Kanat Atkaya

Mehmet Altan niye işinden oldu?

31 Ocak 2012
YAKIN dönemde, kamuoyunda AKP hükümetini desteklediği düşünülen iki medya ünlüsü işinden oldu. Muhalif kimliğiyle tanınan televizyon ve gazetecilerin (Banu Güven, Ruşen Çakır vb.) başlarına bu tür işlerin gelmesi “normal”(!) kabul ediliyor.
Peki ya Mehmet Altan ve Yiğit Bulut?
* * *
Yiğit Bulut görevden ayrılmasından sonra kısa bir açıklama yapmakla yetindi.
Bir ara Başbakan’a danışmanlık yapacağı söylentisi yayıldı ancak söylenti düzeyinde kaldı.
Mehmet Altan ise, Star’dan uzaklaştırılmasının ardından seri şekilde röportajlar veriyor ve sesini duyurmaya çalışıyor.
Mehtap TV’de AKP’ye oy verdiklerini duyurmuş olan, “liberal” kimlikleriyle tanınan Şahin Alpay ve Eser Karakaş’la yaptığı “Akıl Defteri” adlı programda da ayrılma sürecini özet olarak anlattı.
* * *
Mehmet Altan’ın Star’daki işini kaybetmesi yazdıklarını ve konuşmalarını yakından takip eden biri olarak benim açımdan sürpriz olmadı.
Daha önce de Mehmet Altan’ın Akıl Defteri’ndeki hükümet eleştirilerinden bu sütunda bahsetmişliğim var.
AKP’yi destekleyen yazarların çoğundan (belki hepsinden) farklı olarak can acıtabilecek, can sıkabilecek noktalara dokunuyordu.
Mesela “Niye 2010 yılı haziran ayı itibariyle, lojman sayısı 2009 yılının aynı dönemine göre 6 bin 392 adet arttı?” diye soruyordu.
Mesela “Japonya’da 10 bin, Fransa’da 9 bin makam aracı varken niye Türkiye’de 83 bin küsur araç var?” sorusunu yöneltiyordu.
Mesela “AKP Ankaralılaştı” eleştirisini getiriyordu.
Muhalif kabul edilen bir yazarın kaleme alması durumunda Başbakan’ın “Salı fırçası”ndan payına düşeni alacağı (kaldı ki kardeşi Ahmet Altan hem bu fırçalardan hem de tazminat davalarından payına düşenle mücadele ediyor) eleştirilerinin dozu ve sıklığı artıyordu.
Söyledikleri doğru olmasa bu kadar rahatsızlık yaratmazdı herhalde.
* * *
Peki niye işinden, köşesinden uzaklaştırıldı Mehmet Altan?
Bir talimatla mı?
ANF’ye verdiği röportaj yüzünden mi?
Star hakkında söyledikleri, yazılarının azaltılması veya başyazarlık payesinin Fehmi Koru’ya doğru uzatılmasından mı?
Belki biri, belki hepsi...
Bu soruya en iyi cevabı yine Mehmet Altan verebilir.
Vermiş de zaten.
Bağımsız internet gazetesi t24’den (www.t24.com.tr) Hazal Özvarış’a verdiği röportajdan satırlar “cımbızlıyorum”.
Cımbızlamadığım kısımları da bir şekilde okumanızı tavsiye ederim.
Bir dönemin, bir medya fotoğrafının kafanızda netleşmesi bakımından...
* * *
“Çizgilerin başında, eleştiri yapmamak geliyor. Dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldi. Ayrıca, yapılan olumlu icraatları alkışlamak da yetmiyor.”
“Bu zeminde konular ikiye ayrılıyor; ya CHP’yi ağır bir şekilde topa tutabilirsin ya da eskisi kadar olmamakla birlikte, askeriyeyi eleştirmeye devam edebilirsin.”
(“Neler yazılamıyor?” sorusu üzerine) “Örneğin, Şike Yasası... Van’da 70 bin kişi hâlâ bu soğukta çadırlarda yaşıyor... Mesela Deniz Feneri bir tabudur... Hrant Dink cinayetinin 5 yıl süren dava seyri, bu konuda üstünde şüphe olan bütün bürokratların terfi ettirilmesi ya da iktidar partisinden siyasete atılması... Bunların üzerine gidilmesini istemeyen bir ileri demokrasi olabilir mi?” Uludere gibi Türkiye tarihinin en trajik olaylarından birini medya görmezden gelebildi. Bu çok ürkütücü bir şey. Belli ki birisi düğmeye bastı. Demek ki biri, Türkiye medyası için düğmeye basabiliyor. O zaman, bunun tek parti rejiminden ne farkı var?
(“’Siyasi baskıyla ilan toplamak’ ifadesini açar mısınız?” sorusu üzerine) “Bir medya mecrasına normalde ilan vermeyecek olanların ya da iktidarın manyetik alanında olanların mecburen verdiği ilanları kastediyorum. Ziyan, böylece finanse ediliyor?”
“Mesela, Deniz Feneri hakkında bir haber bulacak olursanız eğer, bu ancak savunma düzeyinde bir yazı olur, haber olmaz. Bu konu, Uludere ve şike gibi bir tabudur. Hükümet neye kızıyorsa, oraya otosansür giriyor. Meslek ilkeleri yerine ‘hükümet buna kızar, buna kızmaz’ anlayışı devreye giriyor...”
(“Müdahale nasıl gerçekleşiyor?” sorusu üzerine) “Birisi komiserlik yapmaya başladığı vakit yaşanıyor.”
“Genelkurmay Başkanı size karşı değilse, MİT kontrol altındaysa, o zaman ‘Niye kıpraşacağız, bize biat var’ anlayışı büyük tehlike doğuracak bir anlayış. Buna ister köpürsünler, ister köpürmesinler. Ben, rövanşist bir anlayış görüyorum. Çünkü temel mevzuat, 12 Eylül rejiminin yapısal konumu değişmiyor.”
Yazının Devamını Oku

