptığımız üçüncü yılın konusu ise ‘Yemek ve İletişim’di.
İnanılmaz bir tarihi geçmişi ve kültürü var. Anadolu Selçuklularının merkezi, Mevlana’nın yaşadığı, Mevleviliğin yeşerdiği topraklar.
Konya’ya her gidişimde bir başka yönüne hayran olur, daha mamur, kendine güvenli ama hep bir adım öteye gitmek isteyen bir kent ve kentliler görürüm. Her zaman keşfedilecek yeni yerler, yeni köyler, kasabalar vardır.
Kısa bir süre önce Türkiye turizminin öncü isimlerinden, kurucusu olduğu Magic Life Otelleri’yle 1990 yılında ‘her şey dahil’ sistemi başlatan Cem Kınay ve ailesinin kökleri Konyalı olan eşi, ünlü yapımcı ve iletişimci Elif Dağdeviren’den “Dünyanın ilk otellerinden birinde, 800 yıllık Selçuklu Kervansarayı’nda tarihle iç içe bir deneyim” daveti alınca doğrusu bu denli büyüleyici ve etkileyici bir projeyle karşılaşacağımı düşünmemiştim.