Sadece istanbul’da değil, terör tehdidinin boyutları ve radikal grupların kendi gibi olmayanların yaşam tarzına müdahale etme riski, şehrin, şehirlerin eğlence anlayışını da değiştirdi.
“Dağınık” değil artık mekanlar, korunaklı alanlarda, bir kompleks içinde var olmayı tercih ediyorlar veya olan bir mekanı, müşterisine farklı tat, eğlence, müzik ve hatta sanatın diğer kollarına dair etkinlikler sunan çok seçenekli merkezlere dönüştürüyorlar.
Bu yapılar, bir bakıma tarihin farklı dönemlerinde kendini işgalcilerden korumak isteyen insanların inşa ettiği tarihi binalara, tapınaklara benziyor...
Korunaklı duvarları, iyi korunan bir kapısı, herkesin vakit geçirebileceği bir avlusu, farklı bölümleri ve “oda”ları bulunuyor bu eğlence/müzik/ gece hayatı alanlarının. Aslında dünyada uzun süredir var olan bir eğilimin bize değen ayağı sayılır bu, son 10 yılda eski veya terk edilmiş sanayi bölgelerinin, fabrikalarının teker teker yeni hip eğlence alanlarına dönüşmesi yeni haber değil.
Global terör ve özel hayata/ tercihlere müdahale bu gidişatı hızlandırdı sadece.
Kimlik değiştiren, daha doğrusu kimliksizleşen Beyoğlu’ndan Bomonti’ye transfer olan Babylon ve Bomontiada bu dönüşümün bizim sulardaki başlıca örneği.
Gece hayatına yönelik rüzgar, “kapalılık” kelimesi etrafında şekillenirken, müzik dünyasında da başka türlü bir “kapalılık” meselesi söz konusu.
Geleceğin “tatil”i bir bakıma; misafirler kendi hayatlarını, yaşadıkları zamanı unutuyor ve farklı bir zamanda, başka bir karaktere bürünme imkanı buluyorlar.
Bu parkta yer alan robotları insanlardan ayırmak olanaksız. İnsanlar tarafından tasarlanmış, “beyin” yerine insanlardan gelişmiş bir yazılım taşıyan, aynı insan gibi “bilinç” oluşturan makineler onlar...
Bu makinelerin nüfusu oluşturduğu bir kovboy kasabasında, misafirler aynı 200 yıl öncesindeki hayatı yaşıyorlar. Bunun içine “kanlı kovboy hesaplaşmaları” sırasında insan görünümlü robotları öldürmek de dahil...
Robotlar insanları vurabiliyor, ancak öldüremiyorlar, gerçekten zarar veremiyorlar. “Ölemediğin” bir kovboy kasabasında etrafın tozunu attırmak, ilkel güdülerini kendi hayatını umursamadan ve acı bir bedel ödemeden tatmin etmek için gidiliyor bu “tatil”e...
Son dönemin en iyi dizilerinden, efsanevi aktörler Anthony Hopkins ve Ed Harris’in başrolleri oynadığı, Türkiye’de Dizimax Sci-fi kanalında yayınlanan ve bu hafta ilk sezonunu tamamlayan “Westworld”den bahsediyorum...
“Westworld”ü diziden çok önce film olarak televizyonda izledik; ‘70 sonu, ‘80 başı doğumluların hayatında başka yeri vardır... TRT yıllarından anımsadığımız, çocukluğumuzda izlediğimiz ve akıllarımıza kazınmış bir filmdi ilk “Westworld”... 1973 yılında, Michael Crichton’un aynı adlı romanından uyarlanmış ve 80’li yıllarda Türkiye izleyicisiyle buluşmuştu.
Benim de hayatımda ilk izlediğim filmlerdendir. Yul Brynner’ın başrolde olduğu “Westworld”ü 2000’lerde bir yerlerden bulup tekrar izlediğimde yine aklımı başımdan aldığını hatırlarım...
