Gila Benmayor

Fransa ve Türkiye’den sonra İtalya’da da iş dünyasının başına bir kadın geliyor

28 Mart 2008
FRANSIZ iş dünyasının örgütü MEDEF’in başında 2005’in Temmuz ayından beri bir kadın var. Laurence Parisot.

Arzuhan Doğan Yalçındağ
2007 yılının Ocak ayından beri TÜSİAD’ın başında.

İtalyanların TÜSİAD’ı Confidrustria’nın başına da önümüzdeki 21 Mayıs’ta bir başka kadın geliyor.

Ülkesinde "çeliğin patroniçesi" diye tanınan Emma Marcegaglia.

Fransa, Türkiye ve İtalya’da "patronlar kulüplerinin" başına geçen Yalçındağ, Parisot ve Marcegaglia bu göreve gelmiş "ilk kadın başkan" unvanına da sahipler.

Yaşları, dünya görüşleri bir yana ortak yanları hayli fazla.

Üçünün de aile şirketlerinde deneyimleri var.

Ancak en önemlisi üçü de kendilerini şöyle ya da böyle çeşitli "krizlerin" ortasında bulmuşlar.

TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın göreve geldiği günden beri kriz ortamlarında "uyarı" niteliğinde yapmak zorunda kaldığı konuşmaları düşünün.

Krizleri aklımda kaldığı kadarıyla sayıyorum.

Türban krizi, anayasa değişikliği krizi, Diyarbakır’daki bombalı saldırı, küresel ekonomik kriz, çıkmaza giren AB ilişkileri.

TÜRKİYE İÇİN BİR ŞANS

Türkiye gibi krizden krize, gerginlikten gerginliğe koşan bir ülkede TÜSİAD’ın başında bir kadın olması büyük bir şans.

Tabii benim gibi "kadın duyarlılığı", "kadın sağduyusu" gibi şeylere inanıyorsanız.

Fransa ve İtalya’nın duruma gelirsek.

Laurence Parisot aylardan beri medyanın odağında.

Nedeni şu:/images/100/0x0/55ea9e85f018fbb8f88bd84d

Parisot, MEDEF’in bünyesindeki maden sanayileri federasyonunda kuşkulu bazı finansal uygulamaların üzerine gitmeye karar vermiş.

Bir nevi "temiz eller" operasyonu.

MEDEF’in ağır toplarını yanına çekmeyi başarmış.

Parisot
’nun bundan sonra hedefi Fransız iş dünyasında reformlar.

Çalışma yasalarında modernleşme.

Emma Marcegaglia ise göreve gelir gelmez zorlu bir mücadelenin içine girecek.

Zira İtalyan patronlar kulübü Confindustria, üçüncü kez seçimlere hazırlanan Berlusconi yandaşlarıyla karşıtları arasında ikiye bölünmüş durumda.

Genç kadın "Mutlaka bir uzlaşma sağlayacağım" diyor.

Başaracağına inanmak istiyorum.

Cinsiyet ayrımcılığı anketine

düşen not: ’Yaşasın erkekler’

TÜRKİYE, Fransa ve İtalya’da iş dünyasının başında üç başarılı işkadını günün güzel haberi diyelim.

Kötü haber "toplumsal cinsiyet eşitliğinde" Türkiye’nin durumu.

Bu köşede sıklıkla değindiğim gibi bu konuda Türkiye fena halde sınıfta kaldı.

Örneğin, Dünya Ekonomik Forumu’nun "Cinsiyet Uçurumu" raporları.

Türkiye hep alt sıralarda çıkıyor.

BM Nüfus Fonu’nun raporu da aynı şeyin altını çiziyor.

"Cinsiyet Eşitsizliği"nde 156 ülke arasında Türkiye 111. sırada.

Peki bu eşitsizliği gidermek için bir şeyler yapılıyor mu?

Yine BM Nüfus Fonu’nun raporuna göre, Türkiye bu konuda en az şeyin yapıldığı ülke konumunda.

93 ülke arasında 90. sırada.

Şimdi bu tabloyu değiştirmek için sürdürülen bir çalışmadan söz edeceğim.

Sabancı Üniversitesi, Sabancı Vakfı, Türkiye’deki BM kuruluşları ve İçişleri Bakanlığı’nın işbirliğiyle sürdürülen bir program bu.

