Görmeyince aklımıza gelmeyen ama görünce mutlu olduklarımız vardır.
Sık sık zihnimizi yoklayanlar vardır.
Sadece zihnimizi değil gönlümüzü de sık sık yoklayanlar vardır.
Gerekli olunca, işimiz düşünce aklımıza gelenler vardır.
Görsek de görmesek de fark etmeyenler vardır.
Görünce huzursuz olduklarımız vardır.
Belki çok az nefret ettiklerimiz de vardır.
Ankara deyince koşuşturmalar, tartışmalar, partilerin grup toplantıları, trafik sıkışıklığı, taksit hesapları, maaş artışları, yapay ilişkiler geliyor aklımıza.
Ankara’yı devlet dairelerinden ve koridorlarında dolaşan takım elbiseli, kravatlı kişilerden ibaret sanıyoruz.
* * *
Oysa Ankara’nın bir de arka yüzü, görünmeyen yüzü var.
Hatta bir değil, yığınla, her “meşrebe” göre bir arka yüzü var.
Bunlardan bazıları belki daha huzurlu, daha sevimli, daha üretken, daha derinlikli, daha kalıcı, daha “cazip”.
Ama Ankara’nın görünen yüzü o kadar parıltılı, albenili, o kadar dünyevi ki; bu huzurlu, derinlikli ve üretken arka yüzünün üzerini örtüyor.
EDEBİYAT ORTAMI DERGİSİ
Hem bunu söyler, hem de olaylar, durumlar karşısında tarafımızı ortaya koyarız.
Hemen belirtelim ki, insanın bir düşüncesinin olması, savunduğu fikirlerinin, tarafının olması son derece normaldir.
Normalden de öte gereklidir.
İnsanın savunduğu değerler, fikirler olmalıdır.
İnsan bir düşünce topluluğuna, bir gruba, bir ideolojik yaklaşıma ait olmalıdır.
İnsanın bir “yeri” olmalıdır.
Aslına bakılırsa bu, zaten çoğu kişi için böyledir.
Farkında olur muyuz, bugünü hisseder miyiz; bir acıyla, bir hüzünle; bir sevinçle, bir coşkuyla, bir heyecanla mı karşılaşırız, bilmiyorum.
Belki karşımıza iyi bir insan çıkar; saçtığı mutluluk, huzur ve umut ışıklarıyla aydınlatır ruhumuzu, bize kendimizi hatırlatır.
Uğraştığımız, üzerimize yük olarak çullanan birçok başlığın, aslında hayatımız için hiçbir karşılığının olmadığını hatırlatır bize.
Uykularımızı kaçıran şeyleri kovar içimizden.
Göğsümüzü genişletir, dilimizin bağını çözer.
* * *
Kapı komşumuzun farkına varırız belki.
Sıradan insanlar:
* Yıkılırlar, karamsarlık denizine dalarlar.
* “Olanların” sorumlusu olarak başkalarını görürler; başkalarını suçlarlar.
* Bütün enerjilerini “rakiplerine” harcarlar.
* Kendi tutum ve davranışlarına dönük düşünmekten, “iç muhasebeden” kaçınırlar. Öfkeleri, eleştirileri, kızgınlıkları, stratejileri hep başkaları üzerinedir.
* Dünya âlemin gözünün kendilerinin üzerinde olduğunu; herkesin kendilerini izlediğini, herkesin kendilerini konuştuğunu, herkesin işinin gücünün kendileri olduğunu zannederler.
* * *
Büyük insanlar:
Hepimiz karnemizi aldık.
Karneler gelince anne-babaların kimileri sevindi, kimileri üzüldü, kimileri de “dünya telaşından” fazla farkına varamadı, ilgilenemedi.
*
Çocuklar her sabah uykulu gözlerle evlerinden çıktı, akşam olunca da yorgun argın döndü.
Öğretmenler, yöneticiler, bürokratlar, memurlar, hizmetliler, servisçiler, kantinciler çocuklara daha iyi hizmet verebilmek için çalıştılar, uğraştı durdular.
Anne-babalarsa daha yoğun bir çaba içindeydiler.
Çocukların masraflarını karşılamak, ihtiyaçlarını gidermek, onlara iyi bir gelecek hazırlamak için yapmadıkları fedakârlık kalmadı.
* * *
Mektupla, söz duyguya bürünür.
E-mail veya telefon mesajıyla ilettiğimiz sözlerin aynısını kâğıda yazarak bir zarfla gönderdiğimizde de etkisi farklı olacaktır.
İçtenlik, emek ve önemseme girecektir devreye.
* * *
Bizim kuşağın hayatında önemli bir yeri var mektubun. Belki yazar oluşumuzu, o günün yazarlarıyla yaptığımız yazışmalara borçluyuz.
Kitabını okuduğunuz birinden bir mektup almak ne büyük saadet!
Bazen kıskançlık, bazen bencillik, bazen de dünyamızı esir alan önyargı, takdir duygularımızı köreltir, yok eder.
Her şey bizde başlar, bizde biter.
* * *
Varlıklıysak piyasayı bolluk, ucuzluk görürüz.
Paramız yoksa sıkıntı, darlık, pahalılık ortalığı kasıp kavuruyor diye bakarız.
* * *
Mutlu mesut yaşıyorsak, anlayamayız üzüntüsü olanları; kederli, karamsar kişilere şaşarız.