Kanat Atkaya

Düşmeyecektin Suriye!

12 Nisan 2012
BİR varmış bir yokmuş.

Bundan -mesela- sadece 5 yıl önce Suriye özgürlük, demokrasi, insan hakları alanlarında dillere destan bir ülkeymiş.
Bakmayın 2007’de insan hakları raporlarında “worst of the worst” yani “en beterin daha beteri” ülkeler arasında gösterilmiş olmasına.
Herkes bir özgürmüş, bir özgürmüş...
Muhalefete, basına, azınlıklara tanınan özgürlüklerin büyüklüğünü gören İsveçli, Norveçli isyan eder, ayaklanırmış “Hani bize? Hani bize?” diye.
O derece...

Bir varmış bir yokmuş.
2007 Nisan ayında bu özgürlükler diyarıyla ülkemizin arası da ballı börek, çanlı çörek kıvamındaymış.

Yazının Devamını Oku

Hızla eksiliyor güzel insanlar

10 Nisan 2012
HIZLA eksiliyor güzel insanlar.

Dün sabah Meral Okay’ın haberi ulaştığında böyle düşündüm.
Eksilenleri aynı hızla doldurabiliyor muyuz toplum olarak, şüphem büyük...
Meral Hanım’la tanışıklığımız vardı, son olarak birkaç hafta önce telefonda konuşmuştuk.
Ancak Meral Okay’ı anlatacak, büyük yüreğini daha iyi tanıyan onlarca, yüzlerce dostu var.
Büyük dostluklarını uzakça bir yerden izleme şansım olmuştu; ardında onu tanıdığı için bahtiyar ancak kaybetme hissiyle perişan bir dost meclisi bıraktığını biliyorum.
Hepsinin başı sağ olsun.

Sadece son 12 ay içinde ne kadar çok eksilmişiz.

Yazının Devamını Oku

Dünyayı sallayan kara kutu

8 Nisan 2012
ZAMAN tünelinden 1960’ların başındaki bir durakta inmemiz gerekiyor önce. Batı Londra’da, Hanwell’dayız.
Küçük müzik mağazasının kapısından uzun saçlı, tepeden tırnağa simsiyah giyinmiş, “arıza” bir tip giriyor.
Dükkânın sahibi adam “Buyurun” diyor, “nasıl yardımcı olabilirim?”
Uzun saçlarının arasından sadece sivri burnu ve ağzı görülen genç adam ağır ağır, tane tane konuşarak cevap veriyor:
“Siyah bir kutu yapmanı istiyorum senden.
O kutuya gitarımı bağlamak ve mümkün olduğunca gürültü çıkararak fikrimi, zikrimi, kalbimi, ruhumu, ciğerimi, ömrümü dökmek istiyorum.
Eğer istediğim kutuyu yapabilirsen, ben de sana söz veriyorum, adını tüm dünyaya duyuracağım.
Kitleler senin adını taşıyan kara kutuyla âşık olacak, isyan edecek, dünyayı sallayacak.
Dünyanın en güzel doğal afetini yaratacağız; rock’ın gümbürtüsünü...”
* * *
Bir modern zaman efsanesi tam olarak bu sözlerle olmasa da, buna yakın bir şekilde doğdu.
Jim Marshall, müziğe meraklı ancak hayranı olduğu Gene Krupa’ya yetenek olarak asla yaklaşamayacağını anlamış bir davulcuydu.
Şansını müziğin içinde başka şekilde yer alarak denemek istediğinde önce davul dersleri verdi sonra bir müzik dükkânı açtı.
Rock müziğin Britanya’da doğduğu 1960’ların hemen başlarıydı. Davul setleri, gitarlar ve başka güzel şeyler işte...
Dükkânı ziyaret edenler arasında The Who tayfası, Deep Purple’ın efsane gitaristi Ritchie Blackmore, Eric Clapton, Jimi Hendrix filan var.
Bir rock’çı ne ister?
Elbette “daha fazla ses”, elbette “daha fazla gürültü!”
* * *
Piyasadaki amplifikatörler kesmemektir müzisyenleri.
Aradıkları, peşinden koştukları sesi yakalamak konusunda yardımcı olmuyordur halihazırdaki teknoloji.
Jim Marshall ne istediklerini anlamıştır.
Daha güçlü, daha çiğ, daha vahşi, daha gerçek, daha yırtıcı seslerin peşinde koşan genç adamlara istediklerini vermek için çalışmaya başlar.
Altıncı denemesinde aradığını bulur.
1962’de “Marshall Duvarları” yükselmeye başlar konser salonlarında, stüdyolarda.
Üzerinde parlak metal elyazısını andıran, ikonik “Marshall” logosu bulunan, kara kutulardan oluşan ses duvarları.
Ne kadar yüksek, o kadar iyi!
Eric Clapton, Pink Floyd, Led Zeppelin, Jimi Hendrix, AC/DC, Metallica, U2, Guns N’ Roses, Nirvana...
Kuşaktan kuşağa, 50 yıldır rock müziğin gök atlasında parlayan -neredeyse- her yıldız Marshall duvarının önünde dikilir ve dünyayı sallar, yuvarlar.
* * *
Jim Marshall, 5 Nisan 2012’de 88 yaşında “Gürültünün Babası” unvanıyla birlikte bu dünyadan göçtü.
Rock yıldızları “Müziğimizi ve sağırlığımızı ona borçluyuz” diyerek anısı önünde saygıyla eğildiklerini duyuran mesajlar yayınladılar.
Fender ve Gibson gitar için ne ise, Zildjian (Zilciyan) bir davulcu için ne ise Marshall da amplifikatör için odur.
Daha butiği, daha iyisi, daha güçlüsü vardır bugün. Ama daha meşhuru?
Yoktur, olmayacaktır.
Rock tarihine yön verenler arasında Jim Marshall’ın adı sonsuza kadar, gümbür gümbür yaşayacaktır.
Rock’çı selamı eşliğinde, kafa sallayarak anısı önünde dikilirim.
Yazının Devamını Oku

