Gila Benmayor

Güler Sabancı: Avrupa 50 yıl sonrasına bakmak zorunda

15 Nisan 2008
İTALYAN "Barış Gelini" Pippa’nın cenazesinin ülkesine gönderildiği gün Türkiye’de İtalyan Ticaret Odası’nın öğle yemeğindeyiz. Konuk konuşmacı Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı.

Güler Sabancı’nın "Dünyalara Köprü Kurmak" temalı konuşmasına geçmeden önce birkaç izlenim aktaracağım.

Konu elbet hepimizi derinden sarsan "Barış Gelini".

Türkiye’deki İtalyanların tepkisi ne?

Soruların muhatapları İtalyan Başkonsolosu Massimo Rustico ile İtalyan Ticaret Odası Başkanı Guiseppe Moggi.

Her ikisi de, "Korkunç bir olay. Ama aynı şey İtalya’da ya da Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde de olabilirdi" diyorlar.

Başka ne diyebilirlerdi?

Yatıştırıcı ama içimizdeki ezikliği azaltmayan sözler.

Güler Sabancı’nın konuşmasına dönersek.

Teması dediğim gibi "köprü kurmakla" ilgili.

Sabancı ailesinin geleneğinde bugün ile gelecek arasında "köprü kurma" zaten var olan bir şey.

Güler Sabancı buna örnek olarak, Kayseri’deki köyünden Adana’ya göç eden Hacı Ömer Sabancı’yı veriyor.

Hacı Ömer Sabancı’nın para kazandığında ilk işi, köyü ile yakınlardaki en büyük yerleşim merkezi Talas arasında yolu inşa etmek oluyor.

Köyünün yolunu geleceğe doğru açıyor.

Güler Sabancı’nın şu sözleri çok anlamlı:

"Dedemin yol inşa ettiğini duyduğum günden beri, insanların yaşamlarının hayallerinde köprü inşa ederek bunu aşmayı başaran kadın ve erkekler tarafından değiştirildiğini kavradım".

Hayal ve cesaretin yan yana gelmesi.

Sabancı Üniversitesi işte böyle doğuyor.

Güler Sabancı üniversiteyle ilgili "Bugünden geleceğe bir köprü kurmak durumundaydım. Şimdi üniversitenin geldiği noktada bunu başardığımızı görüyorum" diyor.

Sabancı Holding’in başına geldiğinde uyguladığı yöntem aynı.

Geleneksel bir şirketi, yarının yenilikçi bir şirketine dönüştürmek.

Güler Sabancı konuşmasını Avrupa ile Türkiye arasındaki köprülere değinerek bitiriyor.

Sabancı’ya göre Avrupa’nın hatası, hálá kendisini dünyanın merkezinde sanması.

Köprüler kurmakta zorlanması.

"Avrupa sadece coğrafi bir konsept olamaz. Değişik kültürleri kucaklamasını, onlarla köprü kurmasını bilmek zorunda. 50 yıl sonrasına bakmak zorunda" diyor.

Güler Sabancı’yı dinlerken ne düşündüm biliyor musunuz?

Keşke geçen hafta Türkiye’de ağırladığımız Avrupa Komisyonu Başkanı Barroso da Sabancı’yı dinlemiş olsaydı.

Avrupa’nın Güler Sabancı’nın son derece felsefi bir dille anlattığı "köprü" meselesine kulak verseydi.

Fischer’in Sarkozy sorusu

ALMANYA eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’in de yolu İstanbul ve Ankara’ya düştü geçen hafta.

"Yeşil Pazarlama" Konferansı’nın konuşmacılarından olan Fischer ile son derece samimi bir öğle yemeğinde beraberdik.

Aktif politikadan çekildiğini anlatan Fischer, Türkiye’deki gelişmeleri, AB-Ankara ilişkilerini yakından izliyor.

Fischer, sohbetin bir yerinde masanın etrafındakilere şu soruyu yöneltiyor:

"Akdeniz Birliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sarkozy ile nasıl başa çıkacaksınız?"

Anlaşılan Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Türkiye karşıtı tutumu Almanya’da da tartışılıyor.

Fischer’in aktardığına göre, Sarkozy gerçekten Türkiye’ye Avrupa Birliği üyeliğine alternatif olarak Akdeniz Birliği’ni önermek istemiş.

Bunu engelleyen Şansölye Merkel olmuş.

Barroso’nun mucizesi

GEÇEN hafta sonu Bilgi Üniversitesi’nde Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’yu dinliyoruz.

Barroso, Bilgi Üniversitesi bünyesinde yeni oluşturulmuş "Küresel Sorunlar Platformu"nun ilk konuk konuşmacısı.

Rektör Profesör Aydın Uğur, yeni oluşturulan platformun merkezinin Santralİstanbul’da olduğunu söylüyor.

Platformun amacı Türkiye’nin dış politika sorunlarını tartışmak, çözümler üretmek.

Yine Profesör Uğur’un verdiği bilgiye göre, platformun Danışma Kurulu’nun başında AKP İstanbul milletvekili Egemen Bağış var.

Aynı zamanda AKP Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı olan Bağış, Barroso’nun konuşma yaptığı gün de kısa bir konuşma yapıyor.

Barroso’nun konuşmasına değinecek olursam.

Sanırım içerik olarak Meclis’te yaptığı konuşmadan biraz farklıydı.

Üniversite ortamı olduğu için belki kendi daha iyi ifade edebildi.

