Bir zaman önce Instagram’da eski sevgilisinin evlendiğini, son sevgilisinin de yeni sevgilisiyle tatile çıktığını, çiftlerin “mutluluk saçan” fotoğraflarıyla öğrenen Selin, arkadaşı Filiz’i ağlayarak arıyor.
“Ben hiç mutlu olmayacak mıyım” diyor, “Ben bu kadar mutsuzluğu hak edecek ne yaptım?” diye soruyor titreyen sesiyle.
Filiz şaşırıyor...
Aslında o kadar da şaşırmıyor... 15 gün, belki bir ay önce kendisi aynısını yapmış çünkü...
Bir tanıdığın “mutlu Instagram profili”ne denk gelmiş, karısı için düzdüğü övgüleri okumuş, çocuklarını, huzur ve neşe saçan fotoğraflarına bakıp gözyaşlarına boğulmuş...
Bir insan diğerinin mutluluğuna bakıp neden ağlar ki? Ağlamış işte.
“Onda var, bende niye yok” diye ağlamış. Çocukken diğer arkadaşında gördüğü daha güzel oyuncağa bakıp ağlar gibi ağlamış.
Konunun merhametle ilgili olduğunu zannetmem fakat toplumda büyük tepki yaratan her konuda benzer tepkileri verdiğimiz doğru.
Zaman geçtikçe, kişiyi hedefleyen kızgınlıktan ziyade, ülkenin genelini kaplayan bir vaziyete tepkiye, bir linç kasırgasına dönüşüyor bu tip durumlar.
Bu “merhametsizliğin” ve linç kasırgasının bir sebebi var. Kültürel dokunun son yıllarda uğramış olduğu erozyon.
Sanatın, sinemanın, tiyatronun, kültür programlarının, insan ruhuna hitap eden ne varsa hepsinin kenara itilmesi ve tüm hayatımızın “magazinleştirilmesine” yönelik bir tepki bu.
Ana akım gazete ve televizyonlarda yer alan kültür sanat konularının son yıllarda ancak kırıntısını bulabiliyoruz.
Hayatımızın bir özeti gibi esasında medya...
Şehrinizde her gün gidecek, geze geze bitirilemeyecek bir müze bulamayabilirsiniz fakat her gün farklı bir AVM’ye gidebilirsiniz.
Herhangi bir konuyu bilmediğini saklamak, eğer mecbur kalırsan “bilmediğin” hakkında uzuuun uzun konuşmak. “Konuya hakim insan” resmi çizmek.
Bilmediğin konuyla ilgili konuştuğun cümleler uzadıkça gafların artması, arttıkça “Genel olarak sözlerinin arkasında durmak” için lafı uzatmak, uzattıkça daha büyük yanlışlara saplanmak...
Sadece bir yerde değil, hayatın her alanında karşımıza çıkan bir mesele.
Kürsüde bas bas bağıran politikacısından tartıştığın otomobil sürücüsüne, televizyondaki “atışma” programlarında gevreyen beyefendiden apartmandaki komşu teyzeye, ortak davranış biçimimiz haline geldi bu.
Yanlışlarımızı, hatalı olduğumuzu, başarısızlığımızı, eğer haksızsak haksızlığımızı kabul edememek.
Yanlış da yapsak illa arkasında durmak, hatta gerekirse efelenmek.
En çaresiz noktaya kadar hatalı hale yapışmak, çaresiz noktada “Sen kimsin”cilik ile kendini savunmak, bilgiyi küçümsemek, önemsizleştirmek, öncelikleri tepetaklak etmek...
Zamanın ruhu “Küçük İbo” veya “Küçük Onur”ların döneminden çok farklı, “kendine hayran bırakan, sevimli süper ses” sularında gezinmiyoruz.
Zamanın ruhunda başka bir şey var, enformasyon ve fotoğraf bombardımanıyla yönetilen bir ruh bu.
Bu “görsel bombardıman” içinde en dikkat çeken kişi” olmak gerekiyor ön plana çıkabilmek için.
Büyüme çağındaki çocuklar bu görsel bombardımanın en ortasında duruyorlar. Kendileri de o bombardımana yetişmeye çalışıyorlar.
Sadece Türkiye ile sınırlı değil bu, 20’sine varmamış genç kızların Instagram profillerindeki erotizm dozu, çok değil, 5 yıl öncekinden bile farklı. Onbinlerce takipçi elde ediyorlar bu yolla.
Kendine baktırmanın bu çağda basitçe soyunmakla olmadığını öğreniyorlar. Playboy’un bile çıplak fotoğraf basmayı bıraktığı bir çağda, erotizm, çıplaklığın kendisinden değil, tavırda yer açıyor kendine. Çocukluk çağından çıkan ve kendine farklılık yaratmak isteyen genç kızlar, bu “tavır”da buluyor anahtarı.
Eğer sosyal medya hesaplarını mahlas kullanarak veya başka biçimlerde ebeveynlerinden gizlemeyi başarıyorlarsa, çok ama çok küçük yaşta “uygunsuz” fotoğraflarla dolduruyorlar profillerini.
Aslında bunu sadece aşk ile sınırlamamak gerekir. İnsan diğerlerinden bağımsız bir birey olduğunu, tek başına olduğunu, tek başına doğduğunu ve tek başına öleceğini kabullendiğinde hayat başlıyor...