Kült filmlerimizi niçin sevmeliyiz

7 Nisan 2012
Kült Türk Filmleri Kuşağı, seyrederken “Of o kadar kötü ki; çok güzel” dediğim birçok filmi ekrana getirecek. Aralarında ‘Baytekin Fezada Çarpışanlar’, ‘Şeytan’, ‘Devler Geliyor’, ‘Sevimli Frankeştayn’, ‘Maskeli Üçler’, ‘Demir Pençe’ gibi şaheserler var

Kült filmler oyuna girmek üzere ısınıyor.
Star, 14 Nisan’dan (haftaya cumartesi) başlayarak Yeşilçam’ın müthiş hazine sandığından elde edilmiş ganimetleri yayınlamaya başlayacağını duyurdu.
‘Kült Türk Filmleri Kuşağı’, umarım uzun soluklu olur.
Listede ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ gibi bu alanın kral tahtında oturan, şöhreti ‘Turkish Star Wars’ olarak artık dünyaya yayılmış olan başyapıtlar var. Öğrendiğim kadarıyla ilk gösterilecek film de bu güzeller güzeli olacak.
Namı daha az kişiye ulaşmış, meraklılarının güç bela edindikleri kopyalarının üstüne titredikleri daha butik filmler de sırada bekliyor.

SEYİRLERE DOYAMADIM

Elde ettiğim yayınlanması muhtemel filmler listesine göz gezdirirken şaheserlere rastladım.

