Kanat Atkaya

Pink’in şarkısı

23 Şubat 2012
PINK Floyd’un “The Wall”u kulüp veya (Serdar Ortaç örneğinde gördüğümüz ve unutmaya çalışsak da unutamadığımız üzere) “vi dont niid no ecukeşyşın, hobaaa!” diyerek dingildemenin ötesinde manalar içerir.

Hem albüm, hem film olarak.
Film veya albüm üzerine yapılmış derinlemesine eleştiriler, analizler vardır; kitaplar yazılmıştır vesaire.
Eğitim sisteminden baskı rejimlerine, bireyin yalnızlığından “diğerlerinin” yıkıcılığına kadar pek çok alanda hem nalına hem mıhına vurur Pink Floyd.

* * *

Başta derin depresyon olmak üzere çeşitli ruhsal problemler ve bilumum travmalarla harmanlanmış rock yıldızı Pink vardır filmin odak noktasında.
Filmi seyredenlerin hemen hatırlayacağı konser sahnesine gelindiğinde Pink sahneye “alter ego”suyla yani Türkçesiyle “bir ben vardır bende benden içeri” kimliğiyle, Hitler/Mussolini karikatürü bir faşist diktatör olarak çıkar.

Yazının Devamını Oku

Bir “Ooof, off” molası?

21 Şubat 2012
SİZİN için dünkü gazetelerden bir haber ve bir köşe yazısı seçtim. Dayatılan gündemin dışında, “kullanıcının vicdan ayarlarını” kontrol etmesi gerektiğini hatırlatan bir haber ve bir köşe yazısı.
“MİT mi Emniyet mi, cemaat mi camia mı, şike mi değil mi, kurultay mı hazin bir dram mı” tarzı soruların gölgesinden çıkmasını, sesinin duyulmasını istediğim iki metin, iki “hadise”...
Leyla’nın ve Engin’in hikâyeleri.
“Gelecek nesil dindar mı olur, tinerci mi” kapsamında da okuyabilirsiniz tabii, gündemle dirsek temasını kesmemek konusunda ısrarcıysanız.
* * *
Kürşat Bumin’in dünkü Yeni Şafak’ta yayınlanan “Zalim dünya: Dirisi ancak 457 lira, ölüsü ise 36 bin lira ediyor” başlıklı yazısını baştan sona okumanızı gönülden dilerim.
Devrin, konjonktürün vicdanıyla değil kendi vicdanıyla konuşan, kelimelerine çok değer verdiğim bir yazardır Kürşat Bumin.
Dün, Engin Çeber’in hayatına “bilirkişi” tarafından biçilen değeri sorguluyordu.
Kimdi Engin Çeber?
Ekim 2008’de, Metris Cezaevi’nde işkencede öldürülen genç. Suçu, dergi dağıtmaktı.
Devlet aldı, ölüsünü verdi ailesine Engin’in.
* * *
Davanın seyri ayrı bir dram; ama Bumin’in dikkat çektiği “hesaplama”yla hepimizin, başta da ülkeyi yönetenlerin yüzleşmesi gerekiyor.
Bumin’in yazısından aynen aktarıyorum işkencede öldürülen Engin’in hayatının bedelini ve nasıl hesaplandığını:
“...Peki ‘bilirkişi’ 36 bin liralık bedele hangi hesap-kitaptan sonra ulaşmış. İşin bu yönü daha da kabul edilemez türden. ‘Bilirkişi’ şöyle bir hesap yapıyor; Engin Çeber öldürüldüğünde 29 yaşında işsiz bir gençtir; Çeber yaşasaydı “istatistiklere göre” önünde 38 yıl ömrü olacaktı. Emeklilik için yaş haddi memurda şu kadar, işçide bu kadar olduğuna göre, Engin 31 yıl sonra emeklilik hakkını alacaktı; Çeber (yaşasaydı) muhtemelen evlenecek ve iki çocuk sahibi olacaktı; geliri de 467 liradan ibaret olurdu; böylece (yani Çeber yaşasaydı) babasına 17, annesine 20 yıl bakabilecekti; bu durumda annesine 19 bin 359, babasına ise (erkekler kadınlardan daha az yaşadığı için!) 16 bin 911 lira düşerdi. Demek ki 36 bin lira tazminat bu hesabın kapatılması için en makul rakamdı...”
* * *
Vicdanlar bu noktada bir “Ooof, of!” çeksin, yolumuza Leyla’nın hikâyesiyle devam edelim.
* * *
Leyla Yalçınkaya, Erzurum’un Bağlarbaşı beldesinde yapılması planlanan hidroelektrik santralına karşı çıkanlar arasındaydı.
Ailesiyle, akrabalarıyla, köylüleriyle birlikte HES’e karşı çıkmak için düzenlenen protesto eylemine katıldı.
Leyla eyleme katıldığında 17 yaşındaydı.
Hakkında dava açıldı, Tortum Sulh Ceza Mahkemesi, o günlerde haberlere yansıyan bir ceza aldı: “HES çalışma alanlarında bulunmama ve eylemlere katılanlarla görüşmeme...”
Ne anlama geliyordu bu ceza örnek vereyim.
Leyla’nın “görüşmesi yasaklanan” isimler arasında akrabaları, hatta babaannesi bile vardı!
Leyla babaannesiyle görüşemiyor. “Mecbur kalırsa”, üçüncü şahıslar aracılığıyla haber yolluyorlarmış birbirlerine.
Mesela “Bayram” mı geldi. Leyla görüşmesinde halen sakınca bulunmayan birine “Babaaneme iyi bayramlar diliyorum” diyor, o şahıs gidiyor dileğini iletiyor filan...
Niye?
Babaanne de eylemci çünkü!
Şimdi Leyla için, 17 yaşında bir kız için jandarmayı dövdüğü iddiasıyla 3 ayrı dava daha açıldı; 9 yıl hapsi isteniyor.
Dünkü Cumhuriyet’in bu haber için seçtiği başlık şöyleydi:
“Bak şu Leyla’nın yaptığına!”
* * *
Bir “Ooof, of!” arası daha verelim mi?
* * *
Cezaevlerinde onlarca, yüzlerce öğrenci var. Gelecek nesil nasıl olacak kestirebilene aşk olsun.
Ancak bu manzaraya bakıldığında toprağını korumayan, dergi dağıtmayan, konser afişi asmayan, parasız eğitim talebini pankartla duyurmayan, kampus içinde yumurtayla gezmeyen gençler daha bir şanslı olacak sanki.
Son bir “Ooof, of” molası ister miyiz?
Ben de öyle düşünmüştüm.
Of!
Yazının Devamını Oku