Türkiye ile Avrupa’nın "kader birliği" yaptıklarını söyledi.

Bir de "siyasi dönüşüm mucizesi"nden söz etti.

Avrupa’nın tarihindeki "siyasi dönüşüm mucizeleri"ni teker teker saydı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya, diktatörlüklerden kurtulan İspanya, Portekiz, Yunanistan.

Orta Avrupa ülkeleri.

Şöyle düşünüyorum.

Barroso’nun, "siyasi dönüşüm mucizeleri" ile Güler Sabancı’nın geleceğe kurduğu "köprüler" pekálá buluşabilirler.
Yazının Devamını Oku

Hangi İstanbul

13 Nisan 2008
Sıtkı Kösemen’in Brüksel’deki İstanbul Merkezi’ndeki sergisini gezerken "Hangi İstanbul" diye düşünüyorum. Hayalimizdeki İstanbul, görmek istediğimiz İstanbul, Batı’ya göstermek istediğimiz İstanbul... Bugünün İstanbul sokakları, "türbanlı kadınlar" fotoğraf karesine girmeden gerçekçi olabilir mi? İnandırıcı mı bu?

Brüksel’de hafta başında açılışı yapılan "İstanbul Merkezi"nde ünlü ressam Burhan Doğançay ile sohbet ediyoruz.

Doğançay, "114 ülke gezdim İstanbul kadar güzel bir şehir dünyada yok" diyor.

Tabii ki onunla hemfikirim. Dünya bir yana, İstanbul bir yana.

İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmasına iki yıl kala kapılarını Brüksel halkına açan merkezde açılış günü müthiş bir fotoğraf sergisi var.

Kuratörlüğünü Beral Madra’nın yapmış olduğu sergi fotoğraf sanatçısı Sıtkı Kösemen’nin eserlerinden oluşuyor.

Ancak usta bir fotoğrafçının yakalayabileceği detaylarıyla Topkapı Sarayı, yalı ve vapurlarıyla Boğaziçi, Dolmabahçe Sarayı ve İstanbul’un diğer nadide mücevherleri bu sergide. Daha doğrusu serginin "su yolu" gibi tasarlanmış bir bölümünde.

Diğer bölümünde ise Sıtkı Kösemen’in "Ben Beyoğlu" ve "Günlükler" başlıklarını taşıyan kitaplarından alınmış fotoğraflar var.

İstanbul’un kozmopolit, çok kültürlü, hem geleneksel, hem modern yaşamından objektifine takılan portreler bunlar.

YARA ALDINIZ MI UNUTMASI ZOR

Ünlü ve ünsüz kişilere ait çarpıcı portreler: Mor peruğuyla, geçenlerde yitirdiğimiz Aysel Gürel, şarkıcı Yeliz, ressam Günseli Kato, şair Lale Müldür ve kimsenin tanımadığı çeşitli mesleklerden kadınlar. Kapıcı, hemşire, ev kadını...

Portrelerin altında, yaşamlarını ele veren kısacık cümleler yazılmış.

Uzun yıllar kapıcılık yapmış emekli Fatma Kocaman kapı önünde yıllarını geçirdiği yıpranmış koltuğunda.

"25 yaşımdayken boşandım. Bir daha asla evlenmedim. Zira bir kere yara aldınız mı unutması çok zor" diyor.

Başörtüsünün çerçevelediği yüzü iyice küçülmüş, eldivenli elleri kucağında, çekingen.

Aysel Gürel onun tam zıttı. "Kağıt ve kalemi keşfettiğim günden beri yazıyorum. Yazı yazdığım zaman mutluyum."

Sıtkı Kösemen
’in kadınları kadar Beyoğlu’dan seçtiği kişiler de çarpıcı.

Babası Sultan Albdülhamid’in baş mücevhercisi olmuş Zenon Nişastacıyan.

1955’ten beri şapkacılık yapan Madam Katia, Atatürk’ün ayakkabıcısı Athanasi Elefteriyadis.

1964 yılında Pera Palas’ta işe başlayan Cevat Bayındır. Agatha Christie’nin fotoğrafı önünde verdiği pozunda "Pera Palas bir hanımefendidir. Arada sırada makyajını tazeliyoruz" diyor.

PERA PALAS VE KELAYNAKLAR

Bayındır
’ın Kösemen’in objektifine gülümsediği yıllardan bu yana Pera Palas kapalı. İşadamı İhsan Kalkavan devraldıktan sonra restorasyonu sürüyor. Bayındır’ın Pera Palas’ı bir rüyaydı.

Yukarıda saydığım isimlerin çoğu ise nesli tükenmekte olan kelaynaklar.

Kösemen’in "İstanbul Merkezi"ndeki sergisini gezerken "Hangi İstanbul" diye düşünüyorum.

Hayalimizdeki İstanbul, görmek istediğimiz İstanbul, Batı’ya göstermek istediğimiz İstanbul...

Bugünün İstanbul sokakları, "türbanlı kadınlar" fotoğraf karesine girmeden gerçekçi olabilir mi?

Türban kriziyle ilgili hemen hemen her gün Batı basınında yazılar çıkarken, televizyon kameraları türbanlı kızlara çevrilirken İstanbul Sergisi’nde bir tek türbanlı yok.

İnandırıcı mı bu?

Sergi yeri ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yeri.

Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın eşi türbanlı, çalışanları arasında da türbanlı var.

