Kanat Atkaya

‘Beş parasız’ eğitim

2 Ağustos 2012
SANKİ öğrencinin “beden ve ruh sağlığı” açısından tek engel bir üniversite kampusundaki alkollü içki satan restoran. Sanki ilim irfan önündeki tek engel Otto Restoran.
Alkol tüketimi özendirilecek bir hadise değil, eskilerin dediği gibi azı karar, çoğu zarar.
İsmet Berkan konuyu güzel bir şekilde özetledi geçtiğimiz günlerde yazdıklarıyla.
Kampusta alkol satışıyla bilimsel çalışmaların kalitesi arasında bir alaka olmadığını dünyadaki üniversiteleri örnek vererek kanıtlayanlar da oldu.
İşin bu kısmına hiç girmeyelim, tekrardan kaçınalım.
Ama öğrencinin asıl dertleri nedir, “ruh ve beden sağlığı” nicedir, onu anlamak için Milliyet’ten Ayşegül Kahvecioğlu’nun “Üniversitelerde 1 liralık dramlar” başlıklı haberine mutlaka bakalım...

* * *
Hacettepe Üniversitesi Rektörü Murat Tuncer anlatıyor:
“Yemek fiyatlarını 2 TL’den 1 TL’ye düşürdükten sonra okulda yemek yiyen öğrenci sayısının birden 4 bin kadar arttığını gördük...”
Varın düşünün ne halde bazı öğrenciler.
Yemek için 2 lira vermemek uğruna 50 kuruşa poğaçayla günü geçirmeye çalışan, 3 gündür yemek yiyemediği için okulda açlıktan bayılan öğrencilerden bahsediyor arkadaşları.
Başkent Ankara’da kaldığı gecekonduyu ısıtamadığı için -yakacak odun parası yok- sıcak olur diye üniversite içindeki camide sabahlamak istediğini okul yönetimine ileten öğrencilerden bahsediyor hocaları.

* * *
İstanbul Üniversitesi Rektörü Yunus Söylet anlatıyor:
“Yemekhanemizde ‘kartlı sistem’ uygulanıyor. Yemek 11.00-11.15 gibi başlıyor; 14.00’te sona eriyor. Bir süre kartlı sistem kayıtlarını inceledikten sonra çok sayıda öğrencinin bir kere saat 11.00’de, bir kere de 14.00’te yemek aldıklarını tespit ettik. Yani öğrencinin öğlen yemeğinin ardından, akşam yemeğini de bu yolla temin etmeye çalıştığını öğrendik. Hemen öğün sayısını 3’e çıkardık...”
Öğrenciler aç, öğrenciler parasız.
“Parasız eğitim”den kasıt bu olsa gerek, ne acı...

* * *
Dicle Üniversitesi Genel Sekreteri Sabri Eyigün anlatıyor:
“Şehir merkezi okulumuza 6 kilometre uzaklıkta. 1 TL minibüs parası vermemek için 6 kilometre yolu her gün yayan gelen öğrencilerimiz var...”
Hakkâri Üniversitesi Rektörü İbrahim Belenli anlatıyor:
“Öğrencilerimize akşam saatlerinde 1 tas çorba veriyoruz. Her akşam yalnızca o çorba için 150 kadar öğrencimiz sıraya giriyor...”

* * *
Öğrenci dediğin genç insan. Derdini söyleyemez, arkadaşlarından utanır, aç kalır düşer bayılır yine de el açmak istemez.
Bu yeni değil, hep böyledir.
Gençler için, öğrenciler için samimiyetle bir şey yapmak istiyorsan eğer...
Üniversite kampusunda zaten çoğunun gidemeyeceği bardan barakadan önce uğraşman gereken sorunlar var.
Biber gazı sıkma, coplama, her sesini çıkaranı kargatulumba gözaltına alma, tutuklama.
“Poşu taktı” diyerek, “Vay parasız eğitim pankartı açtı” diye cezaevlerinde süründürme.
İyi hocalar, iyi okullar, iyi imkânlar sun; sonra uzak dur.
Karnını aç, ruhunu ezik bırakma.
Dövme çocukları.
Kilometrelerce yol yürütme.
Madem geleceğimizin teminatıdır bu çocuklar, nesil mühendisliği yapacağına eşit ve geniş imkânlar ver.
Hayat tarzına karışma, kılığına kıyafetine, türbanına, küpesine, sakalına piercing’ine bulaşma.
Yoksa açlıktan bayılan öğrencinin olduğu memlekette tek sorun oymuş gibi “Vay bira içiliyormuş oralarda” dersen, birileri de çıkar “Rokete atlayıp galaksinin her köşesini gezdik; görmediğimiz bir filin burnu mu kaldı?” diyebilir ve der...
O derece absürd olur...
Yazının Devamını Oku

