Gila Benmayor

Türkiye’ye hakaret yok rakamlar öyle konuşuyor

20 Mayıs 2005
<B>DÜNYA</B> <B>Ekonomik Forumu’</B>nun bir ilk olarak gerçekleştirdiği <B>‘Cinsiyet Uçurumu’ </B>raporunda Türkiye’nin 58 ülke arasında 57.sırada olması erkekleri öfkelendirdi. Geçenlerde ‘Abdi İpekçi 2004 Gazetecilik Ödülü’ resepsiyonunda kendimi bir anda, Genel Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök ile Sabah yazarı Erdal Şafak’ın yaylım ateşi altında buldum.

Kadın yazarlar rapora karşı çıkmalıymış.

Erdal Şafak önceki günkü yazısında ‘Türkiye’ye hakaret’ diye karşı çıkmış zaten.

Keşke, Türkiye’deki tablo erkeklerin görmek istediği gibi olsaydı.

Ama değil.

Türkiye’deki kadınları, büyük şehirlerde çalışan kadınlar, sayıları gerçekten hayli fazla olan akademisyen kadınlar temsil etmiyor.

Dün KA-DER Başkanı Ayşe Bilge Dicleli ile konuşuyordum.

TÜSİAD’ın 2000 yılında hazırlamış olduğu ‘Kadın Erkek Eşitliğine Doğru Yürüyüş’ raporunu hatırlattı.

Buldum, çıkarttım ortaya raporu.

Rakamlar orada mevcut.

Özellikle ekonomik yaşamla ilgili olanları.

Hatırlatayım dilerseniz.

Kadınların işgücüne katılım oranları 1950’lerden beri sürekli düşüyor.

1955’te yüzde 72 olan işgücüne katılım oranı, 1999 yılında yüzde 29’a gerilemiş.

Şehirlerde bu oran yüzde 15.8’e düşüyor.

Türkiye genelinde bakıldığında çalışan kadınların dörtte üçü hálá ‘tarım sektöründe’.

Sizleri rakama boğmak istemem ama Dünya Ekonomik Forumu’nun raporunu ‘Türkiye’ye hakaret’ olarak görenlere tavsiyem TÜSİAD’ın bu çalışmasına göz atmaları.

Ayşe Bilge Dicleli ile konuşurken hatırlattığı bazı rakamlar var.

En tepedeki kadın yöneticilerle, en tepedeki erkek yöneticiler arasında ücret farkı yüzde 40 dolaylarında.

Özel sektördeki çalışan 8.4 milyon kişiden yüzde 16’sı kadın.

Kamuda çalışan 2.3 milyon kişiden yüzde 23’ü kadın.

Bu mu fırsat eşitliği?

İşveren kadın oranı binde 7.

Politikaya katılımdan bence hiç söz etmeyelim.

Parlamentoda kadınların temsil oranı sadece ve sadece yüzde 4.4.

Boğaziçinden Profesör Binnaz Toprak’ın geçenlerde Radikal Gazetesi’nde yazdığı gibi Meclis 85. yıla ‘kadınsız’ giriyor.

Yine Profesör Toprak’ın yazdığı gibi bu oran yakın çevremizde Suriye, Fas, Cezayir, Bahreyn, Sudan gibi ülkelerden bile düşük.

Pakistan’da kadınların mecliste temsil oranı yüzde 20.6.

Bu ayıp bize yeter.

Şafak yazısında, Dünya Ekonomik Forumu’nun ‘Cinsiyet Uçurumu’ raporunda bizim önümüzde yer alan Pakistan, Hindistan, Çin’e değinmiş.

Sadece politik yaşama katılım Pakistan’ın sırasını öne çekebilir sanıyorum.

Hindistan’da kadın okur yazarlığının düşüklüğünden de söz etmiş.

Her ülkenin kendi koşulları var.

Hindistan’da yıllar önce röportaj yapma fırsatı bulduğum ‘Haydutlar Kraliçesi’ Phoolan Devi, okuma yazma bilmediği halde milletvekiliydi.

Üstelik arkasında birkaç ceset olduğu söyleniyordu.

Ama dünyanın en büyük demokrasisi ona politikada yer açmıştı.

Hindistan’da drahoması az diye kadınlar öldürülüyormuş Şafak’ın dediğine göre...

Doğru...

Ama bizde de ‘namus’ diye kadınlar öldürülüyor, burunları kesiliyor ya da 14 yaşındaki oğulları tarafından kurşunlanıyor.

Yolun açık olsun Kemal Derviş

KEMAL Derviş,
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı UNDP’nin başına getirildikten sonra kendisiyle ilk kez dün Boğaziçi Üniversitesi’nde karşılaştık.

Boğaziçi Üniversitesi 19-22 Mayıs tarihlerinde güzel bir program hazırlamış.

Ağırladığı Avrupalı üniversite öğrencilerine, Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin konferanslar düzenlemiş.

Böylelikle, İngiltere Büyükelçisi Peter Westmacott, AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli ile Kemal Derviş’i dinleme fırsatı bulduk.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Derviş’i dinlerken bir kez daha Avrupa vizyonuna hayran kaldım.

Türkiye’nin üyeliğini hararetle savunan Avrupalı aydınlarla aynı çizgide. Yani Avrupa’nın 21. yüzyılda, Türkiye’yi yanına almadan asla ‘global bir oyuncu’ olamayacağını söylüyor.

‘Avrupa Birliği’nin sonu geldi’ diyenlere ise mesajı şöyle:

‘Avrupa nereden nereye geldi. Dünya savaşları, kitle katliamları, totaliter rejimler... Ama karanlık dönem sonuçta refaha, barışa yol açtı. Şimdi Avrupa yeni bir değişimden geçiyor. Değişimin hedefi daha iyi bir dünya düzeni’...

Türkiye’ye biçtiği rol biraz İngiltere ve İspanya’nın Avrupa’da oynadığı rol gibi.

Nasıl İngiltere, dünyada İngilizce konuşan ülkelerle, İspanya ise Güney Amerika ile Avrupa arasındaki bağı kuruyorsa, Türkiye de Müslüman ülkelerle, Ortadoğu, Orta Asya ile Avrupa arasındaki bağı kurabilir.

