Olimpiyat Oyunları’nın kapanış töreninin, açılıştan daha fazla izlendiği açıklandı.
15 milyon sterlin harcanan gecede moda vesaire de vardı fakat merkezde Britanya müziği yer alıyordu.
The Who, Elbow, Ray Davies (The Kinks), Brian May (Queen), Spice Girls, George Michael, Annie Lennox gibi isimler sahneye çıkarken David Bowie, Sex Pistols, Rolling Stones, Kate Bush gibileri de “Hayır canım, sağolun” demekle yetindi.
Kapanışı hem seyrettim hem de kaydettim. Programdan memnun değilim dersem kuyruklu yalan olur.
Yine de Britanya’nın müzik alemine etkisini tam olarak yansıtmak bir stadyum gösterisiyle (ne kadar yüksek bütçeli olursa olsun) pek mümkün değil. Nasıl olsun ki; ortada kocaman bir tarih, sayısız büyük grup ve müzisyen var.
Rock müzik ABD’de doğmuştur ancak Britanya el atmasaydı nerede olurdu kestirmek mümkün değil...
VAKA-İ HAYRİYE: THE BEATLES
‘British Invasion’ olarak anılan dönem, bir yerde popüler müzik tarihinin en önemli kırılma noktalarındandır.
Sitenin adresi şöyle: www.sehitlervegaziler.gov.tr.
Görüldüğü üzere site “gov.tr” uzantılı, yani resmi bir site.
“Şehit arama motoru” gibi bakarken insanı üzüntüden harap eden özellikleri bulunan site, elbette iyi niyetle hazırlanmış.
* * *
Tribünler arası itişme, kakışma, zart/zurt fırlatma, hakaret ve tahrik yollama sezonu açılmıştır.
Sezonun hırçınları, “akılsızları”, tahrik mekanizmaları, kurnaz tilki görünümlü provokatörleri sahne almıştır.
Hayırlı olsun...
* * *
Kaleci hataları, hakem süzüşleri, goller, akıllılar, iyiler, kötüler, şık paslar futbol sınırları içinde yaşayacak.
Umudumuz onlarla ilgilenmek olacak yine.
Ama gördük ki; iyi niyet, fair-play adına sınıf atlamamız yine çok uzaklarda bir yerde.
Cuma gecesi itibariyle 28 dünya rekoru gördük 2012 Yaz Olimpiyatları’nda.
Benim açımdan da bir rekor gerçekleşti.
Yıllardır yaşattığım bir hayali, olimpiyatları yerinde izlemeyi, son haftasında bir şekilde başardım.
Hayatımın kalan kısmını boynumda görülmeyen, kayıtlara geçmeyen bir madalya ile geçirecebileceğim, ne mutlu bana! Tamamen bir turist olarak katıldığım olimpiyat günlerinde tuttuğum notları umarım ilginç bulan çıkar...
Londra’da bulunduğum günlerde Bolt’un rekorlarını alt üst edebilecek bir grup insanla tanıştım. Kısaca “Londra esnafı” diyelim onlara... Gide gele tanış olduğum Soho’daki lokanta sahibi Fransız Abi de, resmi plak tedarikçim olan Camden Town’lu eski punk da işlerin kesatlığından şikâyetçi ve 1 numaralı suçlu olarak olimpiyat oyunlarını gösteriyorlar. Bolt’u görseler, kovalayıp yakalayacak derecede sıkmışlar cıvataları. Temsili olarak tabii, yoksa Bolt’a özel bir uyuzlukları yok.
Şehir, otomobilin icadından bu yana böyle rahat trafik görmemiştir herhalde. Sebep? Alınan önlemler. Devlet de özel kurumlar da çalışanlara “Şehri boşaltın, Almanya’dan yüzmeye, Amerika’dan koşmaya, Kore’den tepik atmaya gelecek var” mesajı vermiş. Çalışanların büyük bölümü yıllık izinlerini olimpiyata denk getirmek durumunda bırakılmış, geri kalanların da çoğuna “Evden çalış anacığım. Oooh, ferah, ferah, ortada gezinme” denmiş.