Şuppiluliuma’nın gözleri niye faltaşı gibi açık

31 Temmuz 2012
HATAY’da, Demirköprü Köyü’ndeki Tel Tayinat höyüğünde bulunan muhteşem heykeli gördünüz mü? Hitit Kralı İkinci Şuppiluliuma, 3 bin yıl sonra çıktığı yerden faltaşı gibi gibi açılmış gözlerle bakıyor.
Arkeolojik değeri çok büyük diyor bilim insanları, elbette öyledir.
Bu sıcakta arazide çalışıp çıkaranların elleri dert görmesin.
Peki İkinci Şuppiluliuma niye öyle bakıyor?
Bu sorunun cevabı için sütunumu eski ve sevgili arkadaşım Ayşe Erdem’e bırakacağım.
Ayşe İsviçreli gazetecilere mihmandarlık yapmak için Hatay’da./images/100/0x0/55ea3cb7f018fbb8f8733386
Dün sabah yazdığı mektup elime geçti.
Tatlı üslubuyla Hatay’ı anlatıyor Ayşe.
Sütun bugün onundur...
* * *
“Devrim diyor buradaki çocuklar; çocuklar dediğim, Suriye’den kaçanlar, devrim dediğim ise Esad rejimine karşı bir senedir Suriye’de başkaldıranlar.
Burası neresi mi? Hatay.
Türkiye’nin kazandibi, geç gelen çocuğu. Türkiye’deymiş de tam da değilmiş gibi yapan, ne Akdeniz şehri ne güneydoğu şehri.
En işlek sokağında Ortodoks kilisesinin Müslümanların ramazanını mübarek ettiği bir koca pankart asılı şehir Hatay.
Ortasından su akan şehirleri severim, kim sevmez. O yüzden bu sene daha çok sevdim Hatay’ı.
Geçen sene akmıyordu Asi, kentin ortasında koskoca bir kuraklık can yakıyordu. Bu sene ışıl ışıl geceleri Antakya, tüm ışıklar Asi’ye vurmuş.
Suriyeliler bu sene tarım yapamıyorlarmış savaşmaktan, kapakları açmışlar, su varabilmiş Antakya’ya kadar, ben kentin yalancısıyım.
Hep de öyle olacağım.
* * *
Burada tüm kanunsuz demeyelim de uygunsuz işler polisin gözünün önünde yapılıyor, göstererek.
Karaborsa malların satıldığı tezgâhların 3 metre yanında polis minibüsü duruyor.
Müşteri bekleyen kadın ve erkekler sivillerin atıştırdığı büfenin önünde banklarda mesajlaşıyorlar.
Ve tabii kamplarda olması gereken, isimleri mülteci listesinde kayıtlı ve bu kentte uyuyan, gezen, çalışan çocuklar en güvenli yer olarak köprüde randevu veriyorlar, tam da polis aracının yüzünü çevirip durduğu köprüde.
Buraya gelmeden önce ilk iş olarak -henüz ben adını koyamadığım için yazamıyorum- Türk medyasının çoğunluğunun muhalifler dediği gruba kimin ne dediğine bakmıştım.
Free Syrian Army (FSA) en kolayı, wikipedia diyorsa doğrudur.