En kötüsü bu olmalı

29 Ocak 2012
GALATASARAY niye kaybetti? Basit ve özet cevap elbette kötü oynadığı için.

Biraz daha detay istiyor tabii bu cevap. Hücumda savunmacı gibi, savunmada hücumcu gibi oynadığı için kaybetti.
Bu zor işi nasıl becerdi peki? Elbette üst seviyeye çıkan top kaptırmalarla, yerini bulması neredeyse mucizeye bağlı pas trafiğiyle, sağını solundan ayırt edemeyecek bir görüntü çizen futbolcu performansıyla.
Yani özetle, kazanma ve iyi oynama evresinde neleri doğru yaptıysa, Bursaspor karşısında hepsini terse çevirdi.
Sercan, Riera, Selçuk gibi oyuncuların “korkunç” bireysel performanslarına takımın çoğu da ayak uydurunca yenilgi kaçınılmaz hale geldi.

***

Bursaspor ilk 45 dakika boyunca kaleyi bulamadı, bu işi ilk becerdiğinde golünü attı. Galatasaray ise ürettiği “pozisyonumsu”larda bile ayakta duramayan, tehdit yaratamayan taraftı.
Bu noktada Sercan’a bir bölüm ayırmak gerekiyor ki; sezonun kalan kısmında bu işle bir daha uğraşmak durumunda kalmayacağıma eminim.