Brüksel’de İstanbul’un imajı uğruna sergide "türbanlı kız" olmamasını tercih etmiş olabilir mi?

Sorabilmeyi isterdim ona.
Yazının Devamını Oku

Brüksel bize gelmeden biz Brüksel’e gittik

11 Nisan 2008
AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile Komisyon’un genişlemeden sorumlu Komiseri Olli Rehn’in Türkiye ziyaretlerinden tam iki gün önce Brüksel’deyiz. İstanbul’dan Brüksel’e büyük bir çıkarma var.

Çıkarmanın nedeni İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Brüksel’de açtığı "İstanbul Merkezi"...

İstanbul AKP milletvekili Egemen Bağış, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş başta olmak üzere aralarında politikacı, yerel yönetici, gazetecilerin olduğu 90 kişilik grup için bu açılış Brüksel’in "havasını koklamak" için iyi bir fırsat aynı zamanda.

Avrupa Birliği, Türkiye’deki son gelişmeleri nasıl yorumluyor?

AB-Türkiye müzakerelerinin yavaşlamasına ne diyor?

Öğle yemeğinde AP Sosyalist Grup Başkan Yardımcıları Hannes Swoboda, Jan Marinus Wiersma ile AB-Türkiye Karma Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk’i dinliyoruz.

Hepsinin konuşmalarında bir kaygı seziliyor.

Parti kapatma davası nedeniyle Türkiye’deki krizin daha da derinleşmesi durumunda AB üyelik sürecinin tehlikeye girebileceği, zaten yavaşlamış reformların tümüyle sekteye uğrayabileceği kaygısı.

"Dikkatli ve temkinli olmak gerek" diyorlar.

"Türkiye’nin krize girmesi iyi olmaz" diye ekliyorlar.

AP Sosyalist Grup üyesi Vural Öger ayak üstü sohbetimizde, parti kapatma krizinin hem Türkiye’de, hem Avrupa’da AB üyeliğine karşı çıkanların ekmeğine yağ sürdüğünü söylüyor.

Haksız da sayılmaz.

"İstanbul Merkezi"nin açılış töreninin sürpriz ismi ise Genişlemeden Sorumlu Komiser Olli Rehn.

Parti kapatma davası nedeniyle en ağır eleştirileri yönelten Olli Rehn ne diyecek?

Merak ediyoruz.

Olli Rehn, Türkiye’nin reformlarda, temel özgürlüklerde daha büyük adımlar atması gerektiğini söylüyor.

"301’de bir hareketlenme olacağını duyduk, sevindik" diyor.

Konuşmasının bir yerinde AB’nin "demokratik laiklik"ten yana olduğunu söylüyor.

Yani "Laiklik" vurgusu yapıyor.

Avrupa Parlamentosu üyesi Emine Bozkurt’un yorumuna bakılırsa, Rehn’in bu "sekülerizm" vurgusu önceki ağır eleştirilerini dengelemek istediği anlamında.

Türkiye’deki ziyaretinde ise ne gibi mesajların geleceğini ise hep birlikte göreceğiz.

İstanbul ile daha güçlü bir Avrupa

BRÜKSEL’deki "İstanbul Merkezi"ne dönersek...

Brüksel’de Avrupa başkentlerinin böyle merkezleri zaten öteden beri var.

Viyana Merkezi gibi.

İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi böyle bir merkezin açılması için bir vesile oluyor.

Sergi, konferans, panel gibi faaliyetlerin yanı sıra "İstanbul Merkezi" Brüksel gibi "Avrupa’nın kalbi" sayılan bir yerde lobilicilik görevi de üstlenecek.

Swoboda’nın dediği gibi, "İstanbul Merkezi"nin Türkiye’nin daha fazla tanınmasına yardımcı olarak üyelik sürecine etkisi mutlaka olacak.

Zaten İstanbul, Avrupa’da çoğu insan için Türkiye’nin de önüne geçen bir marka. Bu markayı Brüksel’de değerlendirmek isabetli bir karar.

Yine Swoboda’nın dediği gibi, dinamizmiyle, çok kültürlü, kozmopolit yapısıyla yaşlı Avrupa’yı daha güçlü kılacak bir konumda.

Bu arada, CPS Danışmanlık Şirketi’nin sahibi Tulu Gümüştekin’in "İstanbul Merkezi"nin hayata geçmesinde payı büyük. Yıllardır Brüksel’de yaşayan, dolayısıyla parlamento çevrelerini iyi tanıyan Gümüştekin merkezin Yönetim Kurulu Başkanlığını üstlenmiş durumda.

Yönetim Kurulu üyeleri ise hem Türk, hem Avrupa Parlamentosu üyelerinden oluşuyor.

Topbaş’ın verdiği bilgiye göre, Brüksel’in en güzel yerlerinden birinde açılan 900 metrekarelik "İstanbul Merkezi"nin yıllık kirası 105 bin Euro.

Yıllık masrafının ise 200 ila 250 bin Euro arasında olacağı hesaplanmış.

İç mimar Merve Gürsel tarafından tasarlanmış olan "İstanbul Merkezi"nin açılış günü kuratörlüğünü Beral Madra’nın yaptığı fotograf sergisini gezdik.

Fotoğraf sanatçısı Sıtkı Kösemen’in İstanbul’una onun gözleriyle baktık.