Bizde özgür Suriye ordusu diyenler azınlıkta, devrimciler, isyancılar ve tabii teröristler terimleri kullanılıyor.
Her neyse orada bir ordu var, nizami ya da değil, var. Ölüyorlar ve öldürüyorlar. Bir de onlara inanan ve kaçıp buraya sığınanlar var. Savaşmayı bilmedikleri için, tam da ikna olmadıkları ama rejime karşı oldukları için, para kazanmak, konfor ve en basiti yaşamak için sığınanlar var. Sığınmacı diyorum ben onlara, onların da burada değişik isimleri var; misafirden teröriste uzanan uzun bir liste.
Yani kafalar karışık.
* * *
Acıklı hikâyeler var elbet; savaş varsa ortalık pislenir.
Organları eksik insanlar, İngiliz Dili ve Edebiyatı okurken aniden öğrendiğini sadece gazetecilere satabilen çocuklar, evlerde yapılan ameliyatlar, kadın ve kızlarını savaş yerinde bırakıp başka bir güvenli ülkeye geçmenin verdiği acıyla yaşamak zorunda kalanlar, ölüler, yaralılar, savaş işte.
Biraz dikiş, ağlayan çocuklar, kötü yemek, çok karapara, çok kan, kangren. Bu hep olur. Sonra düzelir.
Ama Hatay’da şu an olan düzelmez. Sanki bu savaş Hatay’ın düzenini bozmak için çıkmış gibi.
Kimse mültecileri sevmiyor, ne Sünnisi ne Alevisi. Kimse sahip çıkmıyor, çünkü aralarına giriyor bu savaş, kim Sünni kim Alevi ortaya çıkıyor, hastaneye gelen mülteci yaralı ‘Ben alevi doktor istemen’ deyince, devrimcileri başüstü eden Aleviler, bu ‘sakallı devrimciler’i görünce devrimden soğuyunca...
Hatay’da her laf birbirine karışıyor, bilinenler yeniden tarif ediliyor.
Türk medyası Türkiye’nin Kürt
sınırını hesaplayadursun, bu şehirde bir dahaki
yaz çok üzüleceğiz gibi geliyor bana.
* * *
Ramazanda her yer açık, dürüm yiyebiliyorum, sokakta sigara içebiliyorum. Erkek kuaförü mevzuu mühim, abartmamak için 5 diyeceğim; 5 dükkândan biri erkek kuaförü.
Kızlar çok güzel, topuklar yüksek, terk edilmiş binalar her sokakta, ama yeni AVM’ler yapılmakta, yeni müze ve hemen yanında Hilton inşaatı sürmekte.
Lakin bodrumlarda idrar kokuyor, sadece enfeksiyondan adam ölüyor, şimdilik.
Hatay, Türkiye olmuş...”
(NOT: “Bedavaya getirdiğim” sanılmasın; bu yazının telifini ödemek için Ayşe’yi “memleketi” Bodrum’da bekliyoruz arkadaşları olarak. Bu sıcakta söylemesi ayıptır ama kaçtık, sığındık Bodrum’a...)
Yazının Devamını Oku