Dediğim gibi Kemal Derviş’i dinlemek büyük zevkti.

Sanırım salondaki Avrupalı üniversite öğrencileri de aynı duygular içersindeydi...

Kemal Derviş, temmuz ayı ortalarında New York’a yeni görevinin başına gidiyor.

Ona ‘Daha İyi Globalleşme’ kitabıyla ilgili Francis Fukuyama’nın sözlerini sordum.

Bir hatırlatma bu arada.

Fukuyama,
kitapla ilgili ‘Derviş, Birleşmiş Milletler’in yeniden yapılandırılmasında önemli bir rol oynayabilir’ demişti.

Kemal Derviş, bu sözleri biraz abartılı buluyor.

Ama sonbahardan itibaren BM’ye çeki]düzen verileceğini ve bunun için BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a destek vereceğini söylüyor.

Yolun açık olsun Kemal Derviş.
Yazının Devamını Oku

Kadın-erkek eşitsizliğinde rekor kırdık

17 Mayıs 2005
<B>NE </B>kadın örgütlerinin yıllardır süren çabaları, ne <B>‘haydi kızlar okula’ </B>kampanyaları, ne Kadın Statüsü’nün bir yasaya kavuşması... Yıllardır ne yazık ki arpa boyu yol alamamışız.

Kadın-erkek eşitsizliğinde 58 ülke arasında 57. sırada geliyoruz.

Dünya Ekonomik Forumu, ilk kez 58 ülke arasında ‘cinsiyet uçurumunu’ ayrıntılı bir şekilde araştırıp bir rapor hazırlamış.

30 OECD ülkesiyle, 28 ‘yükselen piyasa’ kapsayan araştırma, BM Kadın Kalkınma Fonu (UNIFEM) belirlediği kriterlere göre bu uçurumu ölçüyor.

Temel alınan 5 kriter şöyle:

Eşit işe eşit ücret.

Düşük ücret ve vasıfsız işlerle sınırlı olmayan iş alanlarına erişme fırsatı.

Politik hayata katılım.

Eğitim.

Sağlık ve özellikle anne sağlığı.

Kadınlarla erkekler arasındaki farkı kapatmayı başarmış ilk beş ülke İskandinav ülkeleri: İsveç, Norveç, İzlanda, Danimarka ve Finlandiya.

Bu beş ülkeyi Yeni Zelanda, Kanada ve İngiltere takip ediyor.

Avrupa Birliği’nın 10 üyesi listenin ilk 15’i arasına girmeyi başarmış.

Ancak AB açısından ilgi çeken bir nokta var.

Letonya, Litvanya, Estonya gibi ‘yeni üyeler’ Belçika, Portekiz, İspanya, Yunanistan gibi ülkeleri geride bırakmış.

ABD, 57 ülke arasında 17. sırada.

İş hayatında fırsat eşitliği ve sağlık en zayıf olduğu alanlar.

Asya’da Çin, Japonya dahil pek çok ülkenin önünde.

Demek ki Çin Hükümeti’nin ‘kadın erkek eşitsizliği’ni yenmek için başlattığı politikalar bir yerde amaca ulaşmış.

Uçurumu kapatmakta zorlanan ülkeler Ürdün, Pakistan, Türkiye ve Mısır.

7 üzerinde yapılan puanlamada notumuz 2.67.

Sonuncu olan Mısır’ın puanı zaten 2.38.

Kadın meselesi ‘yumuşak karnımız’...

Hatırlarsanız, Avrupa Parlamentosu’nun raporunda da kadın haklarında Avrupa’nın sonucusu olmuştuk.

Kadın-erkek eşitsizliğini kapatmadıkça gelişmiş bir ülke olamıyacağız.

Bunun için yapılacak tek bir şey var:

Ankara’nın Japonya örneğinden yola çıkarak acilen bir ‘Cinsiyet Eşitliği’ eylem planını hazırlaması ve uygulaması.

Kadınının Statüsü’nden sorumlu Devlet Bakanı Güldal Akşit’in Japonya’nın 1996 yılında uygulamaya başladığı bu planı incelemesini öneririm...

Aksi takdirde daha nice raporda sonuncu geliriz.

Onur Air krizini, Türkiye-AB çatışmasına dönüştürmeyelim

ONUR Air
krizinin patlak verdiği saatlerde, Konrad Adenauer Vakfı’nın ‘Rekabet ve Medya’ semineri için Antalya’dayız.

Türk ve Alman gazetecilerin katıldığı seminerin konuşmacılarından biri de Öger Turun sahibi Vural Öger.

Avrupa Parlamentosu milletvekili ve Alman-Türk İdare Meclisi Başkanı olan Vural Öger aynı zamanda 1. kuruluş yıldönümünü kutlayan Atlasjet’in yüzde 51’i ortağı.

Hollanda’nın ardından Almanya, Fransa ve İsviçre’nin Onur Air uçuşlarını durdurma kararı Vural Öger’ın canını sıkmış.

Telefonunu elinden düşürmüyor.

Alman Sivil Havacılık ile, tur operatörleriyle sürekli temas halinde.

‘Krizi keşke ulaştırma bakanları bir araya gelip çözseydi’ diyor.

Türkiye’nın ‘misilleme’ye giriştiği takdirde turizmin büyük bir darbe alacağını söylüyor Öger.

Yıllardan beri Almanya’da yaşayan Vural Öger, Türkiye’nin tepkilerini dışardan biri olarak daha objektif değerlendirebiliyor.

‘Aman’ diyor... ‘Onur Air krizini bir Türkiye-Avrupa çatışmasına dönüştürmeyelim.. İpleri daha fazla germeyelim. Türkiye Avrupa yolunda bir ülke, aklımızdan çıkarmayalım.’...

Merkel-Sarkozy ikilisi iktidara gelince işimiz zor

VURAL Öger
’e sorular bu kez Avrupa Birliği üyeliğimizle ilgili.

Şapkalardan biri Avrupa Parlamentosu milletvekilliği olunca bu kaçınılmaz elbet.

Vural Öger, Ankara’nın müzakere sürecini yavaşlattığı yorumlarına katılıyor.

‘Schröder-Chirac ikilisinin iktidarda olması bizim için büyük bir şans’ diyor.