Adı "Kadınların ve Kız Çocuklarının İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi Ortak Programı".

Program 2005’ten beri Kars, Van, Nevşehir, İzmir, Şanlıurfa, Trabzon’da uygulanıyor.

Programla ilgili gelişmeleri önceki gün Sabancı Üniversitesi’nin öğretim görevlilerinden dinledik.

Lise öğrencileri ve öğretmenleriyle çalışmalar yapıyorlarmış.

İlginç şeyler anlattılar.

KIZLAR BİSİKLETE BİNMESE DE OLUR

"Cinsiyet ayrımcılığı"
ya da "eşitsizliği" ile ilgili yapılan anketler mesela.

Anket sonuçlarına göre, öğrenciler çoğunlukla böyle bir ayrımcılığın ya da eşitsizliğin farkında bile değiller.

Kızların bisiklete binmemesi örneğin normal karşılanıyor.

"Kızlar kan göremez", "kamusal alana girmek istemez" gibi önyargılar yaygın.

En tuhafı da böyle bir anketi cevaplayan erkek öğrenciler "Yaşasın Erkekler" diye bir not düşüyor.

Sadece bu not böyle bir eğitimin daha küçük yaşlarda başlaması gerektiğinin kanıtı.

Her neyse, program çerçevesinde lise öğretmenlerine "Mor Sertifika" adı altında eğitim veriliyor.

En önemlisi lise kitaplarındaki "cinsiyet ayrımcılığı" mercek altına alınıyor.

Sonuçlar ayrımcılık açısından feci elbette.

İncelenen 5 edebiyat kitabında 440 erkek yazara karşılık sadece 9 kadın yazardan alıntı yapıldığını söylesem yeterli mi?
Yazının Devamını Oku

12 milyon genci hangi siyasi parti düşünüyor

25 Mart 2008
KEMAL Derviş’in başında olduğu UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) güzel bir çalışma yapmış.<br><br>Türkiye’de gençlikle ilgili 130 sayfalık kapsamlı bir rapor hazırlamış. En büyük avantajımız "genç nüfus" diyoruz ya, işte bu rapor gençlerin bugün ne durumda olduklarını ortaya koyuyor.

Gençliğin röntgenini çekiyor.

2007 nüfus sayımına göre bugün Türkiye’de 15-24 yaşları arasında 12 milyon 400 bin genç var.

Büyük bir potansiyel gerçekten.

Bu gençlerin yüzde 30’u okula gidiyor, yüzde 30’u çalışıyor.

Yüzde 40’ı ise "atıl" durumda.

Ne çalışıyor, ne okula gidiyor.

Peki çalışanlar yani 3 milyon 600 bin genç ne durumda?

İşi riskli mi değil mi? Kayıtdışı mı yoksa resmi olarak çalışıyor?

Sosyal hakları güvence altında mı?

Ne yazık ki Türkiye’de bu soruların hepsi havada.

Okula giden 3 milyon 800 bin gencin aynı koşullar altında eğitim almadıkları bir gerçek.

Eğitimde de sıkıntılar var.

Bunun yanısıra yine raporun vurguladığı gibi "cinsiyet ayırımcılığı" oldukça yaygın.

Aile baskısı nedeniyle okuldan ayrılmak zorunda kalan genç kızların oranı aynı nedenle eğitimi kesen erkeklere göre tam 9 kat fazla.

Kimi yerlerde genç kızların "internet" kafelere bile girmeleri yasak.

Yani kız olarak dünyaya gelmişsen modern yaşamın nimetlerinden bile yararlanamıyorsun kimi zaman ülkemizde.

Peki ülkemizde "cinsiyet ayrımcılığına" karşı politikalar var mı?

Yok...

Doğru dürüst bir gençlik politikası olmadığı gibi.

UNDP’nin raporu dikkat çekiyor.

Geçtiğimiz 10 yıl içinde, dünyada 155 ülke kendi "ulusal gençlik politikalarını" ve 168 ülke de "gençlik koordinasyon" mekanizmalarını kurmuş.

OECD ülkeleri içerisinde genç nüfusu en kalabalık olan Türkiye bu konularda hayli geride.

Eğitim, sağlık, istihdam, sosyal ve politik katılımda kapsamlı politikalar geliştirmemiş.