Yazının Devamını Oku

Bir gazete bir rölyef

29 Ocak 2012
HÜRRİYET, 1 Mayıs 1948’de yayına başladığında, gazetenin merkezi Cağaloğlu’nda Cemal Nadir Sokak’taymış. Sanatın her türlüsüne ilgi duyan kurucumuz Sedat Simavi’nin mimarlığa olan tutkusunu yayınladığı dergilerde (Mesela 7 Gün) yer verdiği “ev planlarından” anlamak mümkündür.
Hürriyet’in kuruluşundan itibaren yaşadığı hızlı gelişim neticesinde daha büyük, daha modern bir binaya taşınması gündeme geldiğinde Ankara Caddesi’nde yıllarca gazeteyle özdeşleşen bina için hazırlıklara başlanmış.
Sedat Simavi’nin ömrü, temel harcını attığı bu binada çalışmaya yetmemiş.
13 Aralık 1953’teki görkemli cenaze töreninde naaşı kalabalık tarafından taşınırken arka planda kaba inşaatı tamamlanmış Hürriyet binası görülür fotoğraflarda.
O döneme göre gayet modern bir binadır; denir ki Sedat Bey, Cenevre seyahatinde görüp beğendiği bir sigorta şirketi merkez binasını aynen yaptırmıştır.
Bina tamamlanmıştır aslında ancak ön tarafta bir tahta perde vardır hâlâ. O tahta perdenin arkasına bakacağız...
* * *
Mesleğe başladığım yıllarda gazeteler Cağaloğlu’ndan ayrılmaya hazırlanıyordu.
Birkaç yıl, bugün lüks bir halı ve mücevherat mağazası olan meşhur Hürriyet binasında dirsek çürütmüştüm.
Çalışmaya başladığım ilk gün, çocuksu bir merakla bina girişinde, ön cepheyi kaplayan tunç rölyefi incelemiştim.
Hikâyesini öğrenmem biraz zaman aldı, anlatacağım da zaten.
Ama yıllarca gazetedeki çalışma arkadaşlarıma yaptığım testi size de yapayım.
“Toplam kaç kişi vardır o rölyefte?”
Bilmemeniz çok normal.
Her gün defalarca o harikulade rölyefin önünden geçerek binaya girip çıkan Hürriyet çalışanlarından doğru cevap veren çıkmadı bu zamana kadar.
Cevabı vereyim hemen, toplam 11 kişi görürüz rölyefte.
* * *
Ya hikâyesi?
Muzaffer Gökman’ın hazırladığı, 1970 baskısı “Sedat Simavi. Hayatı ve Eserleri” kitabından aynen aktarayım:
“Bâbıâli Caddesi’ndeki Hürriyet Gazetesi binası önünden geçenler bir kabartmayı (rölyef) daima merakla seyrederler. Bâzı okuyucular bu kabartmanın taşıdığı mânayı sık sık sorup öğrenmek isterler.
Tunçtan yapılan bu kabartmanın fikri Sedat Simavi’nindir.
Eseri heykeltıraş Hüseyin Anka yapmıştır. Mânası ‘Karanlıklardan aydınlığa’dır.
Ortadaki genç kadın ve erkek aydınlığı temsil etmektedir.
Kadın, sağ eliyle karanlıkta kalanlara uzattığı tastan alevli ışık saçmaktadır.
Karanlık gruptan çocuk ve onun yanındaki erkek ışığa yönelmişlerdir. Arkadaki üç kişi henüz kararsızdır.
Sağ taraftakiler: aydınlıkta olanlar.
Oturan kadın kültürlü; ortadaki genç çalışmayı, kadın ve çocuk ise sulh ve sükûnu temsil etmektedir.”
İşte bizim rölyefin anlamı budur.
* * *
Heykeltıraş Hüseyin Anka Özkan’ı da anmak gerekiyor bu noktada.
1909-2001 yılları arasında yaşayan Cumhuriyet’in ilk kuşak heykeltıraşlarından olan Özkan, Anıtkabir’in girişindeki kadın-erkek heykel grupları ve aslanların, Ankara DTCF’deki Mimar Sinan heykelleriyle tanınmıştır en çok.
Tarzının dışında olsa da Gümüşsuyu Parkı’ndaki “Yankı” heykelini severim. 1973’te yapmıştır Cumhuriyet’in 50’nci yılı için, yıllarca üzerine yazılar yazılmış, günlük hayatın vandalizminden temizlenerek kurtulmuş, yine bozulmuştur filan, ancak ayaktadır.
Rahmetli Sakıp Sabancı’yla harika bir hikâyeleri vardır, onu da anlatmadan geçmeyeyim.
Sakıp Bey Emirgân’daki Atlı Köşk için atölyesi de Emirgân’da olan Hüseyin Anka Özkan’dan bir ön çalışma yapmasını ister.
Özkan masrafları hesaplayıp getirince Sakıp Bey “Yahu bu atın canlısı ne kadar ki?” diye şaka yollu isyan eder.
Hüseyin Anka da şaka yollu espri kontenjanından cevap verir: “Sakıp Bey, o zaman canlı at konulsun bahçeye!”
* * *
Orhan Koloğlu’nun “Bir Zamanlar Babıâli” kitabında 1993’te rölyefin Hürriyet binasından sökülüp taşınmasının fotoğrafları vardır.
1993’te Hürriyet Medya Towers’a taşındığında en güzel yere konuldu rölyef. Tam kapının girişinde, hak ettiği şekilde sergilendi. Şimdi Hürriyet için yeniden taşınma vakti yaklaştı.
Hürriyet Medya Towers’tan ayrılıp, rölyefimizi, bina koridorlarını bir müzeye çevirmiş tablolar, heykeller ve harikulade karikatürleri alıp başka bir binaya göçeceğiz. Gideceğimiz yeni binada yine aynı şekilde, özenle korunacağına eminim.
O 11 kişinin mesajını unutmadan, unutturmadan.
Yazının Devamını Oku