Gümüştekin, halen Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte olan "Marmaray Batıkları"nın fotoğraf sergisini Brüksel’e getirtmeyi planladıklarını söylüyor.

"İstanbul Merkezi" için projeler çeşitli.

"Yedi Tepenin Yedi Mutfağı" adı altında gastronomik bir proje, Orhan Pamuk, Elif Şafak konferansları da var sırada.

İstanbul zaten Avrupa tarihinin ayrılmaz bir parçası.

Şimdi tarihiyle, kültürüyle, insanıyla Avrupa’nın tam yüreğinde yerini alacak.
Yazının Devamını Oku

Okutamıyarsak, besleyemiyorsak niye illa üç çocuk

8 Nisan 2008
BAŞBAKAN Erdoğan "en az üç çocuk yapın" söyleminden asla vazgeçmiyor.<br><br>Üç gün önce Trabzon’da yine aynı şeyi tekrarladı. Son yıllarda halk arasında "bakabileceğin kadar çocuk" fikri giderek yaygınlaşsa da Başbakan Erdoğan ısrarlı.

"Çocuk bereketiyle gelir..."

Ne yazık ki öyle olmadığını cami avlularına bırakılan bebeklerden biliyoruz.

Bir de işin rakamsal yanı var.

Örneğin elimin altındaki "Eğitim İzleme Raporu 2007" Türkiye’de çocukların durumunu ortaya koyuyor.

Rapor, Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi bünyesindeki Eğitim Reformu Girişimi tarafından hazırlanmış.

Kısa adıyla ERG, 2003 yılından beri uzmanlarla birlikte eğitim reformlarını izliyor, politikalar üretiyor.

Sözünü ettiğim raporun amacı eğitimde son 10 yılın bilançosunu çıkartmak.

Zorunlu eğitimin beş yıldan sekiz yıla çıkarıldığı 1997 yılından itibaren neler yapılmış?

Hangi reformlar gerçekleştirilmiş?

Eğitim eşitsizliği, kız-erkek uçurumu hangi oranlarda giderilmiş?

"Eğitim İzleme Raporu 2007" bunları mercek altına almış.

Ancak alırken çocuklarla ilgili çok çarpıcı bilgilere de ulaşmış.

Bunlardan bazıları aşağıda:

İlköğretim çağındaki her üç çocuktan biri yoksul hanede yaşıyor.

Yoksulluk oranları şehirde ve kırsal alanlarda farklı.

İlköğretim çağında olduğu halde okula devam edemeyen her beş çocuktan biri "çalışmak zorunda".

İlköğretim çağındaki çocuklar yetersiz besleniyor. Demir eksikliğinden kaynaklanan beslenme anemisini yüzde 25-30 oranında.

Okula gitmeyen her beş çocuktan üçü kız.

78 bine çocuk tarım işçisi olduğu tahmin ediliyor.

Rapordan verdiğim sadece bu bilgiler esasında bildiğimiz gerçekleri bir kez daha gözler önüne seriyor:

Türkiye’de çocuklar iyi koşullarda okula gidemiyor, yeterli beslenemiyor ve ve aileyi geçindirmek için okul yerine çalışmak zorunda kalıyor.

O halde "üç çocuk" ısrarı niye?

Türkiye’nin bir numaralı hayırseveri olmak istiyorum

ÖNCEKİ gün pazar evde ekran başındayım.

Hangi yabancı kanalı izlesem karşıma Türkiye çıkıyor.

Türkiye dünyanın gündeminde.

CNN International’da işadamı Hüsnü Özyeğin var.

CNN muhabiriyle birlikte Ağrı’da yaptırdığı okulu ziyaret ediyor.

Muhabir soruyor:

"Yaptırdığınız okul hoşunuza gitti mi?"

"Daha renkli ve daha iyi donanımlı olmalıydı."

"Bundan sonra hedefiniz nedir?"

"Türkiye’nin bir numaralı hayırseveri olmak. Benden sonra çocuklarımın da bu misyona devam etmelerini istiyorum..."

Ağrıya Özyeğin ile yolculuktan sonra CNN muhabiri bu kez İstanbul Üniversitesi’nde.

Türbanlı ve başı açık kızlarla sohbet ediyor.

Programını "Türkiye laikler ve dindarlar arasında bölünmüş durumda" diye bitiriyor.

Fransız TV5 Kanalı’na atlıyorum.

Paris’teki yabancı gazeteciler parti kapatma davasını konuşuyor.

İngiliz BBC de ise politika yok.

Televizyonun gezi muhabiri Kapadokya, ardından İstanbul’u anlatıyor.

Öyle ya da böyle dünya Türkiye’yi izliyor.

Asım Kocabıyık’tan mektup var

DUAYEN işadamı Asım Kocabıyık bir kitap ve bir mektup göndermiş.

Mektubunda sponsorluğunu üstlendiği "Ayyıldız Altında Sürgün" kitabını anlatıyor.

Asım Kocabıyık, 1942-1947 yılları arasında İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi’nde okumuş.

O yıllar genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Nazi yönetiminden kaçak bilim insanlarına kucak açtığı yıllar.

Örneğin, Fritz Neumark Kocabıyık’ın hocası olmuş.

Kocabıyık mektubunda "Bu değerli bilim insanlarına duyduğum vefa borcu nedeniyle kitabı destekledim" diyor.

