Kanat Atkaya

Sayaç hızlanırken

29 Mayıs 2012
PAZAR günü Radikal’de Elif İnce imzasıyla yayınlanan haberin başlığı şöyleydi:<br><br>“Devlet ‘Kürk’ü Kürt anlayınca...”

“Karda yürürken çıkarılan kart kurt sesidir”den bu noktaya gelmek için 30 yıl, on binlerce insan harcandı, öncelikle tebrik etmek gerek!

Habere bakalım...

* * *

Mecidiyeköy’de bankalara yönelik saldırılar gerçekleştiren küçük grup dışında 1 Mayıs kutlamaları “sakin ve olaysız” geçmişti.

Polis, iki hafta sonra saldırılara katılanlara yönelik operasyon başlattı.

Yazının Devamını Oku

Moktan ama muhim mir monu

27 Mayıs 2012
ASLINDA pazar günü “möyle moktan mir monudan” bahsetmek istemezdim sevgili okur. Fakat hem hayatıma “tesadüfün iğne deliğinden” geçerek giren iki Alman turiste -çok da utanarak- söz verdim, hem de konu “moktan” olduğu kadar mühim de...
* * *
Hafta içi, Beyoğlu’ndaki Balıkpazarı’nda her zaman alışveriş yaptığım kasapta siparişin hazırlanmasını beklerken kapıdan yaşlıcana iki turist girdi.
Kadın gülümseyerek dükkânı incelerken eşi de kasap arkadaşlarla laflamaya başladı.
Laflama derken, iki taraf da birbirinin dilinden anlamadığı için konuya futbolla giriş yapıldı.
Kasap sordu: “Ver ar yu fırom mistır? Nerelisin usta?”
Adam cevap verdi: “Cörmıni/Almanya”.
Kasap eliyle düşen hava aracı simülasyonu yaparak sırıttı: “Bayern Münih, jüüüüüjt!”
Neyse, bu noktada devreye girip taraflar arasında tercümanlık yaptım.
Kasap köftesi tarifi, sucuk nasıl yapılır, vesaire.
Çaylarını da ısmarladıktan sonra iyi bir restoran sordular.
Nevizade’ye beraber yürüdüm, İmroz’daki elemanlara ellerimle teslim ettim, yoluma yürüyüp gittim.
* * *
Nürnberg’de yaşayan adam şükran duygularıyla kartvizitini verdi fakat iade-i ziyaret planı dahilinde Bavyera kasaplarını gezme niyetim yok.
Turizme katkımın bu noktada sona erdiğini düşündüm haliyle.
İki gün sonra bu kez Nişantaşı’nda kahve molası vermişken karşı kaldırımdan iki kişinin el salladığını fark ettim göz ucuyla.
Baktım yine o çift.
Yok artık daha neler?!
20 yıldır rastlaşmadığım arkadaşlarım var benim bu 15 milyonluk şehirde.
İki gün arayla aynı insanlarla karşılaşsam “Takip mi ediyorsunuz birader?” derim şaka yollu ama bu başka bir durum.
“Gelin kahve ısmarlayayım” dedim, içimden “Bu kahveleri Ertuğrul Günay’a masraf olarak yansıtırım kardeşim, turizm elçisi miyim ben?” şeklinde söylensem de.
* * *
“Yemek nasıldı, nasıl gidiyor İstanbul seyahati, kaç gün daha buradasınız (ona göre eve kapanacağım), otel nerede?” gibi sorularla ilgimi belli ettim.
Tatlı insanlar, daha önce Türkiye’ye bünyeyi tuzlu suya bandırmak, güneş altında renk değiştirmek amacıyla defalarca gelmişler ancak bu ilk İstanbul seyahatleri.
Daha önceki seyahatlerde “halı ve takı manyağı” oldukları için bu kez daha çok şehir hayatını ve müzeleri tanımaya odaklanmışlar.
Adam merak küpü, sordukça sordu, cevapladıkça cevapladım.
Kahve üstüne bir de çay ısmarladığım sırada yüzünü hafif mahcup, hafif ekşiterek “Madem gazetecisiniz belki bunu yazmalısınız” dedi.
“Öksür bakalım abi...” dedim.
* * *
“Sultanahmet’te kalıyoruz, çok iyi bir otel. Dün de Topkapı Sarayı’nı gezdik” diyerek girdi söze.
Bayılmışlar. Hem Topkapı’ya, hem manzaraya, hem barındırdığı eşsiz güzelliklere.
“Eee, n’oldu, Kaşıkçı Elması’na bakarken önüne basketbol takımı mı denk geldi? Niye şikâyet edecekmişsin gibi bir hava seziyorum abi?” ifadesiyle dinlerken kötü haberi verdi:
“O kadar ihtişamlı bir yerde o kadar kötü tuvaletler olmasına inanamadık...”
Bir Türkiye vatandaşı olarak mümkün mertebe “umumi hela” konseptinden uzak yaşadığım için periyodik olarak gittiğim Topkapı’da tuvaleti hiç kullanmadım.
Verdiği detayları, 72 milletten ziyaretçinin tuvaletler karşısındaki tepkilerini anlatmasam daha iyi olur.
Ancak belli ki manzara çok “moktan...”
* * *
Topkapı Sarayı’nı yılda 3-5 milyon kişi geziyor.
“Aman Avrupa’daki tuvaletleri de biliyoruz” diye bir savunma da olmaz.
“Hürrem’in elbisesi pazen gibiydi, ecdadımıza hakarettir” diye hop oturup hop kalkana kadar bir zahmet o tuvaletleri (ve tabii diğer müze ve ören yerlerininkini de) elden geçirmek belli ki şart.
Alman çiftin “Bak” diyerek gösterdikleri fotoğraftaki durum hakikaten çok vahimdi.
Pazar gününüzü “möyle moktan mir haberle möldüğüm” için kusura bakma sevgili okur.
Turizm hizmetim şimdilik sona ermiştir, iyi pazarlar Ertuğrul Bey...
Yazının Devamını Oku