Duvara dizilenler için aforizmalar

29 Temmuz 2012
ESAS duruşta duvar dibine diziliyor memurlar, yüzlerindeki ifade üzücü. Endişe de var, “Başımıza bu da mı geldi?” bulutları da geçiyor gözlerinden.
“Sökün apoletlerinizi” diye emir geliyor, “Kafalar karışmasın teşhis aşamasında”.
23 polis memuru, ellerine numaralar tutuşturularak teşhise hazır hale getiriliyor.
Suçları ne ola ki?
* * *
Filmi başa sararak anlamaya çalışalım.
AKP Hatay Dörtyol Gençlik Kolları Başkanı Ömer Uzun, aynı zamanda emniyet müdürlüğünün kantin işletmecisi.
Bir memurla (Alper Atilla) “tostun kaşarı”, “çayın fiyatı” diyerek tartışmışlar.
Olay memurun amiri pozisyonundaki komiser yardımcısı Murat Emer’e yansımış.
Amir, “Şahidini getir, şikâyette bulun, tehdit etme” demiş.
* * *
Sonra...
Sonra, Attilâ İlhan’ın deyişiyle “ihbarlar birer sansar, bir telefondan bir telefona atlar” şeklinde çalışmaya başlamış telefonlar.
“Sen bakma benim kantinci olduğuma. AKP Gençlik Kolları Başkanıyım. Gerekirse senin üzerindeki üniformayı soydururum” diyen PAF partili eşi dostu haberdar etmiş.
Eş dost, “hatırlı” insanlar.
AKP’li vekil Hacı Bayram Türkoğlu’nun oğlu İstemi Kağan Türkoğlu, kantinci politikacının kankası.
Babasının danışmanını da yanına alıp gelmiş ve “Alper gözlerimin içine iyi bak, sen beni iyi tanımıyorsun. Tanıdıktan sonra kim olduğumu öğreneceksin” demiş.
Nitekim “öğretmiş” de.
Sıraya dizmeler, apolet söktürmeler, Suriye sınırına sürülmeler...
* * *
Bir ay önce yaşanan bu hazin hadise basına yansıyınca çarşı karıştı.
MHP’de yıllarca görev yaptıktan sonra AKP’ye geçmiş olan vekil baba Hacı Bayram Türkoğlu, işin aleyhine döndüğünü hissedince “Olayın masumiyetini saptırmayalım. Ben bu işte art niyet ararım...” makamına geçti.
Hacı Bayram Türkoğlu tanıdıkça renklenen bir şahsiyet.
Kendi adına açtığı web sayfasında (www.hacibayramturkoglu.com) bu renkli şahsiyetin teşbihin hem nalına hem mıhına vurarak yaptığı tespitlerine bakmak yeterli.
İç meseleler, dış meseleler, kemikleşmiş sorunlar (mesela Kürt meselesi) “Türkoğlu diyor ki” başlığı altında aforizmalar diyarına ışınlıyor okuyanları.
* * *
“Kahraman Türk” insanını “kantin işletirken polisle tartışır ve hepsini sebilhane maşrapası gibi duvar dibine dizer alimallah” diye tarif etmiyor.
Ya nasıl ediyor?
Okuyalım; pırıl olalım, aydınlanalım:
“Anadolu coğrafyasının Osmanlı ikliminde medeniyetimizi zulmattan nura çıkaracak bir yeniçeri misali yetişen her yürek; şer’in bağrına hançerini saplayacak kadar cürretli, hayrın namına sancağı çağdaşlık burcuna dikecek kadar haşmetli, Kaf Dağı ve Tanrı Dağları’nı kıyamda tutacak kadar heybetli, Hıra’yı secdeyle buluşturacak kadar şefkatlidir...”
* * *
Titre ve kork dünya.
Vekilimiz ayarlardan ayar beğeniyor ve Fransa’ya ağzının payını veriyor.
Paris’te kahvesini içen yamuk bereli, çizgili tişörtlü Sarkozy insanı şu sese kulak ver ve kaçacak delik ara:
“Fransa kendi iç siyasi hesaplaşmalarında Türkiye’den motivasyon devşirecek kadar küçük, Türkiye de Fransa gibi batılı ülkelerin iç siyasi çekişmelerin odağında her zaman yer alacak kadar büyük bir ülkedir. Bu geçmişte de böyleydi, şimdi de böyledir...”
Hey yavrum be, tutmayın beni yürüyeceğim!
* * *
Peki ya Kürtler?
Teşbihte zirveler arası yolculuk düzenliyor vekilimiz:
“Kandil’in, Gabar’ın, Cüdi’nin PKK’lı teröristleri, TSK’nın operasyonları ile zaiyat verince; şimdi barışın güvercini kesildiler. Bukalemun gibi girdiği her kalıbın rengine boyansalar da; gençlerin masum kanları üzerinden beslenen vampirlerin hakiki rengi siyahın bile hicap duyacağı bir karanlıktadır...”
* * *
Esad kaçabilir mi; hiç kaçabilir mi?
“Emperyalizm Ortadoğu halklarının ölümü ise; Ortadoğu halklarını yöneten despotizm de bu halkların sıtmasıdır. Halklar ne sıtmanın getirdiği elem ve zulme, ne de emperyalizmin namlusundan çıkan ölüme razıdır.”
Fiyuuv fiyt; bittin sen Esad...
* * *
Neyse, Hüseyin Çelik tasvip etmemiş, bu çok mühim bak...
Yazının Devamını Oku