Dayan A.Gücü

26 Ocak 2012
FATİH Terim, ligde zor günler yaşayan rakibine karşı kadronun gediklileri yerine yedek ağırlıklı bir kadro sürdü.

Yoğun maç temposunda Selçuk, Hakan Balta, Ujfalusi, Melo (son ikisi daha sonra oyuna dahil oldu) gibi isimlere biraz nefes aldırmak elbette iyi fikir.
Galatasaray ilk 9 dakikada 2-0’ı bulduktan sonra maçın rengi belli oldu.
Bu maçı “İlk 15 dakikada Galatasaray 100 başarılı pas yapmıştı, Ankaragücü ise 14” veya “Riera 2 gol bir asist yaptı” şeklinde okumak ayıp olur.
Niye mi?
Anlatayım.

* * *

MKE Ankaragücü’nün tarihini biraz bilmek, derin bir üzüntü duymaya yeter.Kurtuluş Savaşı’na cephane yetiştirmek için Anadolu’ya geçen işçilerin temelini attığı bir kulüptür. Tarihi 100 yılı aşmış kulüplerimizdendir.

Yazının Devamını Oku

Savulun genel müdür Malkoç size gelebilir

24 Ocak 2012
MACERA başlasın... “Malkoçoğlu’nun sıcak nefesini teninde hisseden prenses bağırmayı, çabalamayı çoktan unutmuştu...”
Malkoç Abi’nin “kollarında eriyen” onlarca “ecnebi güzel”den birinin, meşhuuur “Lükres Borjiya”nın teslimiyet sahnesini okumuş bulunuyorsun sevgili okur.
Örnekler Malkoçoğlu maceraları kadar çoktur. Mesela “Çingene güzeli Silvana” da kendisini “Seninle bulunduğum her an ayrı bir heyecan yaşıyorum. Sende yaylaların vahşi rüzgârlarının ürpertisini, vadilerde ılık akşamların sarhoşluğunu buluyorum, oh Malkoçoğlu” diyerek bırakır kendisini kahramanın kollarına.
Ailelere örnek olacak, milli ve manevi değerlerimize uygun şekilde tabii.
Mesela Malkoçoğlu düşesten prensese, beyin kızından rahibeye kimi “eritirse eritsin” biz ya şamdan görürüz, ya kadife perde ya da ufuk çizgisi.

