Hatta filmle ilgili detaylara boğan eleştirilerden, hangi filmlere gönderme yaptığını, yapamadığını, neresinde eksiği, neresinde fazlası olduğunu anlatanlardan kaçmanızı öneriyorum. Onları sonra okursunuz, hem o zaman daha eğlenceli oluyor.
Şimdi kulaklarınızı kapatınız, filmle ilgili söylenen iyi kötü tüm eleştirileri görmezden gelerek “La la la, duymuyorum seni” oyunu oynayınız, sinemanın kapısından kendinizi içeri atınız.
Mümkünse kalabalık olmayan bir günde, arkanızda yarın yokmuş gibi karş kurş mısır yiyen ve konuşanların olmadığı bir günü tercih ediniz.
Bu filmi izledikten sonra kendinizi iyi hissedeceksiniz!
Sinemadan çıktığınızda yürürken bir anda durduk yere yanınızdakilerle senkronize hareketler yapmak suretiyle dans edip, sonra hiçbir şey olmamış gibi yürümeyi sürdürmek isteyeceksiniz.
Hatta bu his birkaç gün daha sürecek, filmin aydınlık şarkısı “Another Day of Sun” sabah uyandığınızda bile kulağınızda yankılanacak, gün boyu sokakta, ofiste otururken, telefonda konuşurken, bulaşık makinesini boşaltırken yanınızda her kim varsa onunla senkronize hareketler yapmak suretiyle dans etmek isteyeceksiniz.
Hatırlayın, eskiden Amerika’da gösterilen güncel bir dizinin iki sene sonra Türkiye’ye getirilmesi normal sayılırdı, şimdi diziler orijinal yayınından sadece saatler sonra Türkiye izleyicisiyle buluşuyor.
Hatta Amerika yayınından önce Türkiye izleyicisiyle buluşan Blu TV dizisi “Young Pope” gibi örnekler bile var.
Rekabetin kızışması, hem geleneksel televizyonculuğu, hem de internet üzerinden yayın yapan yeni nesil dijital platformları değiştiriyor, geliştiriyor.
Kısa zamanda, izleyici için çok şey değişti Türkiye televizyonlarında...
Kanalların ve dijital platformların eski içeriklerle bıktırdığı, 5 yıl öncesinin dizilerini, 3 yıllık reality show’ları ısıtıp ısıtıp sunduğu dönem çok uzaklarda değil.
Bir bakıma “izleyicinin enayi yerine koyulduğu dönem” diyebiliriz aslında...
Bazen de başka hayatların içinde kaybolmak istiyor insan, kendininkine “mola” vermek istiyor, bilhassa insanı sürekli geren, üzen, sinirlendiren haberlerle bombardımana uğradığımız bir yerde yaşıyorsak... Biraz insan psikolojisi, biraz metafizik, biraz da bugüne atıf yapan, düşündüren bir yapım...İşte son dönemin en dikkat çeken dizileri...
This is Us
Son dönemin en iyi dizilerinden. İyi hisler uyandıran, tam da bu dönem ihtiyacımız olan duyguları geri çağırıyor.
Aile değerleri, aile bağları, sıcaklık, sevgi, aşk ve yine tekrar ediyorum: Sıcaklık!
Bu dizide entrika yok, kötülük yok, derinlemesine işlenen insan ilişkileri, insani duygular var.
Hikayeyi anlatış şekli bakımından daha iyi kurguya sahip olan bir diziye son yıllarda hiç rastlamadım.
Biraz konusuna girmek istiyorum ancak “sağ gösterip sol vurmalı” dizilerden, sürekli şaşırtıyor, şaşırtarak duygulandırıyor, gözyaşları sel oluyor...
Üstelik bunu olabildiğince neşeli, sevimli, albenili söylüyor, “zarar” kelimesinin veya bu algıyı yaratabilecek herhangi bir görüntünün yakınından bile geçmiyor.
Aksine, mutluluk, neşe, aile bağları, güzel hisler ile bağdaştırıyor kendini.
Onu izleyenin algısını, o ürünle iyi duyguları, özellikle mutluluğu birleştirecek şekilde manipüle ediyor.
Markasını görenin ilk aklına gelen “iyi hissetmek” olsun istiyor.
Ürününü satmak için buna ihtiyacı var çünkü, ne kadar iyi his, ne kadar mutluluk, o kadar çok satış.
Aslında insanların şekere olan bağımlılığını kullanıyor bu ürünlerin pek çoğu.