‘Düşünün, Almanya’da Angela Merkel, Fransa’da ise Nicholas Sarkozy iktidara geldiği takdirde işimiz ne kadar zorlaşacak’

Sırf bu yüzden elimizi çabuk tutmamız gerekiyor.

3 Ekim tarihine odaklanmamız gerekiyor.

Vural Öger hesaplamış.

Türkiye ile Avrupa arasında görüşülecek 31 konu için yaklaşık 900 kişilik kadro gerek..

Nerede bunlar?

‘Müzakereler 3 Ekim’de başlarsa 2006 yılına kadar turizm, dış ticaret gibi dosyaları kapatırsak yol almış oluruz... Acele etmemiz gerek. Çünkü bir daha Schröder-Chirac ikilisi gibi bizi destekleyen bir ikili bulamayız.’

Atlasjet’ın hedefi 2006’ya 22 uçakla girmek

VURAL Öger
ile sohbette söz haliyle Atlasjet’e geliyor.

Şu anda şirketin elindeki uçak sayısı 16.

Hedef 2006 yılında 22 uçakla girmek ve uçak şirketleri arasında en genç filoya sahip olmak.

Vural Öger’ye turizmci olarak neden uçak işine girdiklerini soruyorum.

‘Gelecek entegre turizmde’ diyor.

Bu tur operatörünün aynı zamanda hem otel, hem uçak şirketi sahibi olmasını kapsayan bir model.

Tui, Thomas Cook gibi dev tur operatörlerinin izledikleri bir model.

Tur operatörlüğünün yanısıra 10 binin üzerinde yatağı olan Öger tur modelin son ayağını da Atlasjet ile tamamlamış.

35 yıldan beri turizmin içinde olan Vural Öger, son 15 yıldan beri Almanya’dan Türkiye’ye en fazla turist getiren turizmci.

Önümüzdeki yıl için hedefi 1 milyon 400 bin turist.

Atlasjet bunların yüzde 20’sini taşıyormuş.

Peki dünyanın dev tur operatörleriyle aynı kulvarda koşan Vural Öger, Avrupa Parlamentosu milletvekilliği de eklenince işlerini nasıl idare ediyor?

‘Henry Ford başarısının sırrını şöyle vermiş: Bildiğim işi ve kontrol edebildiğim işi yaptım. Ben de aynı şeyi yapıyorum’ diyor.

Ve ilave ediyor: ‘Hamburg’daki merkezimizden Antalya’daki bir otelimizin domatesi kaça aldığını bile izliyoruz.. İnternet sayesinde’...
Yazının Devamını Oku

Hem teknoloji devi hem teknoloji çöplüğü

15 Mayıs 2005
Yoksul Hintliler evlerini atölyeye dönüştürmüşler. Ailece ellerinde çekiçler, tornavidalar hurda bilgisayarları parça parça söküyorlar. Bunu yaparken asit de kullanıyorlar. Tabii asit ısıtılınca zehirli gazlar çıkıyor. Bu işleri yapanların yüzlerine maske takmalarını, ya da ne bileyim eldiven kullanmalarını beklemiyorsunuz herhalde... Zaten kazandıkları da günde 1 euro.

MİLLİYET yazarı Osman Ulagay, geçen pazartesi köşesine şöyle bir başlık atmıştı:

‘Hindistan’ı dinle Türkiye’yi düşle’

İstanbul Forum’a katılan Hintli işadamı Fakir Kohli, Ulagay ile sohbetinde, Hindistan’ın 2012 yılı hedefinin 100 milyar dolarlık bilgisayar yazılımı ve 100 milyar dolarlık bilgisayar donanımı olduğunu söylemiş.

Hindistan 1950’lerde yüksek bilim ve teknoloji enstitüleri kurmaya başlamış.

O yıllar Hindistan’ın açıkla boğuştuğu yıllar.

Ama yine ileriyi görenler sayesinde bilim ve teknolojiye önem vermiş.

İnanılmaz yatırımlar yapmış.

Bugün Hindistan, bilgisayar yazılımında dünya devi.

Microsoft, IBM müşterileri arasında.

Kohli, ‘Biz daha bu işin başındayız. Hindistan’da asıl mucize bundan sonra gerçekleşecek’ demiş.

Kohli çok iyimser.

Çünkü madalyonun bir de çirkin mi çirkin yüzü var.

O da şu: Hindistan yüksek teknoloji ürünlerinin ‘çöplüğü’ aynı zamanda.

1 GRAM ALTIN TOZU

UĞRUNA ASİT SOLUMAK

Fransız L’Express dergisinin muhabiri Guillaume Grallet, müthiş bir röportaj yapmış.

Hindistan’da, gelişmiş ülkelerden gönderilen hurda bilgisayarları sökerek geçinen insanları yazmış.

Resimler de olağanüstü.

Yoksul Hintliler evlerini atölyeye dönüştürmüşler.

Ailece ellerinde çekiçler, tornavidalar hurda bilgisayarları parça parça söküyorlar.

Esas dertleri, her parçadan paraya dönüştürülebilecek malzemeyi çıkartmak.

Meğer bir bilgisayarda bine yakın farklı unsur varmış.

Plastik, demir, alüminyum, bakır, kurşun, çelik, gümüş, platin ve hatta altın.

Bunlar en bilinenleri.

Çalışma masamızda pek masum duran bilgisayarlarımızda tehlikeli maddeler de mevcut.

Civa, arsenik, palladyum gibi.

Gelişmiş ülkelerde bunları ayrıştırmak pahalı olduğu için hurda makineler doğruca el emeğinin ucuz olduğu yerlere postalanıyor.

El emeği ucuz, insan hayatı daha da ucuz.

Köhne mahallelerde bilgisayar sökenler 1 gram altın tozu elde etmek için asit kullanıyorlar.

Tabii asit ısıtılınca zehirli gazlar çıkıyor.

Bu işleri yapanların yüzlerine maske takmalarını, ya da ne bileyim eldiven kullanmalarını beklemiyorsunuz herhalde...

Zaten kazandıkları da günde 1 euro.

‘Elektronik atıkların’ postalandığı Madras, Yeni Delhi, Bangalore gibi şehirlerde kanser vakaları iki kat artmış.