Lady D’Arbanville ve kasetler

28 Temmuz 2012
Bugün kasetlere, plaklar kadar olmasa da değer veren, toplayan, kaset kültürünü yaşatmaya çalışanlar var.

O kadar olmasa da kasetlere saygım sonsuz.

En sevdiğim günlerden biri... Britanya’dan müzik dergileri gelmiş; Mojo ve Uncut’ın ağustos sayılarını kapmış eve gelmişim.
Birinin kapağında Neil Young (Uncut), diğerinde Rolling Stones’un çok genç yaşta ölen elemanı Brian Jones var.
Önce Uncut’a girişiyorum... Son sayfaya vardığımda (Daha sonra eleştiriler ve atladığım yazılar için başa döneceğim elbette) Antony Hegarty’yi görüyorum.
Antony & şe Johnsons’ı festivalde izleyeli iki hafta oldu, olmadı.
Plak koleksiyonundan seçtiği sekiz mücevheri paylaşıyor Uncut, okurlarıyla.
Plaklar arasında Selda Bağcan’ın ‘Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi’si de var.

Yazının Devamını Oku

Yalınayak yazıdır

26 Temmuz 2012
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, şair Ece Ayhan’ı anmış.

Bu ilk değil.

Ne Başbakan Erdoğan açısından ne benim açımdan ilk değil.

Daha önce de Ece Ayhan’ın “Yalınayak Şiirdir”inden alıntı yapmıştı: “Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim”.
Ben de konuşma metinlerini hazırlayan ekibin “avcı/toplayıcı/kütüphaneci” taktiğiyle bu satırı cımbızladıklarından şüphe duyduğumu yazmıştım.

Yazının Devamını Oku

Kazık bir ÖZYM sorusu

24 Temmuz 2012
KÂĞIT-kalem hazırsa başlayalım, tükenmezkalem de kullanabilirsiniz... ÖSYM nedir?

“Her sınavı bir şekilde eline yüzüne bulaştırmaya başlayan kurumdur”
diyenler bir kenara ayrılsın lütfen.

Ülkemizde yöneticilerin yaygın şekilde kullandığı ‘istifaya karşı yüzde 100 korumalı yüz kızartmayan zırh’a sahip bir diğer devlet kuruluşudur” diyenler de ayrılsın lütfen.

“4 değil, 44 yanlışın bile götüremediği bir gerçeklik halidir, paralel evren oluşumudur”
diyenler de ayrılıyor.

Haklı olabilirsiniz, bence haklısınız mesela ama cevaplar yanlış çünkü hata bende...

Soruyu doğru sormalıyım öncelikle:

ÖSYM’nin açılımı nedir?”

* * *

Kenan Işık
da geçen akşam genç yarışmacıya yöneltti bu soruyu popüler yarışma programı “Kim Milyoner Olmak İster”de.

Yanılmıyorsam genç arkadaşı “30 bin TL”ye taşıyacak soruydu bu.

Şıklara göz gezdirdim ve içimden “Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi” dedim.

Sanırım çoğunuz da böyle yaptınız.

* * *

Yarışan arkadaş, İTÜ Bilgisayar Mühendisliği mezunuydu yani belli ki çok akıllı, bilgileri taze bir genç.

İTÜ Bilgisayar ancak en iyi öğrencilerin, sınavı epeyce üst sırada tamamlamış olanların girebildiği bir okul, bir bölüm.

Olmaz ya, haydi oldu diyelim “tesadüfen” girildi, bitirmek mümkün değildir tesadüfen.

“Denize nazır, diploma hazır
” tarzı bir eğitim kurumu değil neticede Teknik Üniversite.