Batı’da gençlikle ilgili projeleri koordine edecek "Ulusal Gençlik Konseyi" diye bir yapı var.

Avrupa’da sadece iki ülkede böyle bir konsey yok: Türkiye ve Polonya.

Dile kolay, yaşları 15 ile 24 arasında olan 12 milyon genç insandan söz ediyoruz.

Bu gençler için doğru dürüst politikalar üretememişiz.

Siyasal partilerin programlarına bir bakın.

Acaba bu gençleri hangisi düşünmüş?

İstanbul, Branson’dan sonra Jack Welch’i ağırlayacak

JACK Welch, Generel Electric’in efsanevi CEO’su.

1981-2001 yılları arasında General Electric’in başkanlığını ve CEO’luğunu yapan Welch yöneticilik stratejilerinin ustası.

Yöneticilerini daha verimli olmaya zorlayan politikaları ile biliniyor.

Fortune Dergisi tarafından 1999 yılında "Yüzyılın Yöneticisi" seçilmiş.

Jack Welch, 65 yaşında emekli olup CEO’luktan ayrıldığında General Electric dünyanın en değerli şirketi.

Piyasa değeri 400 milyar dolara yükselmiş.

Vaktinde General Electric’ten yılda 4 milyon dolar maaş alan Welch’in emeklilik sonrası da yılda 8 milyon dolar alacak olması uzun süre konuşulmuştu.

Burada uzun uzun Welch’ten söz edinmemin nedeni yakın bir tarihte bu ünlü ismi İstanbul’da ağırlayacak olmamız.

Welch, 19 Nisan’da İşTcell’in düzenleyeceği "Liderler Konferansı" için geliyor.

Bu konferansın ilk konuğu İngiliz Virgin Grubu’nun sahibi Richard Branson’du.

Branson konferansının moderatörü ABD’nin ünlü sunucularından Joan Lunden idi.

Jack Welch konferansının moderatörü ise eşi Suzy Welch.

Tam bu noktada küçük bir parantez açmam gerekiyor.

Welch iş hayatında olduğu kadar özel yaşamında da "hızlı".

Harvard Business Review’un eski editörü olan yazar, gazeteci Suzy Welch, efsanevi CEO’nun üçüncü eşi.

Jack Welch, 2003 yılında üçüncü eşiyle evlenebilmek için ikinci eşine 180 milyon dolar nafaka ödemişti.

İstanbul’da bu ünlü karı-kocayı sahnede görmek oldukca ilginç olacak.

Ağaçlandırma seferberliğine dair

GEÇEN cuma günü bu sütunda yer alan "Ağaçlandırma seferberliği yoksa bir aldatmaca mı" yazıma okurlardan e-posta ve faks yağdı.

Dolayısıyla kampanyanın kafalarda çok soru işaretine yol açtığı ortaya çıktı.

Yüksek orman mühendisi okurlarımdan biri şöyle yazmış:

"Yıllar önce Amerika ile Rusya uzay araştırmaları konusunda yarış halindeyken bizim meclistekiler bu çalışmalara katılmamız için neler yapacağımızı düşünmüşler.

Biri şöyle bir öneride bulunmuş: Meselá, Türk Hava Kurumu’nun adını Türk Uzay Kurumu olarak değiştirebiliriz
.

Ağaçlandırma sözcüğünün anlamı ve içeriği değiştirilerek başlatılan ağaçlandırma seferberliği de aynen bu mantıkla halka sunuluyor."

Başka söze gerek var mı?
Yazının Devamını Oku

ABD’nin kamikazeleri bana dehşet veriyor

23 Mart 2008
Amerikan solunun önemli isimlerinden yazar Russell Banks, ülkesindeki başkanlık seçimlerinde demokrat aday Barack Obama’nın akıbeti hakkında endişeli. Sözlerini hiç esirgemiyor: "Amerikan toplumu kişi başına en fazla silaha sahip toplum. Ayrıca Batı’da en fazla şiddet eğilimi ABD’de. Tarihe geçmek adına yaşamından dahi vazgeçebilecek o kadar çılgın var ki! ABD’nin kendine özgü "kamikaze"leri bana dehşet veriyor."

Adamcağızı daha seçilmeden öbür dünyaya yolladılar.

Sözünü ettiğim kişi ABD başkanlık yarışının flaş ismi Barack Obama.

