“Cumhuriyet” toplumsal yaşamımıza ve devletin düzenine tabii ki köklü değişimler getirdi. Ama bu topraklarda devletimiz, toplumumuz, inançlarımız, geleneklerimiz ve kültürlerimiz ile yine bizler vardık.
Emekli komutanlar bu toprakların tarihten bugüne mütemmim cüzü olan “Kürt realitesi”ni Cumhuriyet döneminde görmezden gelerek hata yaptıklarını Fikret Bila’ya anlatmadılar mı?
Bakarsınız ileride de birileri “Başları örtülü kadınları dışlayarak hata yapmıştık” diye bir başka gazeteciye açıklamalar yaparlar. Kamu gücü ile yok sayılan veya dışlanan kesimlerin ve çevrelerinin kilitlenip radikalizme itildikleri gerçeğini bu kez bu vesile ile düşünmeye başlarlar.
Bonapartizm rantiyeleri
İktidardaki AK Parti rakiplerinden çok başarılı.
Ancak son 22 Temmuz seçimlerinden sonra icraat alanında görülen dağınıklık ve Erdoğan’ın bazıları birbirleriyle çelişen söylemleri, bu partinin seçim başarısı ile yetinmeye eğilimli olduğu konusunda kuşkular yaratmıştı.
Bu kuşkular galiba dağılıyor. İki yazardan alıntılar yaparak, bu söylediğimize ışık tutalım:
- Etyen Mahçupyan'ın ifadesiyle, muhafazakarlar şaşırtmaya devam ediyor! Görünen o ki, Erdoğan hükümeti, ikinci döneminin ilk yıllarında ikinci bir reform atağı gerçekleştirme kararında. Bu reform atağının merkezinde de Kürt sorununun kalıcı çözümü için çok yönlü bir plan hazırlanması yer alıyor… Bir diğer hazırlık da Alevilik konusunda… Gülay Göktürk -Bugün’den)
- Bir süre öncesine kadar, ben dahil birçok kişi, 22 Temmuz seçimlerinden büyük bir başarıyla çıktığı halde, AKP’nin aradan geçen bunca zamana rağmen henüz icraata başlamadığı gözlemini yapıyorduk. Biz böyle düşünürken PKK terörünün yeniden tırmanışa geçmesi Kuzey Irak’a bir askeri harekat meselesini gündeme getirdi. Çoğumuz AKP hükümetinin bu krizi yönetemeyeceğini, ‘eline gözüne bulaştıracağı’nı sandık. Şükür ki öyle olmadı… Öte yandan, hükümet aynı zamanda Avrupa Birliği’ne uyum çabalarını da yeniden hızlandırma hazırlığı içinde görünüyor. (Mustafa Erdoğan - Star’dan)
Gelişme bazı alanlarda neden topallıyor?..
Teknolojideki aşamaların yaşamımıza getirdiği kolaylıklar hayal gücünü zorlamaya başladı.
Bu olayı tarih boyutunda görebilen kuramcılar, üretici ile tüketici arasındaki ilişkileri üç dönem içinde sınıflandırmışlardı.
Kim bilir bir rakı sofrasında başına ne geldi ki, Vatan’daki son yazısında “Kadınlar rakı erkeklerini sevmezler” diye yazmış.
Şöyle demiş:
-Bir kadın “rakı erkeklerini, şarap kadehli erkeklere hiçbir zaman tercih etmez..” Rakı erkeklerini geleneksel bulur... Kadın, kendi ruhunun inceliklerini “rakının değil şarabın okşadığına” inanır... Kadına göre rakı erkekleri estetik erkekler değildirler... Masaya oturduklarında bir kollarını yandaki sandalyenin koluna atarlar...
Piyasa nasıl düşürülür
Reha Muhtar’ın yaşı küçük olduğu için “Kulüp Rakısı”nın etiketindeki rakı içen smokinli adamları tabii ki hatırlayamaz ama rakının mezesine bile şöyle dil uzatabilir:
-Rakı eşliğinde bol sarmısaklı tarator soslu mezeler yerler... Balığa üç beş çatal attıktan sonra, mutlaka bol alangirli meyve tabakları isterler. Yanında ayva kabak türü tatlı getirilmesine de hükmederler...
Üstelik bu “gelecek” kavramının içeriğinde bireyler için “ölüm” ve devletler için “çökmek ve dağılmak” da var.
Gelişmiş toplumlar da geleceği bilemiyor. Ama geçmişi çok iyi değerlendirip, geleceğe en azından yön vermeye çalışıyorlar.
Gelişmemiş toplumlarda ise sanal gerçeklere veya anakronik değerlendirmelere dayalı dondurulmuş pozisyonlar, “siyaset üretimi”ni gerçek-ötesi bir faaliyet alanına dönüştürür. Yurttaki ve dünyadaki yeni gerçekler görmezden gelinerek alınan kararlar veya sürdürülen tutumlar ya toplumu gerer ya bu kararlar etkisiz olur ya da bu kararlar yarar yerine zarar verir.
Somut örnekler verelim.
Gazete haberlerine göre Başbakan’ın eşi Emine Erdoğan, TSK Rehabilitasyon Merkezi'nde tedavi gören ünlü tiyatrocu Nejat Uygur'u ziyaret etmek istemiş ama başı örtülü (veya türbanlı) olduğu için bu ziyarete izin verilmemiş.