Ne adam, ne hayat

26 Mayıs 2012
Robert Greenfield’in geçen yıl Simon & Schuster tarafından yayınlanan Ertegün biyografisi ‘The Last Sultan/Son Sultan’ı okumaya başlarken bu kadar harika detaylara ve böylesi iyi çizilmiş bir portreye ulaşacağımı düşünmemiştim açıkçası

Müziği hayatının merkezine en yakın noktada tutan, gazeteciliğe Hey’de müzik üstüne yazarak başlayan ve bu sevdadan vazgeçmeyen bir ‘sevdalı’ olarak Ahmet Ertegün’le ilgili epeyce bilgi sahibi olduğumu düşünürüm/düşünürdüm.
Popüler müzik tarihinin en önemli birkaç isminden biri olduğunu tekrarlamama gerek yok; Mick Jagger’dan Eric Clapton’a, Neil Young’dan Jimmy Page’e, Keith Richards’dan Kid Rock’a herkesin çeşitli vesilelerle tekrarladığı, müzik tarihini yazanların mutabık olduğu bir gerçek...
1940’ların sonlarında kurduğu Atlantic Records’un bulup çıkardığı yıldızlarla, yüz milyonlarca satış yapan plakların ötesinde müzik sektörüne yeni ve kalıcı kurallar koyan, popüler müziğe şekil veren birkaç isimden biriydi 2006’da 83 yaşındayken ölen Ertegün.
Robert Greenfield’in geçen yıl Simon & Schuster tarafından yayınlanan Ertegün biyografisi ‘The Last Sultan/Son Sultan’ı okumaya başlarken bu kadar harika detaylara ve böylesi iyi çizilmiş bir portreye ulaşacağımı düşünmemiştim açıkçası.
Ahmet Ertegün’ü milyonları etkileyen yıldızların nasıl ve niye bu kadar çok sevdiklerini, ne kadar büyük bir dahi olduğunu, ne ‘acayip’ bir hayat yaşadığını anlamış oldum, mutluyum.

İDOLÜ ABİSİYDİ

Ahmet Ertegün, Osmanlı bürokrasisinde yükselen bir yıldızken Milli Mücadele saflarına katılan ve donanımıyla Cumhuriyet’in ilk diplomatlarından biri haline gelen Mehmet Münir Bey’in oğlu.