Son “panik dalgası” Facebook timeline’larını silip süpürdü geçen hafta. “Yarın son teslim tarihi” diye başlayan ve kah “Jandarma Genel Komutanlığı Bilişim Suçları Sosyal Ağ Bildirgesi”nden, kah Roma tüzüğünden dem vurarak uzuun uzun yazılmış bir metin, Facebook duvarlarını süsledi.
Şimdi “Roma tüzüğü” filan deyince böyle bir “bilirkişi edalı”, böyle bir “havalı” oluyor ya metinler... Metin içinde terör konusu geçtiği için de pek çok Facebook kullanıcısının inanması hayli kolay oldu.
Oysa “Hı-hı, Roma tüzüğü, dur ben bir çay koyup geleyim, sen anlat...” deyip geçmeliydiniz.
Peki...
Facebook kullanıcılarının terör ile ilgili sahip oldukları korkuları kullanarak “Vay be, nasıl da inandırdık” diye bilgisayarları başında zevkle sırıtan bu sahte mesajların üreticileri, acaba bunu neden yapıyor?
Gerçekten bize bir zararı var mı bu mesajların? Jandarma komutanı merkezden yola çıktı, birazdan bizi evimizden almaya mı gelecek?
Öncelikle, ben de Jandarma Genel Komutanlığı Bilişim Suçları Sosyal Ağ Bildirgesi’ne dayanarak bu yazıyı sağlam bir temele oturtmak isterdim ancak bu bildirgeyi yayınlayan jandarma değil, ancak Şirinler Köyü Jandarma Genel Merkezi olabilir.
Bu konunun sadece bir iyi niyet göstergesi olmadığını, sinir sisteminin çalışma prensiplerinden kaynaklanan bilimsel bir yönü olduğunu yazdım.
İnsan toplulukları, dikkati kolayca dağılan, “odaklanmak” söz konusu olduğunda iradesi kuvvetsiz bireylerden oluşuyor.
Güzel bir gün geçirirken bunu yolda yürürken size çarpan adamın bozmasına izin verirsiniz...
Çoğu zaman “düşünen, analiz eden, çözüm bulan insan”dan çok egolar yürümektedir sokakta... Her an sorun yaşamaya ve etrafında olan her şeyi kişisel almaya açık egolar...
Dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünen, kişisel alan egolar...
Hâl böyle olunca hayattaki esas konulara değil, “ufak ufak kaşıyan” diğer küçük konulara odaklanmak öyle kolay ki...
Tali konulara odaklandığınızda ne oluyor peki?
Kimisi “Yav he, he” der geçer, kimisi de kulak kabartır bu iyi niyet cümlesine...
Kimisi “Bir deneyeyim bakalım” der, kimisi de “Ben inanmam böyle zırvalara”...
İnsanın başına üst üste aksilikler geldiğinde birisi karşınıza çıkıp “İyi düşünürsen başına iyi şeyle...” derken böyle, o cümleyi bitirmeden ağzına baba terliğiyle vurasınız geliyor ya...
Veya “anı yaşayın, yaptığınız işe odaklanın” diyenleri ıslak meşe odunuyla kovalayasınız geliyor ya...
Durun!
Size, “iyi düşün, iyi şeyler olsun”un hayatın sürekli olumlu yönlerini görmeye çalışan tatlı küçük Pollyanna’ların söylemi değil, bilimselliği kanıtlanmış bir konu olduğunu söylesem!
Bir işte ustalaşmak için o işle ilgili düzenli pratik yapmak gerektiğini biliyorsunuz.
Tamam hayata katılalım, her an terör riskiyle yaşayalım, terör yokmuş, ensemizde değilmiş gibi sokak kafelerinde oturalım, akşam yemeğe çıkalım.
“Heyt, be! Yenilmeyeceğim sana terör” diye efelenelim terörizm karşısında.
Ruh halimizi yükseklerde tutalım, “Ben dışarı çıkmak istemiyorum” diyen arkadaşımızın kolundan çekerek “Ya, lütfen, eli silahlı teröristten, taramalı tüfekten mi endişeleniyorsun? Lütfeeeen!” diyerek dünyanın herhangi bir medeni ülkesinde söylesek deli muamelesi göreceğimiz cümleler kuralım...
“Mış gibi” davranarak ısrarla patlamalardan, katliamlardan önceki hayatımızı sürdürelim.
Bu “yüksek ruh halini” korumamız gerektiğinin altını çizen dostlarımız, enerjik paylaşımlar nefis. Nefis de...
Tüm bunları yaparken fonda dönen “Tehlikedesin... Tehlikedesin...” iç sesi ne olacak?