“Birey olamamak, yalnızlığı kabullenememek” deyince, kültürel kodlarımıza bakmamız gerekiyor.
Bizimki gibi anne ve babanın, çocuklarının saçlarındaki teller ağarıncaya kadar bakma vaadinde olduğu, bunu “iyi anne ve babalık” olarak gördüğü kültürlerde, insanın birey olma yaşı hayli geç.
İyi anne ve babalık, çocuğu tek başına var olabileceğine inandırarak, anne ve babasız kalacağı güne hazırlamak esasında.
Sürekli ebeveynlerinin desteğini sırtında hisseden çocukların tek başına kaldıkları an yaşadıkları düşüş sert oluyor. Tek başına kalmayı hayli zorlu tecrübelerle ileriki yaşlarda öğrenen “yetişkin çocuk”ların gerçek hayat macerası doğal olarak geç yaşlarda başlıyor.
Tek başına ayakta duramayacağını hisseden insanın tek derdi aşkla meşkle değil tabii...
Dert daha büyük aslında, hayat kadar büyük. Hayattaki tüm kavramlara karşı çarpık bir algı mekanizması geliştiriyor anne babaya bağımlı çocuk.
Bu cümleyi, bir süre önce sahafta sanki ben onu bekliyormuşum gibi önüme çıkıveren Nurullah Ataç’ın “Günlerin Getirdiği” isimli kitabında buldum.
Gazete ve dergilerde çıkan köşe yazılarını derlediği bir kitap bu, üstelik bulduğum baskısı Varlık Yayınları’ndan çıkan 1957 tarihli ilk baskısıydı.
Berrak ve anlaşılır diliyle bugün bile güncelliğini koruyan konularla ilgili düşüncelerini paylaşıyor Ataç.
Bir kelime ve bir kavram seçmiş ve seçtiği kavram üzerine, esprili ve dönemine göre yeni bir Türkçe ile düşüncelerini kağıda dökmüş.
Uçaklarla ilgili bir yazı kaleme almış Ataç.
İstanbul’dan Ankara’ya uçakla seyahat etme imkanı bulmuş ve bundan son derece heyecan duymuş.
Dostlarına söylediğinde bunu delilik olarak adlandıranlardan tutun, türlü yalvarışlarla bu “çılgınca” kararından onu caydırmaya çalışanlar bile olmuş.
Lennyletter.com’a yazdığı makalede bu kararını şöyle açıklıyordu:
“Yeni albümüme başlarken beni mutsuz eden şeyleri listeledim. Bu maddelerden birisi, kadınların zayıf, seksi, arzulanır veya mükemmel görünmek zorunda olduğu yönünde hayatımız boyunca beynimizin yıkanması idi.
Kadınlar, görünüşleriyle ilgili olarak sürekli yargılanıyor, bundan dolayı kendimi yılgın hissediyorum. Normal kilo bile anormal sayılıyor, bir de aşırı kiloluysanız vay halinize...
İşte, tüm bunları düşünürken yeni şarkılarımda maskeler ve ‘saklanmak’ kavramlarıyla ilgili metaforlar yazdığımı gözlemledim.
Bu metaforları yazmıştım, çünkü bu özgüvensizlikleri ben de yaşıyordum.
Ben kimdim?
Kim olmak istiyordum?
Weatherly, yıllar boyunca herkesin aklına kazınan DiNozzo karakterinden sonra hem iddialı, hem de DiNozzo’dan oldukça farklı bir karakteri canlandırıyor.
Kısa bir süre önce onunla Los Angeles’ta bir röportaj gerçekleştirme imkanı yakaladık...
“Dr. Bull”un çıkış noktası gerçek bir adam, ünlü televizyon kişiliği Dr. Phil, yani Phil McGraw.
Belki bizde Amerika’da olduğu kadar meşhur değil ancak okyanus ötesinde onu tanımayan yok, “dünyanın en çok kazanan ünlüleri” listesinde 15’inci sırada yer alıyor.
Amerikan televizyon izleyicisi, Phil McGraw’u, ilk olarak 90’larda Oprah Winfrey’nin şovunda tanıdı. Winfrey, 90’larda gerçekleşen bir mahkemesinde izlemesi gereken davranışsal stratejilerle ilgili olarak McGraw’dan danışmanlık hizmeti almış. Kullandığı yöntemlerden çok etkilenmiş ve onu programının bir parçası yapmaya karar vermiş.
Dr. Phil, uzun yıllar Oprah Winfrey’nin programında izleyicilere “Hayata, ilişkilere dair stratejik tavsiyeler veren bir danışman” olarak yer aldı, ardından kendi yapım şirketini kurdu, kendi şovu “Dr. Phil”i yarattı ve 2002’den beri Amerika’da en az Kardashian’lar kadar şöhretli isimlerden biri olarak biliniyor.
“Eğlencelik televizyon şovu sunuculuğu/yapımcılığı” ile “ruh bilimci” kimliğini harmanladığı için bugün artık gerçek bir insandan ziyade “TV kişiliği” olarak algılanıyor Dr. Phil. Programının yapısı ve kullandığı yöntemler konusunda da çok eleştirilen bir adam.