Hatırlayın! Bundan birkaç ay önce Nobel ödüllü İngiliz yazar Doris Lessing ne demişti?

"Obama kazanırsa muhtemelen başkanlığı uzun sürmez. Onu öldürürler..."

2007 yılında, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış en yaşlı kişi olarak Lessing’in bu iddiasını elbet önemsedim.

Ama fazla da üzerinde durmadım.

Bu hafta Fransız Nouvel Observateur Dergisi’ni karıştırırken baktım aynı iddia başka bir yazarın ağzından manşette: "Obama öldürülmezse iyi."

Bunu söyleyen kişi Amerikan solunun önemli isimlerinden Russell Banks.

Çok sayıda uluslararası ödülün sahibi olan Banks bundan 18 ay önce ABD başkanlık seçiminin Demokrat Obama ile Cumhuriyetçi John McCain arasında geçeceğini iddia etmiş.

Açıkçası diğer demokrat aday adayı Hillary Clinton’a pek şans tanımıyor.

OBAMA, GENÇLERİ POLİTİKAYLA BARIŞTIRDI

Obama’
yı şanslı görmesinin nedenine gelince...

"Obama genç nesli politikayla barıştırmayı başardı. Bugüne kadar politikaya biraz iğrenme, biraz aşağılama duygusuyla bakan gençler şimdi oylarının ABD’de bazı şeyleri değiştirebileceklerini düşünmeye başladılar."

Gençlerin gücü.

Amerikan tarihinde geriye gidince, gençleri "heyecanlandırmayı", "harekete geçirmeyi" başarmış bir isim ise Robert Kennedy.

1968’de bir suikasta kurban gitmeden önce Robert Kennedy, zengin, yoksul, siyah, beyaz ve hispanikleri etrafında birleştirmeyi başarmıştı.

Russell Banks’a göre, Barack Obama tam bu kıvamda bir politikacı.

"Ama bundan 40 yıl önce Robert Kennedy’nin öldürüldüğünü unutmadım. Martin Luther King ile aynı yıl. Bu beni endişelendiriyor."

Obama
fazlasıyla karizmatik, fazlasıyla göz önünde ve fazlasıyla Amerikan toplumunu "birleştiren" bir söyleme sahip. İşte bu yüzden endişeli Russell Banks.

Peki Obama’yı kim ortadan kaldırabilir?

Bu noktada Amerikalı yazar Amerikan toplumunun röntgenini çıkartıyor bir anlamda.

"Amerikan toplumu kişi başına en fazla silaha sahip toplum. Bu anlamda bir dünya rekortmeni. Ayrıca Batı’da en fazla şiddet eğilimi ABD’de. Tarihe geçmek adına kendi yaşamından dahi vazgeçebilecek o kadar çılgın insan var ki. ABD’nin kendine özgü ’kamikaze’leri bana dehşet veriyor."

"ABD’nin kamikazeleri" sözüne takıldım.

Daha önce hiç düşünmemiştim.

Irak Savaşı’nın beşinci yıldönümünde ABD’nin asker kaybı dört bini bulmak üzere.

Irak’a gönülsüz giden askerlerin yanı sıra "kamikaze" ruhuyla hareket edenlerin olmadığını kim söyleyebilir?

Russell Banks’ın söylediklerine dönersek ABD’nin bu başkanlık seçimlerinde bir yol ayrımında olduğu görüşünde.

"Obama’nın demokratların adayı olduğu kesinleşirse bu Amerikan gençliğine umut verecek."

Ancak Obama, Cumhuriyetçi rakibi McCain tarafından yenilgiye uğratılırsa ya da suikasta kurban giderse tüm Amerikan toplumu karamsarlığa ve olumsuzluğa sürüklenecek.

Obama’nın öldürülmesi şıkkı son derece tatsız.

Hem ABD için, hem dünya için...
Yazının Devamını Oku

Ağaçlandırma seferberliği yoksa bir aldatmaca mı

21 Mart 2008
BUGÜN Dünya Ormancılık Günü. Dolayısıyla Çevre ve Orman Bakanlığı’nın 2 Aralık 2007 tarihinde başlattığı "Ağaçlandırma Seferberliği" konusunda yazmanın tam zamanı.