Dünyada her yıl 40 milyon bilgisayar atılıyor.

2010 yılında bu sayı üç katına çıkacak.

İki yıl içersinde çöpe gidecek cep telefonlarının sayısı 400 milyon.

Bunlar buharlaşıp uçmayacak.

Hindistan, Güney Afrika, Pakistan, Bangladeş gibi ülkelere gönderilecek.

İnsanlar günde 1 euro uğruna, hayatlarını ortaya koyarak bunları sökecek.

Geçenlerde Gaziantep’teydim...

Oradaki dostlarımla konuşurken, fıstıkları ‘çıtlatan’ yani kabuklarını ayıklanacak şekilde kıran kadınların 10 kilo fıstık için 1 euro kazandıklarını duydum.

Günde zaten 10 kilodan fazlası yapılamıyormuş.

Demek istediğim, Türkiye’de de günde 1 euroya yapılmayacak işler yapanlar var.

Ama yine de Hindistan kadar ‘vahşi bir globalleşmenin’ kucağına düşmedik gibime geliyor.

Hindistan, Çin ile birlikte 21. yüzyılın devlerinden biri olacak.

Düşünün ne pahasına?

Kendi payıma ben bu tabloya daha fazla katkıda bulunmak istemiyorum.

Size de cep telefonunuzu, bilgisayarınızı bir yenisiyle değiştirmek istediğinizde ikikez düşününderim.
Yazının Devamını Oku

Çocuklara hem bisküvi hem Fikret Mualla’yı sevdirmek

13 Mayıs 2005
<B>İSTANBUL Modern</B>’de devam eden <B>Fikret Mualla Sergisi</B>’nin sponsoru <B>Eti Bisküvileri.</b> Eti’nin ürünleri piyasada, reklamları her gün televizyonlarda ama sahipleri pek ortalıkta görünmez.

Gülden Kanatlı-Derbil, Eti’yi 1961 yılında kurmuş olan Firuz Kanatlı’nın kızı.

Eti Gıda Sanayi Yönetim Kurulu Üyesi.

Fikret Mualla sponsorluğunu konuşurken laf ister istemez Eti Bisküvileri’ne geliyor.

Öncelikle şunu belirtmekte yarar var: Eti ile Ülker bisküvi pazarının neredeyse yüzde 70’ini ellerinde tutuyorlar.

Yani Eti pazarın iki önemli oyuncusundan biri.

Daha açık ifade etmek gerekirse, kek kategorisinde pazarın yüzde 60’ı, lifli bisküviler gibi sağlı ürünleri kategorisinde pazarın yüzde 90’ı elinde.

Bir de glutene alerjisi olanlar için ‘pronot’ diye sadece kendilerinin ürettiği bir cins kurabiyeleri var.

Gülden Kanatlı-Derbil, Eskişehir’de Gümülcine göçmeni bir aileden dünyaya gelen babasının tam bir ‘bisküvi uzmanı’ olduğunu söylüyor.

‘Şarap tadımcısı gibi bir şey’ diyor.

Cenevre’de ekonomi okuyan Firuz Kanatlı, konusuyla ilgili sürekli kitap okuyan, araştıran bir girişimci.

Zaman zaman kendi evinde bile mutfağa girip, farklı unlarla, farklı formüllerle deneyler yapıp fırında pişiren biri.

Gülden Kanatlı-Derbil babasının bu yönünü anlatırken geçenlerde televizyonda tekrar gösterilen ‘Çikolata’ filmi aklıma geliyor.

Çikolata zaten Eti’nin son 1.5 yıldan beri girdiği yeni bir alan.

Televizyonlarda son dönemlerde yoğunlaşan Eti reklamlarının bir nedeni de bu atılım.

KOLAY PAZAR DEĞİL

Eti
Grubu 2001 yılı krizinden sonra birçok şirketin yaptığı gibi reklam harcamalarını kesmemiş.

Bugün bunun faydasını görüyor.

Gülden Kanatlı-Erbil ‘Krizden güçlenmiş olarak çıktık’ diyor.

Yılda ortalama 10 yeni ürün çıkartan grup 6 yılda iki misli büyümüş.

Peki pazara yeni giren oyuncular Eti’nin pazar payını küçültebilir mi?

‘Şimdilik öyle bir tehlike yok... Pazar yeni oyuncular için kolay bir pazar değil. Yine de stratejimizi yeni oyunculara göre ayarlıyoruz. İthalat kolaylaştığında yabancı markalar görebileceğiz.’

Fikret Mualla
sponsorluğuna gelince...

Bu sergi grubun sanatı desteklediği ilk proje değil.

Eti Çocuk Tiyatrosu’yla son beş yıldır Anadolu yollarında.

Yılda 110 bin çocuk, tiyatrodan yararlanıyor.

Gülden Kanatlı-Derbil ‘Doğu illerimizde hayatlarında hiç tiyatroya gitmemiş büyükler bile çocuklarıyla tiyatroya geliyor’ diyor.

Eti’yi İstanbul Modern ile bir araya getiren nokta işte bu olmuş:

Sanatı halkla buluşturmak.

Fikret Mualla Sergisi’ni okul çocukları geziyor.

Müzeye gelemeyenler ise ressamın reprodüksiyonlarını taşıyan gezici bir otobüse binip Fikret Muálla ile tanışıyor.

Fikret Mualla’yı sevdirmek çikolatalı bisküvi sevdirmek kadar kolay olmasa da Eti-İstanbul Modern birlikteliği bu zor işi başaracak gibi görünüyor.

10 yılda Ortadoğu’da en fazla Türkiye büyüyecek

ARAŞTIRMAYI
Fransız Credit Agricole ekonomistlerinden Slyvain Laclias yapmış.

‘Ortadoğu: Risklere Direnmenin Riski’ başlığı altındaki araştırmaya Le Monde Gazetesi yer vermiş.

Araştırma dört ülkeyi kapsıyor: İran, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye.

Laclias’ın analizine göre, geride bıraktığımız 10 yıl zarfında, bu dört ülke arasında en iyi büyümeyi kaydeden ülke İran.

Türkiye ikinci sırada.

Ancak Laclias, Türkiye’nin önümüzdeki 10 yıl yılda yüzde 4.5 ila yüzde 5’lik bir ortalama ile İran’ın önüne geçeceğini öngörüyor.