Montaigne’in kulesi

19 Şubat 2012
AVUSTURYALI yazar ve düşünür Stefan Zweig, doğduğu ülkeden binlerce kilometre ötede, Brezilya’da bir otel odasında eşiyle birlikte hayatına son vermişti. 1942 yılının Şubat ayının son günlerinde otel odasına girenler yatağa uzanmış Stefan ve elini onun göğsüne koymuş eşi Lotte’yi huzurlu bir uykuda sanmış olmalı.
* * *
Kitaplarını yakan, düşüncelerini ve bedenini ortadan kaldırmaya niyetli Nazi Almanya’sından kaça kaça Rio de Janeiro’ya kadar gelmiş olan Zweig, “çağının dehşetine” daha fazla dayanamayarak bu “kesin ve özgürleştirici” kararı almıştı.
Zweig’ın ölmeden hemen önce yazdığı (büyük ölçüde tamamladığı) son denemelerden birinin “Montaigne” üstüne olduğunu, Ahmet Cemal’in harika çevirisiyle dilimize kazandırdığı kitabı okuyana kadar bilmiyordum.
Kitabı bu hafta edindim, önce çabucak, sonra notlar çıkartarak okudum, eşe dosta tavsiye ettim.
“Yaşadığı çağdan ve dünyadan” kaçmak hissiyle dolup taşanların (da) faydalanabilecekleri kitabı okumanızı isterim doğrusu.
* * *
Zweig’ın son denemesinin “Montaigne” üzerine olması tesadüf değil elbette.
Rönesans’ın parlak ışıkları altında doğan ancak hemen ardından gelen kanlı mezhep savaşlarına, büyük katliamlara, bağnazlığa şahit olarak büyüyen Montaigne...
İki dünya savaşına, baskı rejimlerinin yükselişine ve takvim yaprakları insan kanıyla yazılan bir tarih dönemine şahit olarak umutsuzluğa sığınan Zweig...
Zweig’ın Montaigne’e sarılmasını Ahmet Cemal önsözde şöyle özetliyor:
“...her türlü özgürlük anlayışının yerini kan kokan yeni bağnazlıklara bıraktığı bir dönemde insanlığını korumakta hâlâ kararlı olan insan ne yapabilir? Nereden yardım alabilir? Nasıl bir insanlık ve erdem anlayışının surlarının arkasına çekilebilir? Her şeyden önce insanı insan kılan değerlere ve ideallere yeniden bağlanabilecek gücü nasıl ve nereden bulabilir?...”
* * *
Montaigne, kökleri tüccar olan bir aileden geliyor. Babasının dedesi öngörü sahibi bir adammış.
Biriken sermayesiyle ailesine asalet satın almanın yolunu açmış.
Nasıl mı? Montaigne Şatosu’nu Bordeaux başpiskoposundan satın alarak.
Montaigne’in babası da o döneme göre öngörü sahibiymiş. Ticareti bırakıp “kahraman bir şövalye” olmuş ve ailesine unvan kazandırmış.
Montaigne doğduğunda zengin ve asil kabul edilen bir ailenin çocuğudur.
Babasının tuhaf ama iyi sonuç veren bir pedagoji anlayışı varmış doğrusu.
Oğlunu bir sütanne yerine orman köylülerine vermiş; 3 yaşında geri almış ve Fransızca’dan çok Latince konuşulan, sabahları ruh sağlığı iyi olsun diye baş ucunda keman ve flüt çalınarak uyandırıldığı bir ortamda büyütmüş.
Sonra dönemin iyi bir okulu. Fakat Montaigne okuldan, öğretilenlerden, öğretilme şekillerinden hiç mi hiç hoşlanmaz.
* * *
1568’de babası ölür; şato ve ahalisi ve sorumluluklar Montaigne’e kalır.
O sıralarda yine bir aile mirası gibi üstünde duran birtakım resmi görevler ve unvanlar vardır; yüksek mahkeme üyeliği vb.
1570’te o görevleri satış yoluyla devreder (normal uygulama), şatoda kullanılmayan kuleyi gözüne kestirir, ilk katını yatak odası ikinci katını kütüphaneye çevirir.
Montaigne içindeki “Ben”i, içindeki “özgür insan”ı arama işine bu kulede, Goethe’nin “iç kale” dediği yeri bir nevi mimari olarak da canlandırdığı sığınağında başlar.
10 yıl kendisini rahatsız eden her şeyden -başta ailesinden- istediği zaman uzaklaşabildiği, ara sıra “Hayata bi bakıp çıkacaktım” şeklinde yaşar.
Tavan kirişlerine 54 özdeyiş yazar, kafasını kaldırdığında kılavuzu olacak yıldızlar misali. Hepsi Latince’dir, sonuncusu hariç. Kendi dilinde, Fransızca yazan o söz: “Ne biliyorum?”dur.
* * *
Sıkıldığı kitabı yarım bırakır, şiir ve tarih sever ama yazmayı beceremediğini, kötü bir taklitçi olduğunu kabul eder. Belli bir görüşü yoktur; bir dogmaya yapışmaz. Aradığı tek şey vardır; “içindeki özgür adam”...
Henüz yaşarken defalarca yeni baskısı yapıldığına şahit olduğu meşhur “Denemeler”i burada kotarır, rehberi kitaplara yaslanarak.
* * *
Yaşadığı çağdan yorulduğunu, ezildiğini hisseden...
Yükselen şovenizmi, şiddeti, iktidar savaşlarının acımasızlığını, kanla şekillenen dünya haritasını gören insan ne yapmalı?
Ben bir kule tasarlıyorum açıkçası...
Size de işe bu kitabı okumakla başlamanızı önerebilirim şimdilik.
Endişesiz pazarlar...
(“Montaigne”, Sfetan Zweig, Çeviren: Ahmet Cemal, Can Yayınları, 2012)
Yazının Devamını Oku

Zorlu viraj öncesinde

18 Şubat 2012
G.SARAY, cebini, deposunu doldurarak girmesi gereken zorlu bir döneme başlıyor önümüzdeki hafta.