Peşinen söyleyeyim ki, söz konusu 2008-2012’yi kapsayan 5 yıllık seferberliği sorgulayan pek çok kişi var.

Bunlardan biri yıllar öncesinden tanıdığım emekli Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürü İsmail Özkahraman.

Özkahraman,
Türkiye’de "Anı Ormanı" geleneği başlatmış kişidir.

Ülkemizin "ağaçlandırılmasına" çok emek vermiş, bu işi en iyi bilen uzmanlardan biridir.

Bu yüzden işaret ettiği noktalar çok ama çok önemli.

Özkahraman, seferberliği tam 7 sayfalık yazısında eleştiriyor.

Bakın ne diyor?

"Kamuoyu yanıltılıyor. Zira seferberlikle ilgili ’Eylem Planı’ kitapçığının kapağında ’ağaçlandırma’ denirken içerdeki sayfalarda ’rehabilitasyon’ deniyor."

"Ağaçlandırma"
ve "rehabilitasyon" ayrı şeyler.

"Rehabilitasyon" iyileştirme, ıslah anlamında.

Ağaçlandırma kampanyası gösterişli bir şekilde başladığında biz ne duyduk?

"Yeşil bir Türkiye için ağaçlandırma seferberliğine sen de katıl..."

Seferberlik, 5 yılda 2 milyon 300 bin hektarlık bir alan için.

Ama "Eylem Planı"nı nokta nokta incelemiş olan Özkahraman "1 milyon 683 bin hektarlık alanda ’rehabilitasyon’ öngörülüyor" diyor.

Seferberliğin yüzde 70’i neredeyse "rehabilitasyon".

Yani kamuoyuna söylenen ayrı, eylem planındaki ayrı.

Bu bir.

Vatandaşa "rehabilitasyon" yerine "ağaçlandırma" diyorsunuz.

Artık bir "aldatmaca" mı, değil mi siz karar verin.

Özkahraman’ın dikkat çektiği ikinci nokta şu:

Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu kampanya başladığında ne demişti?

"Dünyadaki en büyük ağaçlandırma seferberliğinin meşalesini yakıyoruz. Ağaçlandırmada 2007 yılında dünya üçüncüsü olduk. 2008’de birinci olacağız."

Dünya birincisi olmak için elinizde fidan olması gerek değil mi?

Oysa AKP iktidarı 2002 yılından bu yana fidanlık sayısını azaltmış.

Özkahraman’a kulak verelim:

"2002 öncesi 178 tane fidanlık vardı. Yıllık toplam üretim sayısı 1 milyar adet fidana ulaşmıştı. Şu anda 111 tane fidanlık var. Kapasiteleri yıllık 460 milyon fidan."

Bu arada bir bilgi notu.

Atatürk
döneminde açılan, Türkiye’nin ilk fidanlığı "Söğütözü Fidanlığı" da kapatılanlar arasında.

Fidanlıkları kapatan, kapasiteyi neredeyse yarı yarıya indiren bir hükümetin "ağaçlandırma seferberliği" biraz tuhaf kaçmıyor mu?

Peki bu içi kof görülen bu ağaçlandırma seferberliği neden bu kadar büyütüldü?

Özkahramana’a göre neden şu:

Orman vasfını kaybetmiş "2B arazileri"nin satışıyla ilgili eli kulağında yasayı kamufle etmek.

TEMA Vakfı ne diyor

UZMANLARIN "içi boş" olarak tanımladıkları ağaçlandırma seferberliğine TEMA Vakfı ne diyor?

Nasıl bir tutum izliyor?

TEMA geçtiğimiz ay, aralarında orman fakültelerinden bilim adamlarının, uzmanların ve bürokratların katıldığı bir çalıştay düzenliyor.

Yukarıda görüşlerine yer verdiğim İsmail Özkahraman da çalıştaya katılanlar arasında.

TEMA bu çalıştay sonucunda ortaya çıkan görüş ve önerileri bir rapor halinde kamuoyuna sunmak hazırlığında.

Elime ulaşan rapor taslağında Eylem Planı’yla içeriğin örtüşmediği vurgulanıyor örneğin.

Ancak kanımca rapor hazırlamak yeterli değil.

Ağaçlandırma ve erozyon konusunda en önemli STK olan TEMA’nın ağaçlandırma seferberliğini yakından izlemesi ve denetlemesi de gerek.