Taze Sinema Genel Müdürü Mesut Cem Erkul konuştu.
Bundan böyle Türkiye’de çekilecek filmlere verilecek destek konusunda açıklama yaptı.
Dedi ki “Eskiden kahramanlık filmlerine, tarihi Türk filmlerine gidilir, çıkıldığı zaman onun etkisinde kalınırdı. Bir Malkoçoğlu etkilerdi...”
Doğruluk payı var mı?
Kendi adıma konuşayım, var.
Etki genellikle çıtadan elde edilen kılıçlarla mahallede birbirimizin üstüne “Allah Allah...” diye hücum etmemiz, film çıkışında Cüneyt Arkın’dan aldığımız cesaretle abartılı yüksekliklerden kendimizi yere bırakmak, yiğitliğe “pis” sürdürmemek için canımız yansa da “Hiyaa!” diye koşmaya devam etmek şeklinde kendini belirtirdi.

Ayhan Başoğlu’nun çizgi romanı aracılığıyla popüler kültüre yatay geçiş yapan, 1960’larda Cüneyt Arkın’lı filmlerle sinemaya taşınan Malkoçoğulları aslında tarihte gerçekten yaşamış meşhur akıncı Türk ailelerindendir.
Levent Cantek’in editörlüğünü üstlendiği ve el altından hiç uzaklaştırmadığım “Çizgili Hayat Kılavuzu” adlı kitapta (İletişim Yayınları, 2002), Rukiye Karadoğan bu filmlerin ve kahramanlarının özelliklerini şahane toparlar:
“...Bir orduyu tek başına dağıtabilen, metrelerce yükseklikteki kalelere, surlara bir sıçrayışta ulaşabilen, aynı anda ve tek vuruşta onlarca düşmanı kılıçtan geçirebilen, beş ayrı yöndeki hedefi aynı anda fırlattığı beş okla vurabilen, cümle âlem kadınlarını kendisine hayran eden, bileği ve yüreği güçlü kahramanlar...”
Sinema Genel Müdürü’ne göre (kartvizit çok havalı olmuş ama tebrik ederim) “gişe ve aile filmi”ne örnek olacak Malkoçoğlu filmleri böyle bir şeydir işte.

82 sinemacı (Semih Kaplanoğlu’ndan Derviş Zaim’e, Kutluğ Ataman’dan Yeşim Ustaoğlu’na...) bu açıklamaya “sansür ve adam kayırma” diyerek tepki gösterdi.
Ahmet Turan Alkan, Zaman’daki sütununda, tepki gösteren sinemacılarla kendine has üslubuyla dalgasını geçerken “Kategorik bir alerji mevzubahis değil çocuklar” dedi ve Hıncal Uluç’un hep açık tuttuğu “Zaten anlaşılmaz filmler çeker bu entel tayfası” sancağının altına giriverdi.

Benim durumum ise karışık sevgili okur.
Malkoçoğlu, Battal Gazi filmleriyle büyüyen, eğlenen kuşaklardanım.
Ama siz bana bakmayın. Benim bu tarz filmlere aşkım başkadır. “Kilink Uçan Adama Karşı”dan “Kaplan Adam Dehşet Adası”na, “Yılmayan Şeytan”dan “Zagor Kara Bela”ya her tür ucuz ve eğlenceli filmi severim.
Ama Sinema Genel Müdürü (hâlâ anlayamıyorum sinemanın bir genel müdürü olmasını ya, her neyse) ortaya çıkıp, mührünü sallayarak “Daha da sanat filmleriyle uğraşmam. Bana gişe gerek gişe... Bana Malkoç gerek Malkoç...” dediğinde ben de Malkoç esintili bir “Savulun uleeyn!” çekip o 82 sinemacının cephesinde yer alırım.
Türk Sineması’nın gurur kaynağı filmleri yapan sinema sanatçılarına ayrımcılık ve haksızlık yapılırsa, benim tanıdığım Malkoç da, Battal da, Karaoğlan da ve hatta Tarkan da yardıma koşar.
Kilink (Killing) de gelir mi onu bilmem ama gelirse ona ayrıca sevinirim bu arada.
Bu kadar.
The End.
Yazının Devamını Oku