“Britanya ahalisi en hassas, en ince duyguların insanıdır” demek pek mümkün değildir. Ben severim o mesafeli ve net hallerini ya, neyse. Ancak olimpiyat bir incelik, bir kibarlık, bir yardımseverlik havası oluşturmuş ki; ürktüm. Havaalanından itibaren koluna yapışıp “Yardım edeyim” diye kendini paralayan gönüllülere “Sağol tatlı ablacım, sağol güzel abim” şeklinde sempati beslesem de içimden “N’ettiler size böyle, zombi gibi olmuşsunuz tövbe estağfurullah!” çekmeyi de ihmal etmedim. Hayır, orijinal hallerini bilmesek neyse. Benim bildiğim Britanya bu insani ısınma sürecinin ardından on yıllarca sürecek bir doğal donma aşamasına geçiş yapar.
İzmir de belli ki çok özlenmiş ve yine belli ki o da çok özlemiş burada oynamayı.
Transferi yılan hikayesini de aşan Melo hariç geçen sezonki kadrosunu yeni transferlerle cilalamış bir Galatasaray çıktı sahaya.
* * *
‘Evlat Semih’ ve Ujfalusi’nin “Stoper mevkiinde endişeye mahal yok” sinyali vermesi, ‘Çilingir Selçuk’un “Ben burada yalnızken de sağlam duruyorum ama Melo’yu da özledim” mesajını yollaması, Burak’ın “Cuk otururum bu sisteme” demesi, elbette Emre’nin “Bu formayı benden almak için uğraşmak gerek” işareti çakması, Engin Baytar’ın da postaya “Sevgili Fatih Hocam, peki ya ben?” mektubu vermesi çok önemli.
Elmander bıraktığı yerden devam ediyor, Hamit “İyi ki aldınız beni” performansı sergiliyor, daha ne olsun?..
* * *
Lazio fasulyeden bir rakip değil.
Yıl 1949’du ve Orhan Veli’nin yayınladığı son şiirleri arasında “Bedava” da vardı.
“Bedava yaşıyoruz, bedava/ Hava bedava, bulut bedava” diye başlayan ve “Peynir ekmek değil ama/ Acı su bedava/ Kelle fiyatına hürriyet/ Esirlik bedava/ Bedava yaşıyoruz, bedava” diye sona eren şiir.
1949’da 75 kuruşa satılan kitabın ilk baskısını yıllar sonra bütçeme göre sarsıcı sayılabilecek bir ücret karşılığında almıştım bir sahaftan.
Yazıya otururken baktım, şimdi 200-250 TL isteniyor.
Bulutsuzluk Özlemi’nin 1990’da yayınladığı “Uçtu Uçtu” albümü öğrenci evimizin demirbaş Türkçe albümlerindendi.
Nejat Yavaşoğulları, bu albümdeki “Acil Demokrasi” şarkısında Orhan Veli’nin şiirini gündeme uygun şekilde küçük bir müdahaleyle anıyordu:
Ben esprinin insanı önce duraklatan, biraz afallatan, kaidesinden söküp dökerek güldürenini severim.
Pis ve hain, direkt ve sarsıcı, zekice fakat aynı zamanda salakça, belki biraz da soğuk espri severim.
Hafiften bir şamar etkisi olmalı, sersemlemeli ve “Ama niye, niye?” demeliyim.
Örnek vereyim...
Yıllar, yıllar önce Woody Allen’ın bir filmini seyretmek üzere sinemadayım. Filmde ‘hayatın anlamı’nı ha açıkladı ha açıklayacak, üstün bir bilim insanı var.
Woody Allen (ve yanılmıyorsam Mia Farrow) bu saygın şahsiyetle ilgili bir belgesel film veya uzun bir röportaj gibi bir şey hazırlıyorlar.
Yine bir gün adamın ofisine gittiklerinde pencerenin açık olduğunu ve odadaki kağıtların havada uçuştuğunu görüyorlar.