TEMA’nın çalıştayına katılmış olan İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi profesörlerinden Hüseyin Dirlik büyük oranda Özkahraman’ın görüşlerine katılıyor.

Dün telefonda sohbet ettiğim Hüseyin Dirlik, "Eylem Planı"nı teknik olarak çok çok zayıf buluyor.

Hatta "Ben öğrencilerimle 5 günde daha kapsamlı bir plan ortaya koyabilirdim" diyor.

"Bu ülkede 1937 ile 2007 yılı arasında yapılan ağaçlandırma 2 milyon hektar. Şimdi önümüzdeki 4-5 yılda hemen hemen aynı ölçüde bir ağaçlandırmadan söz ediliyor. Nasıl olur?" diye soruyor.

Profesör Hüseyin Dirlik de "2 B yasasına" karşı iktidarın yumuşak bir iklim yaratma çabasında olduğunu düşünüyor.

Vatandaşların bağışlarıyla da yürütülen "Ağaçlandırma Seferberliği"ni yakından izlemek herkesin görevi.
Yazının Devamını Oku

Yoksulluk Konya’nın 2 saat uzağında

18 Mart 2008
KONYA, KOBİ’lerin başkenti.<br><br>2007 yılında 1 milyar doların üzerinde ihracat gerçekleştirmiş. Batı basınına göre ise "Müslüman business"in başkenti.

Konya’nın giderek büyüyen sanayisiyle Batı’nın ilgisini çekmesi doğal.

Şehre girer girmez ekonomideki dinamizm fark ediliyor.

Yeni inşaatler, yeni alışveriş merkezleri, Tesco Kipa gibi yeni hipermarketler.

Hepsi önemli ipuçları.

Beş günlük tarım fuarı 70 binin üzerinde ziyaretçi çekmiş.

Geçen yıl hizmete giren Dedeman Oteli’nin doluluk oranı yüzde 100.

Lobisi Amerikalı turist kaynıyor.

Mevláná sevgisi çekmiş onları buraya.

Konya’nın iki saat uzaklığındaki Halkapınar ilçesi için bambaşka bir dünya.

Daha çok "yoksulluğun" hakim olduğu bir dünya.

Halkapınar’ı ziyaret nedeni Türkiye’deki iki önemli uluslararası şirketin P&G ile Tesco Kipa’nın ortaklaşa üstlendikleri bir "hijyen" projesi.

Beraberimizde P&G Türkiye Genel Müdürü Saffet Karpat, P&G Dış İlişkiler Koordinatörü Hayrunnisa Aligil ve Tesco Kipa CEO’su Simon King var.

"Hijyen Seferberliği" başladığı Halkapınar YİBO’su yani Yatılı Bölge İlköğretim İlkokulu’ndayız.

"Hijyen Seferberliği"nin 100 bin YTL’lik ilk aşaması Milli Eğitim Bakanlığı’nın belirlediği altı YİBO’yu kapsıyor.

En bakımsız olanları, en fazla parasızlık çekenler listeye alınmış.

Halkapınar da bunlardan biri.

Civardaki 15 köyden 450 öğrenciyi barındırıyor.

Kimi yatılı, kimi değil.

Halkapınar Belediye Başkanı Hüseyin Mülazımoğlu anlatıyor.

"Bu köylerden en az 10 tanesi son derece yoksul. Çoğunlukla tarımcılıkla geçinen yoksul aileler için çocuklarını YİBO’da yatılı okutmak en iyi çare."

Halkapınar YİBO
’su bizim ziyaretimizden önce temizlenmiş, berbat durumdaki tuvaletleri onarılmıştı.

Çocuklara "hijyen" kitapçıkları dağıtılmıştı.

"Hijyen" meselesi Türkiye’nin önemli bir eksikliği.

Zira "hijyensiz" koşullar hem hastalığa yol açıyor, hem can alıyor.

"Hijyen" çoğunlukla yoksullukla at başı gidiyor.

Halkapınar YİBO’yu ziyaret bir kez daha şu gerçeği ortaya koyuyor.

Devletin kaynakları çocukların sağlıklı gelişmesine, iyi eğitim görmesine yeterli değil.

Özel sektörün desteği çok önemli.

"En az üç çocuk doğurun" diyen Başbakan Erdoğan bu gerçeği göremiyor mu?