Laclias’ın bu iyimserliği, yapısal reformlar, IMF anlaşması, AB üyeliği perspektifi ve yabancı yatırımcı beklentisinden kaynaklanıyor.

Belediye Başkanı’nın felsefesi

TIME
Dergisi Avrupa’nın beş önemli şehrinin Roma (Walter Veltroni), Paris (Bertrand Delanoe), Berlin (Klaus Wowereit), Londra (Ken Livingstone) ve Stockholm’un (Annika Billstrom) belediye başkanlarını kapak yapmış.

İçim sızlamadı desem yalan.

Bu şehirlerin arasında İstanbul olmalıydı.

Peki şehir hayatına yeni bir vizyon getiren bu belediye başkanlarının ortak yanı ne?

‘Yenilikçiliği ideolojinin, pragmatizmi partizanlığın önüne geçirmeleri...’

Başka söze gerek var mı?
Yazının Devamını Oku

Dünya Bankası devreye girdi TAV Kahire’yi aldı

10 Mayıs 2005
<B>MISIR</B>’ın en büyük geliri turizmden.<br><br>1995 yılında yılda 2.8 milyon turist ağırlayan Mısır’ı 2004 yılında 8 milyon kişi ziyaret etmiş. 7 milyar dolar bırakmış.

‘Firavunların Ülkesi’ ekonomisinin belini doğrultmak için daha çok turist ağırlamak zorunda.

Dolayısıyla hızla altyapısını modernleştirmesi ya da tamamlaması gerekiyor.

Atatürk Havalimanı’nın inşaatı ve işletmesiyle artık marka haline gelen TAV, Mısır’ın bu turizm vizyonunun artık tam göbeğinde.

Zira, Mısırlı ortağı Holding Company ile birlikte inşaatına başlayacağı yeni dış hatlar terminalı 11 milyon turist ağırlayacak kapasitede.

Önceki gün Kahire’deki temel atma töreninde konuşan Holding Company’nin CEO’su Ahmet Şefik, ülkesinin alt yapısını modernleştirmek için neler yapılacağını anlatıyor.

Kızıldeniz kıyısındaki turistik Şarm-el Şeyh’in alt yapısından, Kahire havalimanındaki kontrol kulesine kadar modernleştirilecek şeylerin listesi uzun.

Mısır’ın bunun için uluslararası şirketlerin işbirliğine, Dünya Bankası’nın desteğine ihtiyacı var.

Zaten TAV’ın inşaatına başladığı dış hatlar terminalinin yüzde 70’ini Dünya Bankası finanse ediyor.

Dünya Bankası’nın TAV ile Mısırlı ortağının kazandığı 342 milyon dolarlık ihalede de başka önemli bir rolü var esasında.

TAV
’ın CEO’su Sani Şener anlatıyor.

Yaklaşık 1 yıl önce açılan ihalede TAV ile Mısırlı ortağı birinci geliyor.

Ne var ki, Mısır Hükümeti, ihalede birinciyi ve ikinci gelen Bin Ladin/Turner ortaklığını eleyip havalimanı inşaatını Fransız Bouygues Şirketi’nin başını çektiği konsorsiyumuna vermeye karar veriyor.

TAV bunun üzerine Dünya Bankası’na başvuruyor.

Sani Şener ‘Dünya Bankası ve özellikle bankada çalışan Türkler seferber oldu. Araya bizim hükümet de girdi ve hak ettiğimiz ihaleyi alabildik’ diyor.

Neticede TAV şimdi Afrika’da.

Ankara’nın 2005 yılı ekonomik açılımları için ilan etmiş olduğu ‘Afrika Yılı’na en güçlü damgayı da atmış oluyor böylelikle.

Turizm sektörü bıçak sırtında

MISIR
geleceğini turizme bağlamış ama turizm sektörü bombalar ve intihar saldırıları yüzünden kelimenin tam anlamıyla bıçak sırtında.

Geçtiğimiz ekim ayında Sina Yarımadası’nda 30 kişi, nisan ayı başlarında Kahire’nin ünlü çarşısı Han El Halil’de üç kişi saldırılarda ölmüş.

Bunların çoğu turist.

Bizim ziyaretimizden bir hafta önce de Kahire Müzesi dolaylarında dört turist intihar saldırısında yaralanmış.

Bu yüzden Piramitler gezisi, müze ziyareti yoğun güvenlik önlemleri altında.

Beşinci kez iktidar koltuğu için seçimlere hazırlanan Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’i bir yanda aşırı dinci kesimin, diğer yanda reformları hızlandırmasını isteyen muhalefetin baskısı altında.

Yoksulluk ise diz boyu.

Kahire Büyükelçimiz Korkmaz Haktanır, temel atma töreni sırasındaki sohbette kişi başı milli gelirin bin dolar civarında olduğunu söylüyor.

Okur yazar olmayanların oranı yüzde 27 gibi.

Kadınlarda bu oran yüzde 36’ya kadar fırlıyor.

Ancak herkes Mısır’da sağlıklı istatistiki bilgiler olmadığı konusunda hemfikir.

Meselá 2005 Dünya Yıllığı’na baktığınızda okur yazarlık oranı yüzde 57.7 görünüyor.

Saskatchewan’da mercimek fabrikası kuran Mersinli

DÜNYANIN
en zor telaffuz edilen eyaletlerden biri Kanada’da:

Saskatchewan ya da türkçe okunuşuyla ‘saskeçvan’.

Isının ocak ayında sıfırın altında 50 dereceye düştüğü Kanada’nın bu eyaletinde, Akdeniz’in en parlak güneşine sahip bir Mersinli’nin ne işi olabilir?

Dün sabah Kanada-Türk İş Konseyi’nin toplantısında dinlediğim işadamı Hüseyin Arslan’ın Mersin’den Kanada’ya uzanan hikayesi oldukça ilginç.

Mersin’de beş bakliyat ve bir sigara fabrikasının sahibi olan Hüseyin Arslan, 2001 yılında malum kriz yüzünden yeni ufuklara yelken açacak.

Nereye gidecek?

Mercimek ithalatı yaptığı Saskatchewan tanıdığı bir yer.