Gaziantep’i Türkiye şehirleri içinde özel yapan tek bir özelliğinin olmadığını, hem tarihi, hem gastronomi, hem de şehircilik özellikleri açısından hem bölgede, hem de Türkiye genelinde özel bir yeri olduğunu aktarmıştım.
Özellikle büyükşehirlerde, şehirleşmenin bizi en fazla üzen yönü, doğal olan dokuları koruyamamak. Bugün pek çok şehrin eski fotoğraflarına baktığımızda, doğal çizgisinin değiştiğini; el değmemiş, değmişse de betonlaşmamış, dokusu değişmemiş pek az alanın kaldığını üzülerek görüyoruz.
Kentsel dönüşümün yoğun olduğu yerlerde, bizi biz yapan şehir dokularının silinmesi, içinde büyüdüğümüz, bizi biz yapan şehir hafızasının yok olması en büyük şikayetimiz...
Gaziantep’te bu anlayışın tam aksi söz konusu. “Şehircilik” deyince işte bu yüzden Gaziantep belki de Türkiye’nin en bilinçli şehri.
Dünya üzerindeki şehirlerle ilgili öncelikli özellikleri sorduğunuzda, genellikle ya tarihi özelliklerinden, ya mutfağından ya da bugün dünya içinde sahip olduğu önemden bahsedilir, malum. “Nedir Gaziantep’i diğer şehirlerden ayıran özellik?” sorusunu Gaziantep için sorduğumda, rehberimiz hızlı bir cevap vermekten kaçınıyor...
Hani insan kendi yaşadığı şehrin iyi taraflarına odaklanarak sıradan özelliklerine yönelik körlük geliştirebilir ya...
Duraksamasının sebebinin önce bu olduğunu düşünüyorum, fakat Gaziantep’in medeniyetler tarihi, gastronomi kültürü ve şehircilik konusunda sahip olduğu yeri dinledikçe anlıyorum onu... Bu sorunun bir cevabı yok. İşte Gaziantep, bu yüzden özel bir şehir.
Bölgede, yanı başında bir insanlık dramı yaşanırken dahi ışıl ışıl parlayan, ileri görüşlü, şehrine âşık ve müthiş işler yapan insanlarla dolu, benzersiz bir yerde buldum kendimi.
Arkadaşlarıma “Gaziantep’e gidiyorum” dediğimde ilk aldığım tepki istisnasız “Güvenli mi orası?” idi. Şehri gezdikçe ve ruhunu anladıkça, bu güzel şehre yönelik haksız bir algı geliştirildiğini anlıyorum.
Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin, “Şehrimizi doğru anlatmakta zorlanıyoruz.
Şehrimizle ilgili savaşın etkilerinin doğrudan yaşandığı, mahallelerine girilmediği gibi gerçekten uzak bir algı yaratıldığını görüyoruz ve bunun doğru olmadığını, bu güzel şehirde nasıl bir hayat yaşandığını sizler aracılığıyla anlatmak istiyoruz” diyor.
Hedef 1 milyon turist
Taciz yoksa küçük kızlara yönelik istismardan, istismar konusunun rüzgarı dinince kadına şiddetten bahsettiğimiz bir üçgen içine hapsolduk.
“Toplu taşımada kadınlara şiddet” konusunda yeni haberler var...
Birkaç gün önce, bir kadın daha, bir toplu taşıma aracında “Bacak bacak üstüne attığı için” tekmelendi.
Birkaç ay önce otobüste yaşanan tekme olayındaki gibi, bu defa bir başka meczup, öncekinin benzeri bir söylemle “Ne oturuyorsun lan öyle?” diyerek “eylemini” gerçekleştirdi.
Genç kadın, daha sonra olanları tekrar aklından geçirdiğinde yaşadığı şok sebebiyle tepki bile veremediğini anlıyor ve kahroluyor.
“Tepki vermeye korkacak hale geldik” diyor.
Üzüntüsünü, tedirginliğini ve başına gelen korkunç olayı sosyal medyada yazınca başına geliyor dersiniz?