Yarışmanın o anına kadar gayet tedbirli gelen, hatta görece basit bir soruda emin olamayınca telefon jokerini kullanan genç de benimle (ve sanırım çoğumuzla)
beraber aynı cevabı vermekte sakınca görmedi.

* * *

Ve maalesef elendi...

Kenan Işık
da benimle ve yarışmacıyla ve sanırım seyreden kitlenin büyük bölümüyle beraber şaşırdı.

Tuzaklı soruymuş.

Meğer “Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi” demek gerekirmiş.

Yarışma sorularını hazırlayanlar haklı, doğru cevap, kurumun resmi adı hakikaten “TC Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi”.

* * *

Kurumun web sayfasına girdiğimizde üst tarafta bu “açılımı” görüyoruz.

Hoş, başka yerde göremiyoruz.

Mesela kurumun tarihçesinin aktarıldığı bölümde ÜSYM’den ÖSYM’ye geçişin tarihi belli.

1974’te ÜSYM olarak kuruluyor, 1981’de adı Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’ne dönüşüyor.

Ama ne zaman şu anki adını alıyor göremedim, bu da büyük ihtimal benim hatamdır.

ÖSYM şef gibi bir şeydir çünkü, haklıdır, hep haklıdır, haksız olduğu durumlarda da haklıdır.

Nitekim son olarak LYS ile ilgili hadisede görüyoruz, malum hesaplama hatası...

Hakkımız yendi” diyenlere “Baktık, bi daha baktık, hata yok, hatasız sev beni” açıklamasıyla gereken cevabı verdi kurum.

Çıkıp “Daha adımın açılımını bilmiyor çoğunuz” demediğine şükredelim bence...

Liselisi, KPSS mağduru, TUS yarışmacısı, ALS yolcusu, hepimiz yanlışız, bir ÖSYM doğru.

Yanlışsa da sehvendir, neyse, sana bir şey olmasın Ali Başkan.