Yazının Devamını Oku

Deli gömleğini çıkartmak

5 Nisan 2012
DÜNKÜ Milliyet’in manşeti “12 Eylül’ün son sanığı” idi. Kim?
Kenan Evren.
Bize giydirilen ve 32 yıldır yırtıp atamadığımız deli gömleğinin baş terzisi.
“Sıra ona geldi” mantığıyla bakıldığında doğru bir manşet elbette ancak yürekler gerçekten soğutulmak isteniyorsa “12 Eylül’ün ilk sanığı” yaklaşımının desteklenmesi gerekir.
Kenan Evren ve darbeci hempası Tahsin Şahinkaya’yı simgesel şekilde de olsa sanık sandalyesine oturtmayı küçümsemek akıldışı.
Ama malum referandum sloganını remikslersek “Evet, ama yetmez” demeliyiz.
Ve bir de dün sabah mahkeme önünde toplananlardan birinin canlı yayındaki cümlesine kulak kabartmalıyız:
“Aktüel 12 Eylül’ü ne yapacağız?”
* * *
“Aktüel 12 Eylül” nedir?
12 Eylül felaketinin ruhu ve bedeni şeklinde hayatlarımızda varlığını sürdüren yasaları, kurumları, zihniyetidir.
12 Eylül Mete Tunçay’ı, Sencer Divitçioğlu’nu, İdris Küçükömer’i, Rona Aybay’ı ve daha nice kıymetli profesörü, hocayı öğrencilerinden koparmıştı.
Bugün Büşra Ersanlı hem de örgüt yöneticisi ilan edilerek öğrencilerinden koparılmıyor mu?
YÖK, 12 Eylül’ün icadıydı.
YÖK konjonktüre uygun ayarlamalarla varlığını sürdürmüyor mu?
* * *
12 Eylül yüzlerce, binlerce aydının ezildiği, hapsedildiği, işkenceden geçirildiği, yasaklandığı, sürüldüğü beton grisi bir iklimdi.
Kitaplar, oyunlar, filmler yasaklandı, cezalandırıldı.
Bugün ne durumdayız?
Şiddetin yoğunluğu azalsa da o iklimde yaşıyoruz hâlâ.
Cezaevleri öğrenci, gazeteci kaynıyor.
Herhangi bir İnsan Hakları Derneği’ne kapıdan uğrayıp yıllık hak ihlalleri, kötü davranma, işkence şikâyetlerini içeren yıllık raporlara şöyle bir göz atın dilerseniz.
* * *
12 Eylül ruhunun kaybolduğunu, hayatımızdan tamamen çekip gittiğini söylemek mümkün mü?
Ragıp Zarakolu’nun içeride işi ne o zaman?
Cezaevlerinde ‘bazı yazlar’ sular niye akmaz?
Cezaevlerinde ‘bazı kışlar’ ısıtma niye çalışmaz?
Ring araçlarında niye yanar mahkûmlar?
Festus Okey niye karakolda ölür mesela?
Uludere’nin üstünü örtmek için eşelenen toprak 12 Eylül mahsulü değil midir mesela?
* * *
12 Eylül’ü yargılayacaksak her iktidara gelenin üstüne uydurup giydiği bu “deli gömleği”ni çıkarmak gerekiyor önce.
Demokrasiyi, özgürlükleri havuç misali milletin önünde tutup koşturmak samimiyetsizliğini bırakmak gerekiyor önce.
Kenan Evren’in “son” değil, “ilk” sanık olacağına ikna etmeniz gerekiyor -mesela beni- önce.
Yoksa “bu yangın üfleyerek sönmez”.
Yazının Devamını Oku

Şakacı bir nesil

3 Nisan 2012
ANKARA’da, hem YGS’yi hem “4+4+4”ü protesto etmek için toplanacaklarını ve polis barikatını aşarak Milli Eğitim Bakanlığı’na yürümek azminde olduklarını duyuran DEV-LİS’li öğrenciler için mutat önlemler alındı.

Polis biber gazı stoklarını güncelleyerek, gözaltına alınacakların nakliyesi için planlamasını yaparak, copu/kalkanı hazır ederek beklemeye başladı.
Öğrenciler barikata doğru koşmaya başlayınca bir heyecan dalgası oluşsa da, polisin cop erişimine birkaç metre kala frene bastılar ve “1 Nisan. Şakaaa!” yazılı pankartı açtılar.
Bu haber DEV-LİS’in mesajlarından çok yedikleri dayaklarla haberleşebildiği medyada farklı şekilde yer almasını sağladı.
Sempatik bulunan eylem “Şakacı gençlik”, “Gençler polise şaka yaptı” tarzında başlıklar ve haber metinleriyle okuyucuya/izleyiciye iletildi.
Peki, bu şakaydı....

Şaka olmayan ne?
Bu çocuklar da bir şeyler söylüyorlar.

Yazının Devamını Oku

Süper final'in Aslanı

1 Nisan 2012
GALATASARAY fikstürün kalan kısmında net galibiyetler alarak yoluna devam etmek arzusunda.

Orduspor ise puan açısından problem yaşamayan takımlardan. Süper Final öncesi hataya tahammülü olmayan lider, maça kararlı, istekli, ne istediğini bilir şekilde yayıldı.
Erken bir gol Galatasaray’ın herhalde planlarında ilk sırada yer alıyordu. Nitekim Necati’nin spektaküler, muhteşem golü bu isteği gerçeğe çevirdi.
Galatasaray’a geldiği günden beri deplasmanlarda büyük katkı sağlayan Necati, Arena’da da golünü atmış oldu. Kendini yormadan ve açıkcası rakibini de aşırı yıpratmadan, neticeye odaklı bir oyun sergileyen sarı kırmızılılar ilk yarıyı kazasız bitirdi.
İkinci yarıda Orduspor’un iradesini biraz daha fazla görsek de kontrolü elinde tutan takım ev sahibiydi.

Sabri nefes aldırdı

Forma şansı bulduktan sonra etkisiz kalan ve bir yerde Galatasaray’da ki geleceğini soru işaretlerine devreden Baros oyundan çıkarken yerine giren Sabri uzun bir aradan sonra gol atınca liderin eli iyice rahatladı.
Maçın kalan kısmında her bakımdan Süper Final’i düşünen bir Galatasaray vardı.