Beşiktaş maçıyla başlayacak bu dönemi ilk devrede üstün başarıyla geçerek liderliğe yükselmeyi ve yerini perçinlemeyi başarmıştı. Dış saha maçlarında gösterdiği başarıyı kendi seyircisinden esirgeyen Mersin ekibi karşısında alınacak 3 puan, zorlu dönem öncesinde gardını düşürmediği mesajını vermesini de sağlayacaktı Galatasaray’ın.

***

Orta sahada Melo’nun yerine Ceyhun monte edilmişti. Çalışkan bir dörtlü olarak dikkat çekti Engin-Selçuk-Ceyhun-Emre dörtlüsü. İlk yarı sona erdiğinde takımın en çok koşanları bu dörtlüydü.
Maçın 15. dakikasından itibaren rakibine üstünlük kurmayı başaran, pozisyon üretmeye başlayan ve bu sırada kalesinde hiç tehlike yaşamayan lider, 25. dakikada kâbusla, hemen ardından da golle tanıştı.
Elmander’in sakatlığı, bu zorlu süreç öncesinde yürek daraltacak bir gelişme ki; üstüne ikinci yarıda Engin’in sakatlanması geldi birde. Orta saha prodüksiyonu olarak gelişen (Ceyhun kaptı, Engin servis yaptı) atağın Necati’nin kafa vuruşuyla gole çevrilmesi G.Saray’ın elini rahatlattı. Risk almadan ilk yarı tamamlandı, ikinci yarının başında Mersin İdmanyurdu 10 kişi kaldı ve maç kağıt üzerinde iyice G.Saray tarafına devrildi.

***

Ancak 10 kişi kalan Mersin takdir edilmesi gereken bir direnç gösterdi ve maç boyunca yere yatmak zorunda bile kalmamış olan Muslera’yı bir duran top organizasyonunda avladı. 75’te yenilen golün ardından G.Saray kazanma refleksini hemen gösterdi. Necati’ye yapılan penaltı (Selçuk gol yaptı) ve yine Necati’nin takipçiliğiyle gelen üçüncü gol endişe bulutlarını dağıtıverdi. Yuvasına dönen Necati’nin son iki deplasman maçını kazanmak yolunda sağladığı katkı, Eboue’nin dönüşü, Ceyhun’un sürekli 11 oyuncusu gibi katkı sağlaması G.Saray açısından 3 puanla gelen ve 3 puanı getiren “bonus”lar oldu.


Yazının Devamını Oku

Evinde gitarın var mı

18 Şubat 2012
Müzik yapıyor musunuz? Benim gibi ‘kabiliyet düşmanı’ değilseniz, enstrüman çalabiliyorsanız, şarkı söyleyebiliyorsanız diyeceklerim var. Veya özetle Bulutsuzluk Özlemi’nin güzel şarkısındaki gibi samimi tondan sorayım: “Evinde gitarın var mı? Gidelim öyleyse...” Çünkü Roxy Müzik Günleri başlıyor!

Tuborg Roxy Müzik Günleri bu yıl 17’inci kez düzenleniyor.
Jüri üyeliğinden köşe bucak kaçan biri olarak dört (yoksa beş mi oldu?) yıldır şeref duyarak görev yaptığım bir yarışma.
Ekipteki (jüri) elemanlar sevdiğim arkadaşlarım, müziklerine ve yaptıkları işlere hayranlık duyduğum tipler.
Bu yıl jüri sahaya şu kadroyla çıkıyor: Taner Öngür, Kaan Yüceil, Harun Tekin, Aylin Aslım, Koray Candemir, Murat Hasarı, Ömer Ahunbay, Hakan Tamar, Ece Duyar, Oğuz Kaplangı, Hakan Özer, Özge Fışkın, Haluk Polat, Metehan Mert Çakır, Ceylan Ertem, Siyabend Suvari ve Turgay Gülaydın.
Başvurular 13 Şubat’ta başladı, 28 Mart’a kadar da sürecek.
Finale kalanları 16-17-18 Nisan’da canlı olarak dinleyeceğiz.
Dereceye girenler de 20 Nisan’da açıklanacak.