1 milyon kişinin yaşadığı Kanada’nın orta kesimindeki bu eyalet ülkenin neredeyse tarım ambarı.

Üstelik Türkiye’den aldığı tohumlarla mercimek üretimi yapıyor.

Ürettiğini de ihraç ediyor.

Hüseyin Arslan, eyaletin başkenti Regina’da mercimek işleyen yani mercimek kıran bir fabrika kurmak için kolları sıvıyor.

Ancak Kanadalı yetkililer getirdiği fabrika binası projesi için 4 milyon dolar fiyat biçiyor.

İnanılmaz yüksek bir rakam.

Nedeni anlaşılıyor.

Meğer Saskatchewan’ın toprağı iklim değişikliği nedeniyle her yıl 10 santimetre yükselip alçaldığı için Arslan’ın sunduğu beton bina projesi yüksek teknoloji gerektiriyor.

40 ÜLKEYE İHRACAT

Mersinli işadamı bunun üzerine çelik bir konstrüksiyon projesi öneriyor.

Neticede fabrika inşaatı dahil Kanada’da 7 milyon kanada doları yani yaklaşık 5,5 milyon ABD doları tutarında bir yatırım yapıyor.

Fabrikasında şu anda 150 bin ton mercimek işleniyor.

12’si Türk olmak üzere 100’den fazla işçisi var.

Kanada’nın bu noktasından dünyada 40 ülkeye yaptığı ihracatla ‘Saskcan Pulse’ Şirketi’nin cirosu 60 milyon dolar.

Arslan’a Kanada’dan en fazla ihracat yaptıkları ülkeyi soruyorum.

‘Bangladeş’ diyor.

Haritada Kanada’ya bakarsanız resmen dünyanın öbür ucu.

Ama dünya yuvarlak.

‘Saskcan Pulse’ Şirketi, eyaletin Ticaret Odası tarafından 2004 yılında ‘yılın ihracatçı firması’ seçilmiş.

Hüseyin Arslan’ın Kanada serüvenini anlatırken, Kanadalı yetkililerin yabancı yatırımcıya nasıl değer verdiğini özellikle vurguluyor.

Fabrikasını kurmak isterken, yerel yöneticilerin bizzat ilgilendiklerini, fabrikaya yer göstermek için yarıştıklarını söylüyor.

‘Satın almamı istedikleri bir fabrikayı temiz göstermek için bizzat belediye meclis üyelerinin yerleri sildiklerini gözlerimle gördüm’ diyor.

Emlak vergisi indirimi için belediye başkanıyla pazarlığa oturduğunu anlatıyor.

Kanada’nın kişi başı milli geliri neredeyse 30 bin dolar.

Ama yine de yabancı yatırımcı ‘tavlamak’ için hükümetiyle, yerel yöneticisiyle sefeber olmuş durumda.

Sizce bu hikayeden çıkartacağımız bir ders yok mu?

En azından yabancı yatırımcı çekmek açısından.
Yazının Devamını Oku

Perge’de dikili bir sütununuz olsun

8 Mayıs 2005
Hayatının büyük bölümünü Perge’ye adayan Prof. Haluk Abbasoğlu ile Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı bir kampanya yürütüyor. Adı, ‘Bir Sütun da Sen Dik’. Kampanyaya yapılan bağışlarla, kazı alanında ortaya çıkarılan tarihi sütunlar mermer kaidelerin üzerine oturtuluyor. Sütunlu Cadde’ye bu yıl 30 sütunun dikilmesi planlanıyor. 1000 YTL verecek bağışçıların adına sütuna bir de plaket konulacak.

Perge, Aspendos ile birlikte Antalya’nın en önemli iki antik şehrinden biri.

M.Ö. 1500’lerde kurulduğu tahmin edilen antik şehre ilk kazma 1946 yılında vurulmuş.

İstanbul Üniversitesi, Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Haluk Abbasoğlu, üniversitede asistan olduğu 1970’li yıllardan beri Perge’yle ilgili.

20 yıldan beri de Perge kazı başkanı.

Nereden bakarsanız 30-35 yıllık bir aşk bu.

Aşk diyorum zira Profesör Abbasoğlu için Perge benzeri olmayan bir antik şehir.

Yaklaşık iki yıl önce ortaya çıkarttıkları mezar anıttaki beş lahitten söz ederken gözleri parlıyor.

Anadolu’da ilk kez bu tip lahitler bir mezar yapısının içinde, orijinal yerlerinde bulunmuş.

Lahitler M.S. 3’üncü yüzyıldan.

Düşünün ki o dönemde bir tanesinin mermeri ta Atina yöresinden Pentelikon’dan getirilmiş.

Diğerlerinin mermeri Afyon’dan ya da Marmara Adası’ndan.

Mezar odalarının önünde bulunan mozaikler kaliteli ve olağanüstü iyi durumda.

Abbasoğlu’nun gösterdiği fotoğraflardan çıkardığım kadarıyla Zeugma mozaiklerine oldukça benziyorlar.

ARKEOLOJİK PARK HAYALİ

Perge
’nin tiyatrosu, stadyumu var.

Yüzde 85 oranında orijinal malzemesi mevcut olan Demetrios-Apollonios Takı, Hellenistik Kuleleri var.

Sütunlu Cadde diye bilinen Agora’sı, Akropolis’i var.

Bu toprakların ilk kadın belediye başkanı olan Plancia Magna’sı var.

Abbasoğlu’nun rüyası bu yüzden Perge’yi bir arkeolojik park haline dönüştürmek.

Parka dönüştürüldüğü takdirde, bulunan tarihi eserleri korumak kolaylaşacak.

Abbasoğlu, tam 5 Kültür Bakanı’na, Perge’nin restorasyonuyla, korunmasıyla ilgili projeler sunmuş.

Tahmin edebileceğiniz gibi projelerle ilgili somut gelişmeler yok.

Türkiye, her yerinden arkeolojik buluntuların fışkırdığı bir yer.

Biz çok talihliyiz.

Turistler de öyle ama bu kadar çok antik şehirle, bu kadar çok tarihi eserle nasıl başa çıkacağını bilemeyen Bakanlık galiba değil.

