Bir problem söz konusu olduğunda, sorunu çözmek için önce o problemin varlığını kabul etmek gerekir. Ancak bu öyle bir konu ki “çocuk yaştaki kızlara evliliği normal bulan bir kültür” diye söze dökerken veya “küçüğün de rızasıyla” gibi bir kelime öbeği duyarken can acıtıyor.
Bunu kabul etmek zor. Zor ama belirli bir kitlede var olan bir gerçek.
Hatta öyle bir gerçek ki, konunun problem yaratan tarafını anlatmakta zorlanıyoruz. Ortada büyük bir sapkınlık var ve bu sapkınlığın bir “sapkınlık” olduğunu anlatabilmekten bile uzağız; toplumun belirli bir kesimi 18 yaşından önce yapılan evliliklere “Ne var bunda” gözüyle bakıyor.
Ne yazık ki kız çocuklarına yönelik suistimalin “kültür”, “gelenek” adı altında içimize yerleşmiş olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Kız çocuklarıyla evlenmenin adı “suistimal” değil o kültürde. Biraz büyüdüğünde hemen koca bir adama teslim edilmesi, kız çocuğunun hayatının kurtulması anlamına geliyor.
Kız çocuğu kendi başına ayakta durabilecek bir varlık değil o kültürde. Bir varlık da değil hatta, çocuk doğurma makinesi. Ancak evde oturabiliyor, dışarı çıktığında “etraftan söz oluyor”. Annelikle tanımlanıyor ve dört duvar arasında karnında çocuğu, “başında kocası” döngüsüne ne kadar erken girerse, o kadar “kurtulmuş” sayılıyor.
Kız çocuğu, ailenin devamını sağlayacak çocukların üretim merkezi, evi çekip çeviren, ailenin “babasını” rahat ettirmekle görevli bir varlık. Evlenmeden önce babasının, evlendikten sonra kocasının rahatını sağlamakla yükümlü.
Evlenip “kurtulduğunda” kocasına borçlu bile oluyor, o değil mi onu kurtaran, “yalnız kadın”ı yerlere çalan mahalle dedikodularından uzak tutan, “bunu alan olmadı” laflarına bırakmayan...
Hayatın sürprizleri karşısında sürekli dalgalanmak yerine en fırtınalı günde bile dümeni düz tutmayı sağlayanlar, bunu nasıl başarıyorlar?
Bir insanda vicdan, merhamet, iyilik gibi özelliklerin bir arada bulunması yetiyor mu güzel bir hayat yaşaması için?
Mesela işlerinden olanlar, ilişkilerinden olanlar, ölüm acısı yaşayanlar veya haksızlığa uğrayanlar nasıl her seferinde tekrar toparlanıp “yola devam” diyebiliyorlar?
“Güçlü insan” ne demek? Hayatındaki, başkalarının hayatındaki, hatta evrendeki “büyük resmi” görebilenlere mi “güçlü insan” deniyor?
Meryem Uzerli, Altın Kelebek’te sahneye çıkıp kötü ilişkileri ve tercihleriyle ince ince dalga geçip hem kendini hem salonu kahkahalara boğunca “Güçlü kadın nedir?” sorusunun yanıtını vermiş oldu bir bakıma.
Orada, yaşadığı mutsuzluklardan bağımsız, ışıl ışıl, aydınlık, kendini çok seven bir kadın vardı.
O yüzden gülüyordu kendine, ilişkilerine, “seçemediği” erkeklerine...
43. yılını sektörün en iyileriyle, hep birlikte kutladık pazar gecesi. 43 koca yıl ve değişmeyen bir gelenek Altın Kelebek...
Sadece hoş bir nostalji değil bu, iş yaptığımız sektöre dair böyle kıymetli bir geleneğin varlığı, son yıllarda en baskın duygulardan biri olan “gelip geçicilik” meselesinin karşısında duruyor.
İyi geliyor, mutlu ediyor, bastığımız zemini sağlamlaştırıyor...
Gelin biraz güzel, iyi gelen anlardan bahsedelim...
Bu yıl Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nün sahipleri Mazhar Fuat Özkan’dan aldığımız o güzel “Ölene kadar ayrılmayacağız” haberinden başlayalım mesela...
Törenin başka bir anında geçmişten görüntüleri, ardından bu güzel üçlüyü sahnede görmek, üç ay önce baş başa vererek aldıkları bu güzel kararı öğrenmek, gecenin en göz dolduran anlarından biriydi benim için.
Cüneyt Arkın’ın, oğlunun koluna girerek yaptığı konuşma...
Ağlamaklı oldum. Bazen bir “Nasılsın?” ile tetiklenir ya duygular...
“Nasılsın?” ile başlayan sohbetler böyle sürüyor bu aralar.
Nasıl hissediyoruz kendimizi sahi? Bir çözümü var mı? Varsa ne?
Bir çözüm sunabilmek için önce sorunun tanımını yapmak gerekir. Özetle “Karanlık, geleceğe dair umut besleyememe hali” diyelim...
Nasıl düştük bu hisse? Önce “Nasıl bir ülkede yaşıyoruz?” sorusuna yanıt arayalım.
Aslında kendimizden yola çıkarak ülkenin durumunu da tarif etmek mümkün. Yazar Eckhart Tolle, “Her ego, görüşleri ve bakış açılarını gerçeklerle karıştırır. Bir olayla, o olaya verilen tepki arasındaki farkı göremez. Bir durum veya kişiyle ilgili sınırlı bir bakış açısı sürdürmek yerine resmin tamamını görmek için bu ikisi arasındaki farkı bilmek gerekir” der.