Kendi içinde bir başarı

23 Ocak 2012
ZOR bir maç olacağı belliydi Galatasaray için. Üst üste kazanan takım hem kadroda, hem de dizilişte zorunlu değişiklik yapmak durumundaydı.
Form ve katkı açısından üst düzeyde katkı sağlayan iki oyuncunun birden eksilmesi (Baros ve Eboue) 9 maçlık seriyi başlatan sihirli “4-4-2”nin de rafa kalkması anlamına geliyordu.
Yeniden formatlanan takımı zorlu, dirençli, tecrübeli isimlerle takviye edilmiş Eskişehir bekliyordu bunun üstüne.
Hem de buz üstünde...
* * *
Kendi oyununu rakibe dikte ettirmeye alışan Galatasaray kaygan zeminde hırslı rakip karşısında hamle üstünlüğünü rakibe hemen maçın başında bıraktı.
Baskı kuran değil baskı yiyen, rakibi sahasına hapseden değil sahasına hapsolmuş takım kıyafeti haliyle sırıttı Galatasaray’ın üstünde.
Uzun süredir “Kahraman santrfor rakip defansa karşı” pozisyonunda tek başına kalmamış olan Elmander topla bir türlü istediği gibi buluşamadı.
Nasıl buluşsun ki?
Onu topla buluşturacak elemanlar hem markajdan kurtulamadılar, hem de daha çok oyunun savunma kısmıyla mücadele etmek zorunda kaldılar.
Neticede 2012 model, gol makinesi Galatasaray, en az pozisyon bulduğu bir maç oynamış oldu.
* * *
Emre Çolak’ın formayı kaptığı günden bu yana en etkisiz maçını çıkartmasında şüphesiz rakipten çok hava ve zemin şartlarıyla mücadele etmesi etkiliydi.
Bu parlak gençle ilgili tek soru işareti “fiziksel açıdan daha güçlenmesi gerektiği” konusunda belirir ya; doğruluk payı olduğu aşikar.
Başta Muslera olmak üzere savunma hattında iyi bir performans sergileyen Galatasaray belki de bu sayede 1 puan alarak ayrıldı Eskişehir’den.
Kendi içinde bir başarı sayılır mı bu 1 puan?
Şartlara bakılırsa evet...
Yazının Devamını Oku