Türkiye’ye sığınmış Alman öğretim görevlilerini resmi belgelere, tanıklara dayanarak anlatan kitabı kaleme alan ise Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı Direktörü Profesör Faruk Şen.
Yazının Devamını Oku

Uzun boylu insanların ülkesi

6 Nisan 2008
Hafta başında iş nedeniyle iki günlüğüne Karadağ’a gittim. Karadağlılar hayatta gördüğüm en uzun insanlar. Boy sıkıntınız varsa asla Karadağlılarla yan yana gelmeyin derim. Ben gelme gafletinde bulundum. Şokun etkisi kolay kolay geçmiyor! İnsanları uzun boylu ama ülkenin kendisi küçücük.

Sözünü ettiğim ülke Karadağ. Balkanlar’da, Arnavutluk’un kuzeyinde, Hırvatistan’ın güneyindeki ülke.

Hafta başında iş nedeniyle iki günlüğüne gittiğim Karadağ’a çok zahmetli bir yolculuk sonucu ulaştım.

Arnavutluk’un başkenti Tiran’a THY ile bir buçuk saatte varıyorsunuz.

Sırbistan’dan bağımsızlığını iki yıl önce ilan eden Karadağ’ın başkenti Podgorica’ya ulaşım ancak kara yoluyla mümkün.

Bu yolculuk da ortalama üç ila dört saat sürüyor.

Arnavutluk sınırında fazla sorun yok.

Karadağ sınırında ise hafif bir kargaşa hakim.

Belli ki bağımsızlığına iki yıl önce kavuşmuş ülkede taşlar henüz yerlerine oturmamış:

Pasaportlar alınıyor. Bir süre sonra iade ediliyor. "Tamam işimiz bitti galiba yola devam edeceğiz" derken pasaportlar geri isteniyor.

Bu arada birkaç değişik memurla muhatap oluyorsunuz. Kimin pasaportları neden istediği, neye baktığını anlamaya çalışmayın sakın.

Nitekim Karadağ’a yarım saatte girdik, çıkarken ise sınırda bir saatten fazla oyalandık.

AB’YE GİRMEYE PEK HEVESLİ

Karadağ, Avrupa Birliği üyeliğine pek hevesli bir ülke. Sınırdan girer girmez bir AB bayrağı karşılıyor sizi.

Beş yıl önce de kendi kendilerine "Euro"ya geçme kararı almışlar. Avrupa Birliği’ne yıllardan beri üye İngiltere ve Danimarka gibi ülkeler Euro kullanmaya asla yanaşmazken, nüfusu 650 bin civarındaki bu küçük ülke güle oynaya Euro’ya geçmiş.

Deniyor ki, adaylığa başvuran Karadağ, Hırvatistan’dan hemen sonra Türkiye’den de önce Avrupa Birliği üyesi olacak. Olabilir elbet. Bir diyeceğim yok.

Ama benim de bu köşeden Avrupa Birliği’ne bir uyarıda bulunmak hakkım.

Karadağ, anayasasında kendisini "çevreci bir ülke" olarak tanımlıyor.

Ne ki, üç buçuk saatlik yolda yer yer gördüğümüz çöp yığınları bir yana, Podgorica’da kaldığımız son derece şık otelin tam karşısında bir çöplük görmek beni hiç mi hiç mutlu etmedi.

Hem de otelin önünden sakin sakin akan nehrin kıyısında.

"Çevrecilik" iddiasındaki bir ülkeye çöp yığınları hiç yakışmıyor değil mi? Hele o ülke "çevreci" titizliği bilinen AB adayı ise.

SAKIN YAN YANA GELMEYİN

Çöp işine aklım hiç yatmadığı için iki günden beri çeşitli teoriler üretiyorum.

Bunlardan biri de Karadağlıların boyuyla ilgili. Karadağlılar hayatta gördüğüm en uzun insanlar.

Yukarıda fotoğrafını çektiğim genç kızlar 16-17 yaşlarında ama boyları 1.85 metrenin çok üzerinde.

Boy sıkıntınız varsa asla Karadağlılarla yan yana gelmeyin derim. Ben gelme gafletinde bulundum. Şokun etkisi kolay kolay geçmiyor.

Her neyse, teorime dönersek belki bu uzun boy hemen ayaklarının dibindeki, yanı başlarındaki çöp yığınlarını görmelerini engelliyordur. Koku almalarını da. Ne bileyim?

Bir ikinci teori de Karadağlıların tembelliğiyle ilgili.

Bu tembellikle ilgili yeterince bilgi sahibi değilim ama bu konuda sayısız anekdot anlatıldığına göre bir doğruluk payı olması muhtemel.

Meşhur "tembellikleriyle" aktarılan anekdotlardan biri şöyle: "Her Karadağlı’nın yatağının başucunda mutlaka bir sandalye bulunurmuş. Neden? Uykudan uyanır uyanmaz oturup dinlenmesi için..."

Beni feci rahatsız eden bu çöpler tembellikle de pekálá ilintili olabilir.

Ya da siz Karadağlıların sülün gibi boyları ve yakın AB üyeliği nedeniyle yersiz ve abartılı bir kıskançlık yaptığımı düşünebilirsiniz. Karar sizin.
Yazının Devamını Oku

Gintaş’ın yatırımı cumhurbaşkanının seçim kampanyasına yaradı

4 Nisan 2008
KARADAĞ Cumhuriyeti’nde ilk Türk yatırımı Bursalı müteahhitlik firması Gintaş’tan. Karadağ iki yıl önce bağımsızlığını kazanmış.