Yazının Devamını Oku

Seni sevdim festival, zaten Süt Kardeşler’i de severim

1 Nisan 2012
HAYAL âlemimizde, düş depomuzda, hatıralar galerimizde biraz daha yer açmak gerekiyor; İstanbul Film Festivali başladı. 31’inci İstanbul Film Festivali’nde 15 Nisan’a kadar 200’den fazla film gösterilecek.
Dünyanın konuştuğu, tartıştığı, ayıla bayıla seyrettiği dev yapımlar; küçük bütçeli ama etkkisi büyük butik filmler, klasikler, belgeseller ve daha neler neler.
* * *
Kafayı Arap Baharı’na mı taktınız?
“Devrimin Filmini Çekmek” başlıklı bölümde Mısır, Tunus, Ukrayna, İran’dan taze, belgesel nitelikte filmler var.
1966 model bir klasik olan “Cezayir Savaşı”nı seyretmediyseniz tavsiye ederim; Mısır yapımı taze “Demokrasi: Acil Durum” da kaçmaz sanki.
Fransa’daki “köktendinci Müslüman gruplarla” mı ilgileniyorsunuz?
Cezayir doğumlu Fransız yönetmen Philippe Faucon’un “Çözülme”si işinize yarayabilir.
* * *
Kürt sorunu?
Mizgin Müjde Arslan’ın “Ben Uçtum, Sen Kaldın”ı, Tayfur Aydın’ın “İz”i, Murat Bayramoğlu’nun “Türkçe: Pekiyi”si, Mehmet Salih Çelik ve Sevgi Akdaş’ın “Mezarlık”ını kaçırmayın o zaman.
HES’ler sadece doğada değil insanlarda da tahribat yaratıyor.
Osman Şişman ve Özlem Sarıyıldız, aralarında büyükannesinin de bulunduğu yakınlarıyla konuşması “mahkemece yasaklanan” 17 yaşındaki Leyla Yalçınkaya’nın dramı üzerinde okuyor felaketi.
* * *
“İçim katran karası olmuş zaten, yok mu şöyle eğlenceli, müzikli bir şey?” diyorsanız, o da var.
Pink Floyd’un “The Wall”u 30’uncu yılında perdede.
Bir de kült film “Easy Rider”ın “LBGT versiyonu” olarak anılan “Priscilla, Çöller Kraliçesi”nde eğlence garantidir, en azından benden garanti.
Animasyon seviyorsanız, Goro Miyazaki’den “Tepedeki Ev”i, “Şöööyle bir iliklerime kadar korkayım, gerim gerim gerileyim” diyorsanız “Ölüm Listesi” veya “Şeytanın Yüzü”nü bir kenara yazın.
Gülmek için, her ne kadar adına bakınca “Gülünecek ne var bunda?” dedirtse de “Meryem Ana, Kıptiler ve Ben”i gözüme kestirdim.
* * *
Ancak bu yılın en parlak filmi, gidebilmek için elimden geleni ardıma koymayacağım şaheseri, yüzde 100 bir Yeşilçam klasiği: “Süt Kardeşler”.
Yarın akşam gösterilecek “Süt Kardeşler”...
Rahmetli Ertem Eğilmez, Kemal Sunal, Adile Naşit, Ali Şen...
Büyük oyuncular Şener Şen, Ayşen Gruda ve Halit Akçatepe...
Onlarca kez seyrettiğim, bu yazıyı yazmadan önce “Bir bakayım, canım çekti” diyerek başlayıp yine kendimi durduramadan sonuna kadar seyrettiğim “Süt Kardeşler”i sinemada seyretmek başlı başına bir güzellik.
* * *
Sadece Miralay Hüsamettin Bey’in (Şener Şen) zarları yutup kahveyi tavlaya boca ettiği ve “Biliyor musun damat? Zarları tavlaya atarken kahve içmemek lazım” cümlesiyle son darbeyi indirdiği sahne için...
Sadece Emine’nin (Ayşen Gruda) Gulyabani’yi gördükten sonra dilinin tutulduğu ve Şaban’ın (Kemal Sunal) çevirmenlik yaptığı sahne için...
Sadece fasıl sahnesinde Şener Şen’in “Es! Papapapam!” dediği sahne için.
Amaaan, ne uzatıyorum, filmin tamamı için gidilir.
“Seni hiç sevmedim Sütoğlan, zaten babanı da sevmezdim...”
Daha güzel bir replik olabilir mi?
Canlarımız bizim....
Yazının Devamını Oku