Zırh da yakıyor yani...
Yazının Devamını Oku

Samimiyetten bayılanlar olmuştur

22 Temmuz 2012
RAHMETLİ Cihat Burak benim de çok sevdiğim resimleriyle (hele o kedileri yok mu...) tanınır. “Cardonlar” ve “Yakutiler” adlı kitaplarda topladığı öyküleri de harikuladedir.
“Yakutiler” dönüp dönüp okuduğum kitaplardan biridir. Dili kullanmasına, tatlı üslubuna bayılırım.
Geçen hafta çıktığım yolculukta da elimin altındaydı “Yakutiler”.
“Hiçbir Şey Yapmama Bölge Müdürlüğü Dinlenme Kampı” adlı öyküsünden bir cümleyi yolculuk boyunca kullandım.
Şöyle yazmış Cihat Burak: “(Kampta) O kadar samimi bir hava doğmuştur ki samimiyetten bayılanlar olmuştur...”
* * *
“Samimiyetten baygınlık geçirecek hale gelmek” ülkemizde bir obezite, bir tütün, bir alkol kadar büyük bir risk olarak algılanmayabilir.
Ancak Cihat Burak’ın mizahi bir şekilde dikkatimize sunduğu bu “samimiyet baygınlığı”nı ömrüm boyunca pek çok kez yaşadım, o sebepten mühimdir ey vatandaş, çok samimi söylüyorum.
Mesela Meclis’te liderlerin salı konuşmalarını izlerken, duydukları memleket sevdasının, özgürlük aşkının, demokrasi bilincinin samimiyeti karşısında baygınlık geçirdiğim çok olmuştur.
Yurt gezilerinde vatandaşa sarılma sahneleri, çat kapı ev ziyaretleri, liderlerin korumaya dönüp “İlgilenin hanımla, numarasını alın, sorununu çözün” talimatları ekrana geldikçe ben pat yere... Ne oldu?
Ne olacak, samimiyetten bayıldım işte.
* * *
Yolculuk dönüşü hayatın “başka” gerçeklerine, gazetelere, televizyon kanallarına, haberlere, reklamlara daldım.
Ege’nin serin sularının koynundan sonra dalınacak nane değil tabii ama kaç kaç nereye kadar?..
Su içmeden önce “Bismillah”, su içtikten sonra “Elhamdülillah” diye “otomatikman” konuşan teknoloji harikası bardakla karşılaştım mesela.
Samimiyetine hayran kaldım, hafiften bir baş dönmesi eşliğinde.
* * *
Enerji Bakanı’nı gördüm. Bir ramazan ayı sembolüne dönüşen “yeraltında, maden işçileriyle iftar” klasiğinin ortasındaydı.
Başında bareti, tulumu tam bir maden işçisi gibi giyinmişti.
Sadece 2009’dan bu yana Devecikonağı’nda 19, Odaköy’de 13, Karadon’da 30 maden emekçisi öldü.
Afşin Elbistan’da kaybettiğimiz 11 maden emekçisinin 9’unun cesedini çıkarmaya bile gerek görülmedi. Hal böyleyken Maden-İş’in web sayfasına 29 Haziran 2012’de eklenen yazıdan minik bir bölüm aktarayım:
“TBMM’de bir gece operasyonu ile son anda görüşülmekte olan torba yasanın içine termik santrallara kömür sağlayan 2172 sayılı yasa ile devletleştirilen, daha sonra 2840 sayılı yasa ile devlet eliyle işletilecek madenler kapsamına alınan linyit sahalarının, 4046 sayılı özelleştirme yasası kapsamında özelleştirilmesini sağlayan bir hüküm konulmuştur.
* * *
Bu hükümle, Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) işlettiği ve termik santrallara kömür sağlayan bütün linyit sahalarının, özelleştirme çalışmaları süren termik santrallar ile birlikte yerli-yabancı enerji tekellerine verilmesi amaçlanmaktadır.
TKİ’nin elinde bulunan bu linyit sahaları, yerli kaynak niteliğiyle ülkemizin enerji güvenliğinin stratejik teminatı durumundadır. Özelleştirme ile bu tek yerli teminat da ortadan kalkmış olacaktır.
Linyit sahalarının özelleştirilmesi ve özel sektör eliyle işletilmesi dünyada ölümlü maden kazalarında ön sıralarda olan ülkemizin bu vahim iş güvenliği tablosunu çok daha derinleştirecek, Türkiye daha fazla iş cinayetlerine sahne olacaktır...”
* * *
Bir sonraki haber bülteninde, Başbakan’ın yeni açılan Mimar Sinan Camii’nin VIP salonunda (camide VIP salonu da iyiymiş, di mi?) Irak Ulusal Meclis Başkanı’yla görüşmesi hakkındaki haberden hemen sonra Enerji Bakanı’nın görüntülerine geldi yine sıra.
Baretiyle gülümsüyor bakan, pidesini bölüp yanındaki madenciye uzatıyor.
Çalıştıkları madende gömülü kalan, ailelerine cesetleri bile verilemeyen 9 işçi geliyor aklıma.
Gözlerim kararıyor, başım hızla dönüyor, kanımın çekildiğini hissediyorum.
Rahmetli anneannemin söyleyişiyle “Şırannk!” diye bayılıyorum.
Samimiyetten...
Yazının Devamını Oku

Hayattan bir dilim

15 Temmuz 2012
ARAMIZDA “Zelig”di bir diğer adı.

Woody Allen’ın Zelig’i gibi düşünün, her konuda en ateşlimiz o olurdu.
Solcu mu olunacak gider en alakasız fraksiyonu savunur.
İçki mi içilecek, galonla içmeye kalkar.
Âşık mı olunacak, körkütük, yol bulamayan deli divane gibi âşık olur.
Tatil için gittiği Ege kasabasında “bir kızın peşindeyken”, kızın ekolojik bir hassasiyet noktasını fark ettiği anda mesela, “Antik cam atölyelerini kurtaralım ey insanlık” diye eylemler organize eder, doğayı sever, yeşili korur..
Delikanlılık yıllarımızı İstanbul sokaklarında beraber çiğnemişiz.
Zelig öldü, kaybettik arkadaşımızı.

Yazının Devamını Oku