Kültürel mirasa sahip çıkmak kaygısı bir yana, arkeolojinin turizme nasıl bir katkı sağlayacağı hesaplanamadığı için Ankara’nın bu konuda belli bir vizyonu yok.

Tarihi eserler çoğunlukla yağmalanıyor, ya da antik şehirlerin civarındaki köy evlerinde kullanılıyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın geçen yıl Perge kazıları için ayırdığı para topu topu 50 milyar lira.

Oysa 2003 yılında Perge’den bakanlığın kazandığı para 1 trilyon 250 milyon.

Durum böyle olunca iş biraz da sponsorlara düşüyor.

16 SÜTUN AYAĞA KALKTI

Abbasoğlu
, geçtiğimiz yıl Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’yla bir işbirliğine gitmiş.

Vakfın başlattığı ‘Bir Sütun da Sen Dik’ kampanyasında yaklaşık 15 lira toplanmış.

Bu parayla Sütunlu Cadde’de 16 sütun ayağa kaldırılmış.

‘Ama’ diyor Abbasoğlu, ‘Bunlar kaideleri olan sütunlardı... Şimdi dikeceğimiz sütunların kaideleri maalesef yok...’

Peki kaideler nerede?

Ya civardaki köylülerin bahçelerinde ya da yakınlardaki kireç ocağında.

Yani bu yıl aynı kampanya tekrarlandığında mermerden yeni kaideler yapılacak ister istemez.

Buradan duyurulur: Mermercilerin sponsorluğuna ihtiyaç var.

Sütunlu Cadde’ye bu yıl 30 sütunun dikilmesi planlanıyor. 1000 YTL verecek bağışçıların adına sütuna bir de plaket konulacak.

Perge’de dikili bir sütunum bile yok’ dememek için işte fırsat önünüzde.
Yazının Devamını Oku

Schröder: İşbirliğine KKTC’yi de katalım

6 Mayıs 2005
<B>DÜN</B> öğleden sonra <B>Türk Alman Ekonomi Kongresi’</B>nin yapıldığı Grand Cevahir Oteli’ndeyiz. Güvenlik nedeniyle bir süreliğine kapatılmış olan kongre salonunun önü kalabalık.

Saat 18.00’de Başbakan Erdoğan ile Alman Şansölyesi Gerhard Schröder’in konuşmaları var.

Türk Alman Ticaret ve Sanayi Odası’nın yaptığı 600 kişilik büyük çıkarma ile İstanbul’a gelen Alman iş adamları şansölyelerini dinlemeye pek hevesli.

Kapalı kapının önünde, en ön saflarda sabırla bekliyorlar.

Erdoğan ile Schröder yoğun program nedeniyle gecikiyorlar.

Konuşmalar tam bir saat rötar ile başlıyor.

Ancak bu kadar beklemeye değmiş.

Schröder’in verdiği mesajlar birbirinden anlamlı.

Mesajlarına geçmeden önce ilk kez dinleme fırsatını bulduğum Schröder ile ilgili izlenimlerimi aktarmak istiyorum.

Şansölye’nin elinde kağıt, not filan yok.

İrticalen konuşuyor ve kürsüde son derece rahat.

Söyledikleri de açık, seçik.

Önce Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı bir vaatte bulunduğunu ve bunu yerine getirmek zorunda olduğunu söylüyor.

Yani konuşmasının en başında salondaki Türklerin gönüllerini fethediyor.

Zaten konuşmasının sık sık alkışlarla kesilmesi de bunu gösteriyor.

Schröder 17 Aralık’ta ‘tarihi kararın’ Türkiye’nin ön koşulları yerine getirmiş olmasından ötürü alındığını da sözlerine ekliyor.

WIN-WIN DURUMU

Politikadan ekonomiye atlıyor Schröder. Almanya’da iş sahibi 60 bin Türk’e değinerek ‘Türk işletmeleri 300 bin kişi istihdam etmemiş olsaydı bizim işsizlik sorunumuz daha beter bir durumda olacaktı’ diyor.

Daha sonra sözü, Türkiye’deki Alman işletmelerinin de yarattığı katma değere getirerek ‘Partnerler arasında güven ve işbirliği hem Türkçe, hem Almanca ‘win-win’ denen durumu ortaya çıkarıyor’ diye ekliyor.

Türkiye-Almanya işbirliğini her alana yaymalı Schröder’e göre.

Meselá tarım, meselá turizm.

Konuşmasının tam bu noktasında Schröder salondan en fazla alkış aldığı konuya değiniyor: Kuzey Kıbrıs.

Turizm, tarım ve diğer alanlardaki Türk-Alman işbirliğini Kuzey Kıbrıs’a taşımayı öneriyor.

‘KKTC referandumda fevkalade önemli bir karar aldı. Onun yanında olmamız gerek, Türk-Alman işbirliğini oraya götüremez miyiz? Orada öncü bir rol oynayamaz mıyız? Adanın kuzeyinin ekonomik refahına katkıda bulunamaz mıyız’ deyince tahmin edebileceğiniz gibi alkışlar kopuyor.

Bir Airbus A380 için 800 milyon gömlek

SCHRÖDER
’in konuşmasında değindiği konulardan bir tanesi de tekstil.

Şöyle diyor: ‘Tekstilde birbirimize sahip çıkalım’...

Bir anlamda Çin tehdidine karşı güçleri birleştirmeyi öneriyor. Alman Şansölyesi’nin bu sözleri sarf ettiği sırada Çin Ticaret Bakanı Bo Xilai Avrupa turunda.

Ziyareti, Avrupa Birliği Komisyonu’nun, Çin’in tekstil satışlarını inceleyeceğini ve gerekirse önlem alınacağını duyurduğu günlere rastlıyor.

Kotaların kaldırıldığı Ocak 2005’ten bu yana Avrupa panikte. Sadece Çin malı kazaklar Avrupa pazarında 4 ay gibi bir sürede yüzde 534 oranında artmış.

AB’nin tekstil üreticisi dört ülkesi Fransa, İtalya, İspanya ve Yunanistan, komisyona birşeyler yapması için başvurmuş.

Avrupa Birliği, 9 kalem Çin malı tekstil ürününü mercek altına almaya karar vermiş.