Yazının Devamını Oku

Hey korsan taksi yasallar da aksi

24 Mayıs 2012
MALKOÇOĞLU’nun Balkanlar tarafına yaldır yaldır at sürmesi gerekince, “araç” değiştirdiği noktada kurulmuş sitelerden birinde yaşıyor arkadaşım. Şehir merkezinde yaşayan, otomobil -hatta bisiklet- kullanmayı bilmeyen, ulaşımını taksiyle veya anahtarlığına iliştirdiği Akbil’le sağlayan biri olarak benim için fena derecede sapa bir site.
Fakat ısrarla çağırdı arkadaşım yeni yaşam alanını görmem için; ayıp etme noktasına yaklaştığımı hissedince “Orrayt birader” dedim.
Gidiş yolunda yine o akşam davetli olan, yakınlarda bir sitede oturan ve “makam otosu” konforuna sahip bir başka dostuma yancı yazıldım.
Dere tepe düz gittik, kış yaz güz gittik vardık siteye.
* * *
Yolun uzunluğunu da hesaplayarak erken kalkmak istedim.
“Çok güzel, hayırlı olsun, yedik içtik sağ olun, ben kaçayım” dediğimde “Dur arabayı çağıralım” dediler.
Hali vakti yerinde insanlar, onlar da makam mevki sahibi.
Taksimetrenin “iç hatlar uçak bileti” boyutunda yazacağını tahmin ettiğimden “Yok yahu, çağırın bir taksi giderim” artistliği yapmadım, “Peki” dedim.
Otomobil geldi, nereye gideceğimi söyledim, uzun yolculuktan sonra eve vardım.
“Teşekkür ederim kardeşim” derken, şoför “50 lira atsan tamamdır abi” dedi.
O anda hayatımın ilk korsan taksi deneyimini yaşamış olduğumu fark ettim...
* * *
TBMM’de korsan taksiyle mücadele için sunulan yasa teklifini tartışan “alt komisyon”da öğrenci indirimi yapıldığını haberlerde görmüşsünüzdür herhalde.
Korsan taksi kullanana kesilmesi öngörülen 600 TL’lik ceza, “Ama öğrenciler kullanıyor, ağır kaçar” uyarısıyla 200 TL’ye çekilmiş.
Korsan taksi, yasal olarak taksi işletenler için büyük haksızlık elbette.
Ancak madem taksilere el atılacak, yasal olanlara da el atılması şart.
Yıllardır taksi kullanan biri olarak şikâyetlerimi/görüşlerimi dile getireyim bu vesileyle.
Sözüm yanlış olanlara, sayısı hiç de az olmayan dürüst taksiciler üstlerine alınmasın.
Eksiği vardır, fazlası yoktur...
* * *
-  Taksi plakaları mantık dışı, astronomik fiyatlarla satılıyor ve çoğu belli kişilerin elinde. Yasal plaka uygun modelle yaygınlaştırılabilir, ucuzlaştırılabilir. Belli ki ihtiyaç var.
-  Bindiğiniz taksideki şoförler, patronların koydukları katı kurallar karşısında yevmiyelerini çıkarabilmek için insafsızca çalıştırılan köleler durumunda.
-  (Durağa bağlı olmayan) Taksi şoförlerinin yol bilmemesi, bazı gececi şoförlerin “kafalarının gayet iyi olması”, kadın müşterilere tacize varan yaklaşımlar, araçların çoğundaki “Allah’a emanet hijyenik ambians” malum dertler.
-  Fiş istediğinizde gördüğünüz muamele en basitinden “Ne fişi lan?” oluyor; yani taksi işletmecilerinin ne kadar kazandığını, ne kadar vergi ödediğini anlamak şu şartlarda imkânsız.
-  Bu durumda öğrencilerin veya vergi vermediğine göre “normal” taksilerin de korsan olduğunu düşünenlerin, “Korsan bu yolların Robin Hood’udur” muamelesi yapmasında şaşacak bir durum yok.
-  Çözüm teknolojide vardır herhalde. Taksimetre durdurulduğunda otomatik olarak fiş veya benzeri bir belge verecek, kredi kartı/banka kartı kullanmaya imkân tanıyan (para üstü sorunsalını aşmak için şart) taksimetre üretmek için roket mühendisi olmak gerekmiyordur herhalde.
-  Medeniyet namına şartları düzeltilecek taksiler korsana vurulacak en etkili darbe olur. Kazanılacak vergi de herhalde öğrencilerin hatırına yapılan 400 TL’lik indirimi kat kat sübvanse eder.
Yazının Devamını Oku

Akıllı ol Umberto

22 Mayıs 2012
Akıllı ol Umberto

AH güzel abim, n’apmışsın sen?
Okuyalım:

***

“...Nerede mass media (yaygın medya)?
Bir telefon konuşmasından daha özel ne olabilir?
Özel bir telefon konuşmasının, banda alınmak üzere yapılmış bir telefon konuşmasının kayıtlarını birinin mahkemeye teslim etmesi, bir adliye memurunun bunu gazetelere aktarması, gazetelerin ondan söz etmesi ve araştırmaların bundan olumsuz yönde etkilenmesi durumunda ne olmaktadır?