Askeri hastane ziyareti yasakmış…
Yeni Genel Müdür İbrahim Şahin, Zaman’dan Selim Kuvel ve Aslıhan Aydın’a verdiği ilk demeçte, TRT'nin kurumsal kimliğini övmüş ve "Bu kadro ile değil 5-6 kanal, 40 kanalı bile yönetirim" demiş.
Sayın Şahin’in işe bu yaklaşımla başlamasını kutluyorum.
Yarım yüzyıla yakın çalışma hayatımda, bu yaklaşımın Türkiye’de pek geçerli olmadığına defalarca tanıklık ettim.
Türkiye’de kamuda veya özel sektörde bir kurumun yöneticiliğine atananlar, öncelikle kendi kadrolarını kurmaya bakarlar. Önemli olan başarılı, yetişmiş bilinçli insanları aramak değil, kendine ve siyasi kampına sadık insanlarla çevresini donatmaktır.
Rahmetli Nejat Eczacıbaşı, Türk iş hayatının bu farklılığını şöyle formüle ederdi:
- Gelişmiş dünyada önemli olan know-how’dır. Türkiye’de ise know-who önemlidir.
Meritokrasi mi nepotizm mi?
Sabah ile ATV’nin Turgay Ciner’in elinden alınıp TMSF’ye aktarılması da, bu çizgide değerlendirilmek durumunda şimdi.
Eriyip yok olmanın eşiğine gelmiş bir medya grubunu değerli hale getirip, rekabet pazarında ağırlıklı yere getirmek kolay değildir. Ciner döneminde Sabah ve ATV’de bu başarılmıştı.
Eğer bu grubun halka açılabilmesi mümkün olsaydı, herhalde Dinç Bilgin’in TMSF’ye olan yükümlülüklerinin karşılanabileceği mali kaynaklar da yaratılacaktı.
Ama olamadı ve TMSF geçen Nisan’da gruba el koydu.
Ciner de herhalde “kamu” ile davalı olmak yerine uzlaşmanın daha akılcı olacağını düşünüp, TMSF ile uzlaşmayı seçti.
Şimdi 5 Aralık günü Sabah-ATV’nin ihale yoluyla satışı var. Bu ihaleye katılacak grupların sayısının az olması ise, TMSF Başkanı Ahmet Ertürk’ü de üzmüşe benziyor.
Nitekim ihaleye olan ilginin beklentilerinin altında olmasını yorumlayan Ertürk, 1.1 milyar dolarlık muhammen bedelin altındaki bir teklifin kabulünün mümkün olmadığının da altını çizerek, talebin azlığı konusunda şunları söylemiş:
- Nedenler arasında yüzde 25 yabancı sınırının varlığı, uluslararası kredi piyasalarındaki daralmanın getirdiği şartlar ve finansal kurumların medya sahipliğiyle ilgili getirilen kısıtlamalar var.
Özel yaşamda da “pire için yorgan yakmak” açısından ele alınacak böyle tepkisel kararlar sonucu ailelerin dağıldığını, ortaklıkların bozulduğunu, dostlukların düşmanlıklara dönüştüğünü sık sık görmüyor muyuz?
Düşünün ki bir ay önceki terör eylemlerine karşı duyulan toplumsal öfke devlet katında da tepkisel kararlara dayansaydı, şu an Türk-Amerikan ittifakı sona ermiş ve Türkiye Irak topraklarındaki sonu belli olmayan bir sıcak savaşın içine girmiş durumda olurdu.
DTP’nin kapatılması konulu istemin de, aynı açıdan tartışılması gerekiyor.
Neticede hemen hepimiz DTP’nin söylemleri ile PKK’ya adeta destek vermesini her açıdan eleştiriyoruz. DTP sözcüleri önümüzdeki tarihi fırsatı adeta bilinçle ıskalıyorlar.
Ancak aynı anda DTP’deki sertleşmenin belirli bir siyasete Türkiye Cumhuriyeti’ni yönlendirmek amacını taşıdığı ve bu sertleşmenin kaynağının demokratik ve meşru siyaset zemini dışından geldiğini de, çoğumuz hissediyoruz.
Tıpkı PKK’nın terör eylemleri ile Türkiye’yi Irak topraklarına çekmeyi planlaması gibi bir durum gündemde olabilir.
Bu meseleyi İlter Türkmen’in Hürriyet’teki gözlemi ile noktalayalım:
- 1980’den beri şu veya bu şekilde DTP çizgisinde olan altı parti kapatılmış, fakat bu kapatmaların hiçbiri terörle mücadeleye katkıda bulunmamıştır.
İnternet sitelerindeki “Bu çift ayrılsın mı ayrılmasın mı?” konulu anketlere binlerce kişi katılıp görüş belirtti.
Sonunda bu çiftin birlikteliklerini sürdüreceklerini de, gerek gazete haberlerinden, gerekse televizyonların magazin programlarından öğrendik.
Bu arada birlikteliğin devamına ilişkin gelişmelerin, İzmir’deki bir eğlence mekanında sahnelendiğini ve çiftin birbirlerine karşı muhabbetlerini 600’er şişe şampanya açtırarak gösterdiklerini de öğrendik.
Bu konuya ilişkin Hürriyet’teki son haberi aynen aktaralım:
1850 şişe şampanya açıldı
- Armağan Uzun'un İzmir'de sahneye çıktığı mekanda açılan 1850 şampanya çok konuşuldu. Hatta açılan şampanyaların gerçek olmadığı iddiaları da ortaya atıldı. Mekan sahibi Mehmet Karaaslan bu dedikoduları yalanlayarak