Dolayısıyla, altyapısıyla, sosyal ve kültürel mekanlarıyla büyük bir dönüşümden geçiyor.

Yüzölçümü olarak Bursa büyüklüğünde olan ülke tam bir şantiye görünümünde.

Bu dönüşümde payı olanlardan biri de Gintaş.

Önceki gün Gintaş’ın başkent Podgorica’da üstlenmiş olduğu Mall of Montenegro Projesi’nin ilk kısmı yani "Yeşil Pazar"ın açılış törenindeyiz.

Mall of Montenegro
tamamı bittiğinde 36 milyon Euro’ya mal olacak bir proje.

Açılışı yapılan "Yeşil Pazar" 10 milyona mal olmuş.

İlginç bir konsepti var.

Podgorica’nın açık pazarı son derece modern ve işlevsel kapalı bir mekana dönüştürülmüş.

İstanbul’daki "Salı Pazarı"nın dağınıklığını düşünün.

Podgorica’da aynı dağınıklıkta olan açık pazar şimdi giriş katında her türlü gıda maddesinin, ikinci katı ise giyimin satıldığı bir kapalı pazar olmuş.

Açıkta mal satan 900 kadar pazarcı belediyeye verdikleri küçük bir kira karşılığında çağdaş olanaklara kavuşmuşlar kısaca.

2009 yılında tamamlanacak olan Mall of Montenegro projesinin ikinci ayağında büyük bir alışveriş merkeziyle bir kültür-sanat kompleksi var.

Gintaş Yönetim Kurulu Başkanı Necip Doğru, mimar Atilla Yücel’in tasarımı olan Mall of Montenegro konseptinin başkente yepyeni bir soluk getireceği görüşünde.

Haksız da sayılmaz.

Zira açılış törenine Podgorica’lıların ilgisi yoğundu.

Karadağ Cumhurbaşkanı Filip Vujanovic’in de törene katılması ilgiyi daha da artırmıştı.

Vujanovic’in açılış törenine katılmasının bir de siyasi boyutu var.

Beş yıldan beri cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Vujanovic önümüzdeki pazar günü seçimlere hazırlanıyor.

Kendisinden başka üç aday daha var.

"Yeşil Pazar"ın seçimlere kısa bir süre kala açılması talebi cumhurbaşkanlığından gelmiş.

Pazarın temel atma töreni de iki yıl önce Karadağ’ın "bağımsızlık referandumuna" denk getirilmiş.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 49 ile önde olan Vujanovic’in açılış törenini nasıl bir seçim propagandasına dönüştürdüğüne bizzat tanık oldum.

Vujanovic peşinde halk yığınıyla bir pazarcılarla konuştu, onlarla kadeh tokuşturup fotoğraf çektirdi.

Politikacı her yerde politikacı.

AB üyesi değil ama parası Euro

KARADAĞ ilginç bir ülke.

AB ülkesi olmadığı halde dört, beş yıl önce "dinar"ı terkedip kendi kendine "Euro" kullanacağını ilan etmiş.

Gerçekten şu anda ülkede "Euro"nun dışında para birimi kullanılmıyor.

Nüfusu 650 bin kadar.

Ancak 3 milyonun üzerinde turist çekiyor.

Aynen Hırvatistan gibi Adriyatik kıyılarındaki bakir koyları giderek daha çekici hale geliyor.

Avrupa Birliği’nin fonlarından yararlanarak hızla alt yapısını geliştiriyor.

Sanayisi yok gibi zira ülkedeki tek sanayi yatırımı bir alüminyum fabrikası.

Kişi başı milli geliri 3 bin 500 dolar civarında.

Merak edip sordum.

"Global ekonomik kriz Karadağ’a uğradı mı"
diye.

Kriz Arnavutluk’ta hissediliyormuş ancak Karadağ’a henüz uğramamış.

Arnavutluk’a Coca-Cola ile aynı yıl girdik

GİNTAŞ Yönetim Kurulu başkanı Necip Doğru ile tanışıklığım iki, üç yıl öncesine uzanıyor.

Türk-Yunan Derneği Defne’nin bir Selanik gezisinde Gintaş’ın Arnavutluk’taki yatırımıyla ilgili uzun bir sohbetimiz olmuştu.

Gintaş’a Karadağ’ın kapılarını açan Arnavutluk.

Mall of Montenegro
’nun yanısıra daha geçtiğimiz günlerde Karadağ’da 7.5 milyon Euro’luk bir su alt yapı ihalesini kazanan Gintaş 16 yıldan beri Arnavutluk’ta.

Necip Doğru, "Coca Cola ile aynı yıl girdik Arnavutluk’a" diyor.

Hatırlıyorum.

Coca-Cola İcra Kurulu Başkanı Muhtar Kent, bir toplantıda yolunun Arnavutluk’a düştüğünü ve o sırada portakal sandıkları üzerinde dişçilik yapan Sali Berişa ile nasıl tanıştığını anlatmıştı.

Berişa’nın daha sonra Devlet Başkanı olması Coca-Cola’nın yolunu açmıştı.

Arnavutluk’un yıllar önce İstanbul’daki son derece girişken konsolosu Gintaş’ı ülkesine davet edince Necip Doğru, Tiran’ın yolunu tutmuş.