Kafa dağıtmak için mi? Renkli dünyalardan haber almak için mi?
Yoksa “Magazin okumam” diyenlerden misiniz?
Magazin dünyası, insanlara dair bir “deney ortamı” hissi veriyor bana çoğu zaman.
Ünlülerin beyanlarını, röportajlarını okurken, kameralar önündeki davranışlarını izlerken kim egosuna yeniliyor, kim olgun bir ruh yaratmayı becerebiliyor, bir bir çıkıyor...
Şöhret, zor. Herkesin kalemi değil, bir kere bunu cebe atalım.
Ekran önünde veya sahnede bir isim olduğunuzu düşünün...
Her ne kadar isminizle orada var olsanız da esasında kendinize ikinci benlik yaratmışsınız.
Öğretmenler Günü söz konusu olduğunda hep iyi dilekler iletilir ya... Geçmişte kötü muamele gördüğü, derin ve kötü izler bırakan öğretmenlerden kimse bahsetmez pek...
Bu defa, hayatımızdan güzellikle, iyilikle geçmiş ve tatlı anılara sahip değerli öğretmenlerin hikayeleri kadar “madalyonun öteki yüzü” ile de karşılaştık. Sosyal medyada neredeyse sayamayacağım kadar çok kişinin tatsız öyküsüne rastladım. Bu hatıralarda başroller öğretmenler ama konular Kemalettin Tuğcu öyküleri tadında...
Neler yok ki... En sevdiği öğrencilerin listesini yapandan zenginlerin mal varlıklarını sıralayanlara, minik parmaklara cam cetvelle vuranına kadar pek çok acı hatıra...
Eskiden dinamikler farklıydı, çocuk yetiştirme kodları bugünkülere pek benzemiyordu, tamam, fakat yine de “Ne acayip işler yapmışlar arkadaş!” dedirtiyor pek çoğu...
Öğrencilerin zekasını aşağılayanları, onları birbirleriyle karşılaştırarak yarıştıranları, psikolojik şiddet uygulayanları ben de hatırlıyorum. Tabii konu “öğretmen” olduğunda insan bunları değil, güzel anıları, mutlulukları, bizde emeği geçen değerli eğitimcileri hatırlamak istiyor ama her ne kadar hafızalarda geriye itmek istesek de kötü hatıralar illa kendini hissettiriyor.
Travma yaratan öğretmenlerimiz, acaba ne yaptıklarının farkındalar mıydı? Zannetmiyorum. Muhtemelen, o dönem, kendi pencerelerinden görünen doğruları uyguluyor ve bunda bir acayiplik görmüyorlardı...
Tabii insan anneyi, babayı ve öğretmenini küçücük aklında “şahane ötesi örnek insan” olarak kodladığı için en çok onlardan gelen adaletsizlikler, hayal kırıklıkları yaraladı ve iz bıraktı bizde...
Kitlesel olarak “ben böyle düşünüyorum, doğru olan bu, sen de buna uyacaksın”cılık aslında kişisel problemlerle baş etme (daha doğrusu edememe) yöntemlerimizin, kendine bir sürü arkadaş, yandaş bularak güçlenmiş hali.
Kişisel dünyamızda problemlerin çıktığı yer neresidir?
Bir konu hakkındaki kanaatimizin gerçekler yerine şahsi deneyimlerle şekillenmiş duygu ve inançlarımıza göre şekillenmesi...
Olana değil, olduğunu düşündüğümüz konuya yönelik bir acı geliştirmek...
Gerçekte olanı değil, kendi perspektifinden baktığın haline inanmak, ona göre ıstırap yaratmak...
Sonra bu ıstırabı çözmek için yöntemler geliştirmek, istediğin olana kadar uğraşmak...
Bir konuya verilen tepki, gerçekler yerine kendi duygularımıza göre şekillendiğinde, tepkinin yarattığı acıyı engellemek kolay olmuyor.