Egonun, varlığını sürdürebilmek adına yaptıkları kollektif ölçüde olunca, tarafçılık, “Sen haksızsın ben haklı”cılık, kamplaşma ve çatışma kaçınılmaz oluyor. İçinde bulunduğumuz durum da tam olarak bu.
Kalp kırıklığını hafifletmenin temel araçlarından biri artık sosyal medya. Eşyaları camdan atmaktan, yastık yumruklamaktan, cenin pozisyonu alıp ileri geri sallanarak ağlamaktan daha etkili.
Konu sadece aldatmak değil, başkalarının gözünde küçük düşürüldüğü hissine kapılan her kadının sarıldığı bir araç.
Aldatıldığını erkek arkadaşının telefonundaki mesajlardan öğrenen tanınmış bir kadın, günlerce içinden çıkamadığı darmadağın olma duygusu biraz dağıldığında dert yanmıştı “Keşke bir ilişkiye başlamadan eski kız arkadaşlarla konuşma imkanı olsa” diye...
O zamanlar hak verdiğimi hatırlıyorum, “Bu adam, sevgilisi yanındayken güvenilir, sevgilisi etrafta değilken ise avcı profili çizen bir adamdır” bilgisi, bir ilişkiye başlamadan önce son derece kullanışlı olabilirdi...
İşte şimdi bu imkanı sosyal medya tanıyor.
Fakat konu “geçmiş” olduğunda, orada bir durup bakmak lazım.
Bir insanın geçmişi, sonra kuracağı ilişkilerin belirleyicisi olabilir mi? Mesela bundan sonra Ahmet Kayakesen’in hiçbir ilişkisinde dümeni doğrultamayacağını mı varsaymak gerekiyor?
Perşembe gecesi, kâh Dan Brown’ın çok satan romanından uyarlanan film “Inferno”nun içinde, kâh İstanbul’un fetih zamanında, kâh 800’lerde Bizans’a misafir olmuş ve mermere adını kazımış bir Viking’in yanıbaşında dolaşır gibi, büyülü bir gezi gerçekleştirdik Ayasofya Müzesi’nde.
Sultanahmet’e gece çöktüğünde, tüm müzeler kapandığında, herkes evine çekildiğinde başladı macera...
19:30’da Ayasofya’nın dev kapıları tekrar açıldı.
1500 yıl boyunca farklı medeniyetleri bir arada hissettiren bu kutsal mekanda, Sacred7’ın önderliğinde ve Saffet Emre’nin güzel anlatımıyla, yaşadığımız zamanı unutarak bir yolculuğa çıktık.
1,5 saat boyunca Türkiye’den Osmanlı’ya, Bizans’a bildiğimiz İstanbul’un ötesine gittik.
Yabancı turist Türkiye’den elini eteğini çektikten sonra, tur şirketleri lokal turistlere yönelik farklı projelerle en azından iç turizmi canlandırmak istiyor.
Bu sebeple tüm girişimleri alkışlamak ve destek olmak şart.
Hayata dair algımız, başkalarına karşı hissettiklerimiz, davranış biçimlerimiz, hayata olan olumlu veya olumsuz bakışımız; hatta kıyafetlerimiz, saçımız, ifademiz, jest ve mimiklerimiz...
Tüm bunlar toplanıyor, bir “kimlik” oluşturuyor bize dair. Kim olduğumuzu söylüyor. Kendimizi tasarlıyoruz aslında her sabah uyandığımızda.
Bir bebeği ele alalım.
Bu küçük insanın hayatı algılayışını yöneten pek az duygu ve davranış var. Ağlayarak şikayetini, neşelenerek memnuniyetini anlatabiliyor sadece.
Büyüdükçe, geliştikçe, gördükçe davranış ve duyguları çeşitleniyor.
Deneyimlerinden ders çıkarıyor ve yetişkinlik dönemlerinde de davranışlarını belirleyecek olan kalıplar yaratıyor kendine.
Başına gelen güzel olaylar, hayatta yol alırken sürekli başvuracağı düşünce haritasına insan olmanın değerini, travmatik olanlar ise “sen aslında değersizsin”i kazıyor.
Kısa bir süre önce meczubu hapse atarak tekme atma “özgürlüğünü” kısıtlayan adalet makamları, yeniden bu özgürlüğü ona teslim etti.
Nereden baksanız, elimizde kalan bir karar.
Ne diyor bu karar?
Erkeklere “Giyimini beğenmediğiniz bir kadını tekmeleyebilirsiniz” diyor.
“Tekmelediğinizde ceza almazsınız, merak etmeyin, en fazla birkaç gün hapis yatarsınız. Sonra buyurun, yeniden tekmeleyin... Onu tekmeleyemezseniz, başkasını tekmelersiniz, memlekette şortlu kadın bol...” diyor.
“Ülkemizde ‘genel ahlaka’ uymayan kadınlar, (genel ahlak da ne ise) şiddetle dersi verilmesi gereken mahluklardır” diyor.
Bırakın gece bir yerlerden dönen “iffetsiz” kadınları, güpegündüz bir otobüste işinden dönen bir kadının bile can güvenliği yoktur ve devlet kadınları korumaktan acizdir” diyor.