BİRİNCİ ROSKILDE’YE

Yazının Devamını Oku

‘Su bile yok’ haberciliği

16 Şubat 2012
SİLİVRİ’de, kamuoyu tarafından “Şike Davası” olarak anılan davanın ilk gününü takip etmek için yola koyulan gazeteciler arasında Hürriyet’in “4 Yüz”ü de vardı.

Enis Berberoğlu, Ertuğrul Özkök, Sedat Ergin ve Ahmet Hakan.

Bu dörtlü Silivri’ye gitti, davayı yerinde izledi, katılacağınız veya katılmayacağınız şekilde görüşlerini yazdı.

Peki bu “hadise” medyaya nasıl yansıdı?

“Hürriyet’in ağır topları Silivri’de meteliksiz kaldı.”

Yazının Devamını Oku

Keser mi o ceza Jet Fadıl’ı?

14 Şubat 2012
FEZADAN zumlayarak, bir meteorun bakış açısıyla yaklaşıyoruz dünyaya.

İstikamet İstanbul.
Rehberimiz olan dış ses, tok bir tonda durumu açıklıyor:
“Bir tarih yazılıyor.
Yıl 1452, Rumelihisarı... Yıl 2012, kaprisgold sarayı...”
“O ne ki, neresi ki?” demekte acele etmiyoruz lütfen...
Fatih’in otağ kurduğu Bayrampaşa’da yeni bir saray inşa edildiğini öğreniyoruz.
Hemen almamız gereken, kral gibi yaşayacağımız, 7 yıldızlı daireler.

Yazının Devamını Oku

Play-Off'ta görüşelim

12 Şubat 2012
GALATASARAY açısından önemli bir direnç noktasıydı Kayserispor maçı... Yalpa vurduktan sonra yoluna devam etmek açısından geçen hafta skor ve puan manasında mesafe kat eden lider, perçinleme işlemi için bu maça ihtiyaç duyuyordu. Kayserispor ile neredeyse her sezon yaşanan transfer gerilimi, maçın bilinmezler hanesine bir çentik daha atmıştı. Nitekim Kayserispor, yüksek dirençle ve tehditkar bir oyunla başladı. Golü bulana kadar Galatasaray’ın kuvvetli bir pozisyonu pek yoktu. Ancak bu süreçte, gerek Muslera, gerek defans bloğu maksimum olmasa da iyi bir performans göstererek direnmeyi, oyunun kontrolden çıkmasına sebep olabilecek kazaları önlemeyi başardı.
Riera’nın ortasında Melo’nun kafasıyla gelen gol, o dakika itibariyle maçı çözecek pozisyon gibi algılanmamış olabilir. Ancak önemli bir hamleydi. Devamında Galatasaray, hem fiziksel hem zihinsel olarak, sahada kalmayı ve istediği oyunu dikte ettirmeyi başardı. Bu biriken 3 puanların önemi, elbette play-off sürecinde ortaya çıkacak. Ancak mesela Beşiktaş’ın giderek uzaklaştığı ve Fenerbahçe’nin de titrek bir deplasman performansı sergilediği düşünülürse, bu galibiyetin anlamı daha da büyür.
Galatasaray’ın serinkanlılığı ve mental performansının iyi olduğunu göstermesi, bu maç açısından kazanç hanesine yazılacak iki artı puandır.
Orta ve uzun vadede, kulüp içi streslerin takıma direkt olarak yansımadığını düşünmek de mümkün... Bu ne kadar gerçektir, zaman gösterecek. Ancak Galatasaray’ın kurtuluş veya direniş formulünün Fatih Terim ve yönetim hattından geçtiğini anlamak gerek.
Muslera gerçeği
Bu maç özelinde konuşmuyorum. Fakat kulüp içindeki ayrılık rüzgarları, can sıkıcı. Eğer hedeflerinden bu gibi hadiselerden dolayı uzak kalırsa takım, açıklamak çok zor olur.
Bireysel performans meselesine girmek gereksiz. Fakat Galatasaray’ın çok iyi bir kaleci bulduğu gerçeği, Muslera’nın Kayserispor karşısındaki performansıyla tekrar doğrulanmış oldu. Orta sahada Selçuk-Melo ikilisinin direncinin bu takım için bir numaralı öncelik olduğunun ortaya çıkması gibi...
Yazının Devamını Oku