Alternatif prime-time

21 Ocak 2012
Biyolojik saatimi NBA maçlarına göre ayarlamış, mutlu mesut yaşıyordum. Ama maç Altın Küre ödülleriyle çakışınca işler karıştı Lokavt bitti, canımızın içi NBA başladı; yaklaşık bir ay kadar önce. Saat kurup uyanmaca, hazırlanan kahveyi uykusuzluğun etkisiyle fincan yerine mutfak tezgahına boşaltmaca, kedilere “Bakın bu bizim takım New York Knicks; gün yüzü göstermez adama fakat severiz” nutukları çekmece başladı.
Şikayetim var mı? Tabiii ki hayır!
Aslında dostum Kaan Kural’ı dinleyip bir ‘NBA League Pass’ alıp istediğim zaman istediğim maçı seyretmek daha akıllıca olabilir ama illa maçı oynanırken seyredeceğim.
Bünyenin ‘gündüz insan gece basket manyağı’ ayarlarına uyum sağladığı şu dönemde bir kapı da Avustralya’dan açıldı.
Sabaha daha yakın olduğumuz saatlerde başlayan Avustralya Açık maçları şu sıralar NBA’den biraz rol çalıyor açıkçası.
Fakat nedir, aşkla sevdiğimiz tenis turnuvası biter, yine NBA’e döneriz.
Hem zap marifetiyle ikisinin de kendimce hakkını vermeyi başarıyorum.
PEMBE PANTER KAÇMAZ
Ancak Altın Küre’nin yayınlandığı gece işler biraz karıştı.
Bir tarafta en kralından tenis, bir tarafta NBA, bir tarafta Ricky Gervais’li Altın Küre olunca sabaha karşı bir ‘alternatif prime-time’ veya ‘paralel prime-time’ ortamına ışınlanmış oldum.
Bir üçlük, bir ödül heykelciği, bir kesme vuruş...
Bir smaç, bir Meltem Cumbul, bir ‘ace’...
Bir Nash, bir Ricky Gervais, bir Wozniacki...
Alternatif prime-time’da hızımı ve dengemi tutturmuş giderken hayat her zaman olduğu gibi çalışmadığım yerden gelmeyi başardı ve zap sırasında ‘denk geldiğimde muhakkak seyrettiğim filmler’ kontenjanından bir adet ‘Pembe Panter’e yakalandım.
Baktım işler sarpa sarıyor, acil bir seçim yapmam gerektiğini anladım.
Ama bunu anlamam seçim yapmamı kolaylaştırmıyor.
Bir süre Peter Sellers’a gülerek düşündükten sonra “Bu prime-time beni aşar abi” şeklinde radikal bir karar aldım ve televizyonu kapattım.
Peki televizyonu kapattıktan sonra
uyudum mu?
DGMSF LİSTESİ
Hayır, oturup ‘denk geldiğimde muhakkak seyrettiğim filmler listesi’ (dgmsfl) yaptım.
Bu hadiseye, yani ‘degemesefele’ye, en iyi örnekler ‘Hababam Sınıfı’, ‘Şekerpare’ ve bazı Kemal Sunal filmleridir.
Arzu Film yapımları arasında ayırım yapmıyorum zaten.
Ne zaman görsem, o anda ne işle uğraşıyorsam bıraktığım ve yakaladığım yerden seyrettiğim filmler işte, konsepti siz de biliyorsunuz.
Bir süre önce Kevin Costner’ın oynadığı ve benim “Iyh!” demeden seyredebildiğim tek film olan ‘Dokunulmazlar’a denk geldiğimde yaptığım iş buydu mesela; okuduğum kitabı, beklediğim futbol maçını filan unutup direkt filme yatay geçiş (kanepenin güzellikleri) yapmıştım.
Başka hangi filmler için yaparım bunu?
Liste esasında çok uzun ama mesela ‘True Romance’ başladığında akan sular durur, suyun akıp akmadığı filan da umrumda olmaz.
‘True Romance’da Tarantino’nun parmağı (senaryo) vardır; arkadaşın ‘Rezervuar Köpekleri’ni düzenli olarak yıllardır seyretmeme rağmen, televizyonda görsem (dublaj olmayacak ama) yine takılırım.
‘Baba’lardan ilk ikisini peşi sıra üçer tur seyrettirsinler, gıkım çıkmaz.
Hayatımın filmini seçmem için baskı uygulansa büyük ihtimal ‘Big Lebowski’de karar kılarım. ‘Issız ada’da sinema ortamı yaratıp sadece ‘Dude’u seyrederek ömrümü nihayete erdiririm, zerre de sıkılmam.
Coen Biraderler’in başka güzellikleri için de benzer bir durum söz konusudur zaten...
Star Wars yakar gönlümü, Indiana Jones’un ilk iki filmi de öyle.
Scorsese’den sevdiğim film çoktur ama niyeyse After Hours’un yeri daha bir ayrıdır.
Kubrick ve Fellini, Kurosawa ve mesela Jean-Pierre Melville grip gibi, sezonsal şekilde girer hayatıma.
Bir filmlerine denk geldiğimde zincirleme şekilde diğer filmlerini de seyredip turumu tamamlamadan rahat edemem.
Örnek olarak Melville’den ‘Le Samourai’a mı denk gelindi, ‘Le Cercle Rouge’ da seyredilecek ‘Un Flic’ de, ‘Le Doulos’ da...
Neyse lafı uzattım, anladınız siz hadiseyi; şimdi Avustralya Açık’ta güzel maç başlıyor.
Alternatif prime-time kuşağına geçiş yapmalıyım...
Yazının Devamını Oku