Yazının Devamını Oku

Yedi günah bir pinata

20 Mayıs 2012
HANGİ sayfasına dokunsanız “cız” sesi çıkaran bir kitap.

7 senaryo üstünden “demokrasi ve tahammül” temalı bir dayanıklılık testi.
“Polisiye” tadında, “politik gerilim” tadında, “liberal romantik komedi” tadında, “kıyamet senaryosu” tadında farklı 7 senaryo. Yazarı/yazarları “Yedi Büyük Günah” adı altında kitaplaştırdı “Bir ‘Yırtık Don Projesi’” olarak andıkları senaryolarını.
Fikir babası ve asıl günahkâr elbette Ertuğrul Özkök. Diğer günahkârlar ise Emrah Akkurt ve İsmet Berkan.
* * *
Ertuğrul Özkök’ün yeni kitabıyla ilgili çıkan haberlerden “7 Büyük Günah”ın neler olduğunu okumuşsunuzdur fakat tekrarlamakta fayda var.
1- Türkiye, Ayasofya’yı Ortodoksların ibadetine açıyor.
2- Çanakkale’nin adı Troya oluyor.

Yazının Devamını Oku

Sessiz Bekçi’nin düdüğü

15 Mayıs 2012
SÜPER Final’in ardından maç sonrası olayların yanı sıra polisin şiddeti de sorgulanıyor.

Hemen herkes olayların bu kadar büyümesinde polisin orantısız şiddet uygulamasının etkili olduğu konusunda hemfikir.
Hedef gözetmeksizin tribünleri biber gazıyla boğmak konusu açıldığında yetkililer “Ya cop kullanacaktık, ya gaz...” diyor.
Yahu niye cop, niye gaz?
Kimse “Bırakın yakıp yıksınlar” demiyor elbette ama yok mu başka bir güvenlik önlemi, müdahale yöntemi?

* * *

Her derbi maçı öncesi güvenlik kurulu toplanır mesela.
Galatasaray’ın şampiyon olması halinde kupayı o statta alacağı kural ile bağlanmışken, bu ihtimali güvenlik güçlerinin hesaplayamamış olması mümkün mü?

Yazının Devamını Oku

Ödüllerin en büyüğü

13 Mayıs 2012
BU sezon herhangi bir futbolseverin taşıyabileceği yükün kat be kat fazlasıydı. Öncelikle futbolla ilgilenen herkese tebrikler ve büyük geçmiş olsun.

Dün sabah Türkiye’deki çoğu futbolsever gibi karmakarışık işlerle başladım güne. Hürriyet Dünyası’nın yayını için Ayşe Arman’la Kadıköy’den helikopterle havalanıp Anadolu yakasındaki havayı aktarmakla görevlendirilmiştik. Beşiktaş’tan bindiğim vapurla karşıya geçerken içimden şu cümle geçti: “Havada, karada, denizde Cimbom.” Bu hoş bir cümleydi sadece. Kendimi yokladığımda bu kadar inanç duyuyor muyum ben bu şampiyonluğa diye... Cevabım; elbette yüzde yüz tarafından değildi. Benim de her F.Bahçeli ve G.Saraylı gibi şüphelerim, endişelerim, umutlarım ve kabus senaryolarım vardı.
F.Bahçe’nin bu sezon sergilediği mücadele her bakımdan takdire değer. Haklarını verelim öncelikle... Ancak G.Saray normal sezonu derbilerde yenilmeden ve lig sonunda 9 puan farkı yakalayan takımdı.
Süper Final sürecinde tek maç kaybetti. O maçta da üstünlüğü herkes tarafından kabul edilmişti. Geçen sezonun enkazını kaldırmak ve olumlu futbol oynayan bir takım yaratmak güç işti. G.Saray, İmparator tarafından mükemmel şekilde formatlanarak zor bir süreçte iyi futbolla ligi tamamladı. Bu şampiyonluk iki taraf açısından da elbette çok önemliydi. Ancak G.Saray bu kadar kafa karışıklığına tabi olunan bir sezonda şampiyonluk kupasını ebedi dostu, ezeli rakibi F.Bahçe’nin stadında kaldırarak ödüllerin en büyüğüne kavuşmuş oldu. F.Bahçe’yi tebrik ederim. Ama şampiyon G.Saray. Başta Fatih Terim ve yönetim olmak üzere bütün G.Saray camiasını kalpten kutlarım.

Yazının Devamını Oku