Her neyse, Bo Xilai’nin ziyaretine dönersek ilk durağı Fransa. Çinli bakan en büyük paniği yaşamakta olan Fransız yetkilileri yatıştırma çabasında.

Ama Çin’in AB’nin herhangi bir sınırlamasından memnun kalmayacaklarını da ima etmekten geri kalmıyor.

Bakın ne diyor?

‘Bir gömlek bir Çinliye 30 kuruş kazanç getiriyor. Çin’in bir adet A380 Airbus satın alması için 800 milyon gömlek satması gerek’...

Bir Airbus A320 uçağının bedeli ise 20 milyon gömlek.

Çinli bakan Avrupa’ya aba altında sopa göstermekte pek mahir doğrusu.

Çin malı gömleğe karşı Airbus.

AB’den sınırlama gelirse nasılsa Airbus’un rakibi Boeing malını satmak için sırada.
Yazının Devamını Oku

ABD’nin zeytinyağı çılgınlığını iyi okumak

3 Mayıs 2005
<B>ŞU</B> meşhur <B>Akdeniz </B>diyetini dünyaya tanıtan Amerikalılar.<br><br>Zeytinyağı tüketimi her yıl arttığı için ABD zeytinyağı üreticileri için iştah kabartan bir pazar. Ancak kolay bir pazar değil.

Hele zeytinyağı gibi bir alanda yıllardan beri at koşturan İtalyanlar varsa.

İşte bu yüzden Lio Şirketi’nin sahiplerinden Şevket Aksoy, ABD’nin Doğu yakasında Lio markasının İtalyan markalarından hemen sonra dördüncü sırada geldiğini söyleyince dikkat kesiliyorum.

Lio, ihracat ve ciro olarak zeytinyağı sektörünün büyüklerinden.

Güney Kore, Japonya gibi zeytinyağına daha yeni yeni alışmakta olan ülkeler dahil 42 ülkeye ihracatı var.

Bir süreden beri ise hedef pazarı ABD.

Amerikalılar yılda 260 bin ton zeytinyağı tüketiyor.

Tüketim her yıl yüzde 10 artıyor.

Türkiye’nin yıllık zeytinyağı üretiminin 100 bin ton olduğunu düşünün...

Amerikalılar neredeyse ürettiğimizin 2.5 katını tüketiyor.

ABD pazarını ‘istikrarlı bir şekilde gelişen bir pazar’ olarak tanımlayan Şevket Aksoy, vaktinin büyük bir bölümünü artık New York’ta geçiriyor.

İzmir’den yüklenen zeytinyağı konteynerleri 12-13 günde ABD kıyalarına ulaşıyor.

New York’ta kurmuş oldukları Mirax pazarlama şirketi aracılığıyla Lio markasını doğu yakasında 1700 satış noktasında bulmak mümkün.

Lio markasının ABD pazarında bu yılki cirosu 15 milyon dolar.

Hedef iki yılda 30 milyon dolara ulaşmak ve dördüncü sıradan üçüncü sıraya yükselmek.

Lio, kuşkusuz Amerikalıların zeytinyağı çılgınlığını doğru okumuş, stratejisini ona göre belirlemiş.

Peki Ankara’da acaba dünyadaki zeytinyağı tüketiminin nereye koştuğunu doğru okuyan, gören var mı?

Tarım Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı gibi.

Soruyu yönelttiğim Şevket Aksoy’un bakışları sorgulayıcı.

‘Sektörde bir araya gelip bir sinerji yaratabilsek Türk zeytinyağı dünya pazarında çok daha iyi bir noktaya gelebilir’ diyor.

‘Öncelikle Türkiye üretimini iki katına çıkarmalı’ diye de ilave ediyor.

Bunun için de tepelerde birilerinin belirli bir strateji belirlemeleri gerekmez mi?

Balladur’un arazisi pahalıya patladı

ZEYTİNYAĞI
’nda dünya pazarlarında Türkiye’ye iki büyük rakip geliyor.

Biri Arjantin, diğeri Suriye.

Arjantin’de arazi bol ve ucuz.

Dolayısıyla zeytin ağacı büyük miktarlarda ekiliyor.

Suriye de zeytinciliğe elverişli topraklara sahip. Beşar Esad iktidarı sektörü teşvik ediyor.

Suriye zeytinyağı üretiminde bizi geçmek üzere.

Türkiye’de arazilerin hem pahalı, hem tapuların bölünmüş olması zeytinyağı sektörü için bir handikap. Ağaç dikim biçimleri araziye makinelerin girmesine olanak vermediği için zeytinler çoğu zaman ‘dalların sopalarla dövülmesi’ suretiyle toplanıyor.

Neticede ağaç hırpalanıyor.

Ürünün bir yıl iyi, bir yıl kötü olması bundan. Her neyse, Lio’nun iki yıl önce Milli Emlak’tan kiraladığı arazide yaklaşık 40 bin zeytin ağacı var.

Aksoy Dikili’deki bu arazinin hikayesini anlatıyor.

Arazi, Fransa’nın eski başbakanlarından, iktidardaki UMP milletvekili İzmir doğumlu Edouard Balladur Ailesi’ne ait.

Aile 1800’lü yılların ortasında, zeytincilik amacıyla araziyi dönemin padişahından alıyor.

Arnavutluk’tan işçiler getirterek, zeytin ağaçları dikiyor, teraslar, su kanalları inşa ettiriyor.

Ancak Lozan ertesi Balladur Ailesi’nin arazisi Hazine’ye geçiyor.

Balladur Ailesi bunun üzerine Hazine’ye dava açıyor ve uzun yıllar süren davalar sonucunda tazminat almaya hak kazanıyor.

Şevket Aksoy, kiraladıkları arazinin hikayesini anlatınca bazı taşlar yerine oturuyor.

Şöyle ki; Balladur İzmir doğumlu bir levanten.

UMP milletvekili ve parti lideri Nicholas Sarkozy’ye yakın bir isim olarak Fransa’da Türkiye’nin AB üyeliği üzerindeki tartışmaların ortasında.

Türkiye bağlantısı nedeniyle üyeliğe sıcak bakıyor sanabilirsiniz.

Ama öyle değil.

Şiddetle karşı çıkanların başında...

Kuşku yok ki, Dikili’deki arazinin bunda payı var.
Yazının Devamını Oku