Tiran’da önemli müteahhitlik işlerine imza atan Gintaş, Karadağ, Kosova gibi diğer Balkan ülkelerinde 12 yılda toplam 170 milyon Euro’luk proje gerçekleştirmiş.

Tiran’da 800 ile 1000 konutluk büyük bir projeye hazırlanan Gintaş, turizmde büyük bir patlamanın beklendiği Karadağ’da turizm ve enerjiyle yakından ilgileniyor.
Yazının Devamını Oku

İlaç sektörüne İrlanda modeli uyar mı?

1 Nisan 2008
KİMİ Amerikalıların Türkçesi beni şaşırtıyor.<br><br>Beni şaşırtan bir isim de ilaç devlerinden Merck Sharp Dohme’nin (MSD) Dış İlişkiler Departman Direktörü Jeff Kemprecos. Kemprecos, Referans Gazetesi’nin yayın danışmanı David Judson ile hemen hemen aynı yolu izlemiş.

Lise çağında AFS bursuyla bir yılı aşkın süre İstanbul’da kalmış.

Daha sonra bir dönem Boğaziçi Üniversitesi’nde okumuş.

Şimdi Merck’teki görevi nedeniyle yeniden burada.

Türkçesi kusursuz.

Öyle ki, Türkiye Amerikan Şirketler Derneği’nden birileri Başbakan Erdoğan’a Kemprecos’un çok iyi Türkçe konuştuğunu fısıldıyor.

Başbakan, Kemprecos ile tanışmak istiyor.

Uzun bir süre hem Kemprecos, hem eşiyle sohbet edip çocuklarına da oyuncak veriyor.

Bunları niye anlatıyorum?

Kemprecos’un kendisini bizden biri olarak gördüğünü ve Türkiye’nin ufkunu açacak şeyler üzerinde nasıl kafa patlattığını anlatmak için.

Zaten konuşmamızın hemen başında söyleyeceğini söylüyor Kemprecos.

"Türkiye’de yenilikçi ilaç sektörünün gelişmesi için inanılmaz bir potansiyel var. Bu potansiyel geliştirildiği takdirde Türkiye İrlanda gibi bir başarı öyküsüne imza atabilir".

YILDA 1 MİLYAR DOLAR

Önüme bir kitapçık koyuyor.

Düşünce kuruluşu İstanbul Ekonomi tarafından kaleme alınmış İrlanda’daki ilaç sektörünün başarı öyküsü.

"Türkiye İrlanda’yı örnek alabilir. İrlanda’nın ilaç sanayiinde yakaladığı başarısından ve deneyiminden yararlanabilir" diyor Kemprecos.

İrlanda
’yı örnek aldığımız takdirde "yenilikçi" ilaç sektörünün yılda yaklaşık 1 milyar dolar yatırım çekmesi mümkün.

Yani konu, Kemprecos’un yaptığı gibi "kafa patlatmaya" değer bir konu.

Zira biyoteknolojiye ağırlık veren "yenilikçi" ilaç şirketlerinin yeni ilaçların keşfi için AR-GE’ye bu yıl ayırdıkları para 72 milyar dolar.

Sadece Merck yeni ilaç araştırmaları için 5,5 milyar dolar ayırmış.

Peki Türkiye’de yeni ilaç araştırmaları için ayrılan para ne?

Yaklaşık 30 milyon dolar.

Bir yanda milyar dolardan söz ediyoruz, diğer yanda milyon.

Kemprecos’a göre, Türk ilaç sektörünü rekabetçi bir duruma getirmek için avantajlarımız hayli fazla.

CEM ELBİ NEDEN BOSTON’DA

Türkiye’deki üniversitelerden her yıl 5 bin doktorun yanısıra binlerce eczazı, kimyager mezun oluyor.

İnsan kaynaklarında sıkıntı yok.

Hastane ve üniversite altyapıları oldukça iyi.

Yerel pazar potansiyeli büyük.

Diğer yanda, yurtdışındaki Türk bilim insanları, akademisyenleri ilaç sektöründe bir atılım için önemli koz.

Kemprecos bununla ilgili "Merck’in Boston’daki AR-GE merkezinde çalışan bilim insanı Cem Elbi’nin Türkiye’de çalışmaması için bir neden yok. Elbi neden burada değil de Boston’da? İmkanlar sağlandığı takdirde geleceğinden eminim" diyor.

Kemprecos’un anlattıkları böyle.

Bana anlattıklarını Sağlık Bakanlığı yetkililerine de aktarmış.

Bakanlığın bu konuda sektörden bir "yol haritası" talebi nedeniyle umutlu.

İrlanda modelinin ilaç sektörüne uyup uymadığını göreceğiz.

İstanbul 2010’a Garanti Kültür AŞ.’den destek

BANKALAR Caddesi’nde Osmanlı Bankası Müzesi’nin bulunduğu bina 116 yıllık.

Geçenlerde bu tarihi binada, Garanti Bankası Genel Müdür Yardımcısı Nafiz Karadere ile ünlü mimar Han Tümertekin’e kulak veriyoruz.

Garanti Bankası, yıllardan beri destek verdiği kültür ve sanatta yeni bir yapılanmaya gidiyor.

Bunu yaparken de kültür ve sanatı barındıran binalarını yeniliyor.

Banka halen bu faaliyetlerini üç kurumda sürdürüyor.

Bankalar’daki Osmanlı Bankası Müzesi, İstiklal Caddesi’ndeki Platform Güncel Sanat Merkezi ve Garanti Galeri.