Bugün yürüyeceğiz

19 Ocak 2012
SEN bu hayatı bir yol gibi yürüyorsun. Yürüyüşün düzgün olsun istiyorsun.
İnsansın elbette sen de hata yapıyorsun, yanlış yola sapıyorsun, kayboluyorsun, yanlış adres tarifi alıyorsun, yolunu değiştiriyorsun.
Ama amacın belli, düzgün yürümek istiyorsun.
Sen yürürken bakanlar “Ne kadar güzel, ne kadar doğru, ne kadar vicdanlı, ne kadar onurlu yürüyor” desinler istiyorsun.
Biliyorum, demin de söyledim ya her zaman olmuyor ama hep daha iyi bir yürüyüş olsun istiyorsun.

* * *
 
Zor bir yürüyüş bu.
Sadece kendi hatalarını, günahlarını taşımıyorsun sırtında.
Yürüdüğün zemin yani yaşadığın çağ, içine doğduğun dünya, sana önyargılar ve geçmişin günahları ve geleceğin sorumlulukları gibi yükler bahşetmiş ülken yolunu yokuş yapıyor.
Bu da yetmiyor, omuz atıyor ülken sana ha bire.
İyi niyetini, saf düşüncelerini, umutlarını cebren ve hile ile test edip duruyor.

* * *
 
2012.
Hrant Dink göz göre göre katledilmiş.
Adalet omuz atıyor, “Ne çetesi yahu? 3-5 milliyetçi çocuk” diyor, dalga geçiyor resmen, resmi olarak.
2012.
Hrant Dink’i öldüren, koruyan, gözeten, maşalarına ikbal kapıları açan zihniyet omuz atıyor.
Her şeyi bilenler, muhbirler serbest, gerçeği ararken maşa tutan elleri ürküten gazeteciler tutuklu.
“Demukraaasispor”un “Medyaspor”dan transfer ettiği kaleciler kedi yutmuş gibi uçuyor ve iktidarın gol çizgisinden top geçirmemek için hayatlarının maçını çıkarıyorlar.
Yedikleri gol sayılmıyor, hakem omuz atıyor.

* * *
 
2012.
Nâzım Hikmet’in “Gurbet Ölümden Beter” adlı şiir kitabına, “Gazetecilerin Hakları ve Meslek Sorunları” adlı kitabına filan “Örgüt üyeliğine delildir” denilebiliyor, iddianamelere geçiyor.
Polis omuz atıyor, “Nâzım kitabı suç delilidir” diyor, dalga filan geçmiyor. 

* * *

2012.
19 Ocak.
Bugün Hrant Dink için yürüyeceğiz.
Taksim Meydanı’ndan Agos’a kadar.
Saat 13.00’te.
5 yıl önce yürüdüğümüz yolu tersinden yürüyeceğiz yani.
Yenildiğimiz için mi?
Hayır.
Bir daha yürümek, daha düzgün yürümek, omuz atanlara “Biz bitti diyene kadar bitmeyecek bu yürüyüş” demek için.
Yürüyeceğiz.
Sessiz, slogansız, pankartsız.
Sizi de bekleriz.
Yazının Devamını Oku