Karadere’nin verdiği bilgiye göre, bu üç kurum "Garanti Kültür AŞ" çatısı altında biraraya geliyor.

Bu yapılanma Garanti Bankası’nın bu tür faaliyetlerine giderek daha da ağırlık vereceği anlamında.

Son derece sevindirici bir gelişme.

Bankalar Caddesi’ndeki bina ile İstiklal Caddesi’ndeki Platform Güncel Sanat Merkezi binasının yenilenmesi projelerini Ağa Han ödüllü mimar Han Tümertekin yürütüyor.

Her iki proje tamamlandığında İstanbul 14 bin metrekarelik bir kültür-sanat alanına kavuşacak.

Karadere, bu iki mekanın, İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olacağı 2010 yılına yetişeceğini de özellikle vurguluyor.
Yazının Devamını Oku

Sulukule’de neler oluyor?

30 Mart 2008
Sulukule’nin başına gelmeyen kalmıyor. Başbakan ucube diyor, Fatih Belediyesi "kentsel yenileme" için gözüne kestiriyor. Hatta 2006’da Sulukule için "acil kamulaştırma kararı" çıkartılmış. Bu gidişle Sulukule’de yüzyıllardır yaşayan üç binden fazla Roman tahliye edilecek. Peki bu insanlar nereye gidecek?

Doğrusunu isterseniz Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "ucube" demesinden beri İstanbul’un Sulukule semtine ilgim daha da arttı.

Neler oluyor Sulukule’de?

Geçen hafta İstanbul, Akaretler’de restore edilen Sıraevler’in açılışını yapan Başbakan’a bakarsanız bu "ucube" semt "kentsel yenileme" projesiyle yepyeni bir yüze kavuşacak. Modernleşecek.

Başbakanımız her konuştuğunda gaflar peş peşe geliyor

Yüzyıllardan beri Romanların yaşadığı mahalleyi "ucube" diye tanımlaması bir yana "Sulukule’yi bilmeyenler, gidip görmeyenler kentsel yenileme projesiyle ilgili garip garip konuşuyor" diyor.

Ne kadar yanılıyor...

Zira Sulukule’de yapılanların yanlış olduğunu söyleyenler mahalleyi iyi bilen, birkaç kez gezip incelemiş bilim insanları: Sosyologlar, şehir planlamacıları, mimarlar, arkeologlar...

Sulukule’de "kentsel yenileme" projesi de yanlış bir değil onlarca.

En başından başlarsak. Fatih Belediyesi burasını "kentsel yenileme" için gözüne kestirmiş. 2006 yılında Sulukule için "acil kamulaştırma kararı" çıkartılmış. Oysa bu karar sadece deprem gibi afetler için çıkartılan bir karar.

Kamulaştırma Sulukule’de yüzyıllardan beri yaşayan üç binden fazla Roman’ın tahliyesi anlamında. Peki bu insanlar nereye gidecek?

Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir "TOKİ’nin Taşoluk’ta yaptığı evleri vereceğiz onlara" diyor. Bedava değil krediyle elbet.

ŞEHRE 45 KM’DE EVLER

Günü gününe yaşayan, kazandığını aynı gün harcayan Romanlarda kredi ödeyecek para nerde?

Kaldı ki, çalgıcıysa, çiçekçiyse Sulukule’den 45 kilometre uzaklıktaki Taşoluk’tan nasıl şehir merkezine inecek?

Ruhları özgür Romanları kendi ortamlarından kopartıp TOKİ evlerine tıkmak nasıl bir mantık?

Peki dünyada Romanların ilk yerleşim merkezi diye bilinen Sulukule neye dönüşecek?

Vaktiyle burada 300 kadar müzisyen yaşamış, müzik bir "ekol" haline dönüşmüş ve nesilden nesile aktarılmış.

Yine vaktinde Sulukule eğlencenin, turizmin merkezi.

Şimdi aralarında "tescilli" olanlar dahil evler yıkılacak. Yerlerine "Osmanlı" tarzı villalar kondurulacak. "Kentsel yenileme" projesi bu.

BİZANS KALINTILARININ ÜZERİNE

İşin bir de arkeolojik boyutu var.

Bu tarihi mahallenin altında Bizans kalıntılarının hatta bir Bizans Sarayı’nın olması ihtimali çok yüksek.

Üstelik Türkiye’nin 1982’de imzaladığı UNESCO konvansiyonu "Yeraltındaki arkeolojik varlıklar incelenmeden inşaat yapılmaz" diyor.

Kim takar UNESCO’yu?

UNESCO İzleme Komitesi üyesi Prof. Dr. Cevat Erder, Sulukule’yi gidip gören bilim adamlarından. "Ağlayan yaşlı kadınlar gözümün önünden gitmiyor. Evlerine kırmızı bir çarpı işareti konmuş. İşaret evleri yıkılacak anlamında."

Avrupa’nın bazı şehirlerinde "kentsel yenileme" projeleri gördüm. Hiçbirinde o mahallelerde yaşayanlar yerlerinden kopartılmamıştı.

Aksine. Yenileme projeleri onlar düşünülerek yapılmıştı.

Sulukule, Başbakan’ın deyişiyle "ucube"likten kurtarılacaksa bu Sulukulelileri de kucaklayacak bir şekilde yapılamaz mıydı?
Yazının Devamını Oku