İzmir geleceğin Kaliforniya’sı olabilir

KONYA’dan dönüş yolculuğunda Tesco Kipa’nın CEO’su Simon King ile sohbet ediyoruz.

Konya’daki işleri soruyorum King’e.

"İyi ama biz daha da iyi olacağını sanıyorduk. Beklentimizin biraz altında. Acaba Konyalı zenginler nerelere para harcıyorlar, merak ediyorum" diyor.

Ancak Türkiye genelinden son derece memnun.

Üç yıl önce İzmir’de Kipa’yı satın alarak Türkiye’ye adımını atan Tesco giderek büyüyor.

Bu yıl içerisinde İstanbul ve Anadolu’da 15 hipermarket açılması hedefleniyor.

İstanbul’da Kurtköy ve Silivri’de arsalar satın alınmış.

2008 yılı hedefi 2 milyar dolar ciro.

Simon King, "Türkiye’de son derece iyi eğitimli, başırılı insanlarla çalışıyoruz" diyor.

İlginç bir şey söylüyor.

Tesco Kipa olarak İzmir’de geliştirdikleri bazı mağazacılık tekniklerini, bilişim sistemlerini Tesco’nun diğer hipermarketleri uyguluyormuş.

"Know-how’yu buradan İzmir’den diğer ülkelere transfer ediyoruz" diyor.

İzmir Torbalı’daki dağıtım merkezi modeli Kaliforniya’daki Tesco’ya örnek olmuş.

Bu model ilerde Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan’da da uygulanacakmış.

Simon King gerçek bir İzmir aşığı.

"Ege gibisi dünyada yok. İzmir geleceğin Kaliforniya’sı olabilir. İklimiyle, tarımıyla, genç insanlarıyla buna son derece müsait" diyor.

Gerçek bir İzmir aşığı olarak da İzmir’in Expo 2015’i almasını istiyor.

"İşte o zaman Kaliforniya rüyası gerçekleşebilir" diyor.

Yazının Devamını Oku

Korkular sizi durdurmasın

16 Mart 2008
Eski Fransa Başbakanı Dominique de Villepin’e göre, Türkiye bir anlamda Avrupa’nın korkularının kurbanı. Avrupa’nın güveni yerine geldiği zaman, Avrupa bir global güç olarak kendisini kabul ettirmeyi başardığı zaman Türkiye’nin de işi kolaylaşacak.

İstanbul’dan bir eski Fransız başbakanı geçti.

Eski Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac döneminde önce dışişleri bakanlığı, sonra başbakanlık yapmış olan Dominique de Villepin’i Galatasaray Üniversitesi’nde dinledik.

Peşinen söyleyeyim ki, aristokrat bir aileden gelen De Villepin sıradışı bir politikacı.

Entelektüel kişiliği daima ön planda. Aynı zamanda şair ve yazar.

Bildiğim kadarıyla en son yazdığı kitap "Uykusuzluk Oteli" (Hot?l de l’insomnie) adını taşıyor.

Uykusuz geçirdiği gecelerde kendisini yalnız bırakmayan kitapları anlatıyor.

Dominique de Villepin’in, Türkiye açısından önemi hem dışişleri bakanlığı, hem başbakanlığı döneminde daima Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğini desteklemiş olması.

Fransa’da 1974-1981 arası döneminin cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’in "Türkiye Avrupalı değil" sözleriyle kopan fırtınada De Villepin açıkça Türkiye’nin safında yer almıştı. "Türkiye Avrupalı" demişti. Kaydettik elbet bu sözlerini bir kenara.

Şimdiki cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Türkiye’yi her fırsatta "hırpaladığı" bir dönemde can kulağıyla dinledik Villepin’i.

Bu arada yeri gelmişken hatırlatayım: Sarkozy ile eski başbakanın arası hiç iyi değil.

Sarkozy’nin, De Villepin’in başına bir yolsuzluk soruşturması sararak politik kariyerini fena bir şekilde yerle bir ettiği söyleniyor.

GLOBAL KAOS


Peki, İstanbul’a dönersek Galatasaray Üniversitesi’ndeki konuşmasında neler anlattı Dominique de Villepin?

Konuşmasının başlığı "Global Kaos".

Global kaos dünyanın başından hiç eksik olmamış.

Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet’in 1453’te İstanbul’u fethetmesini ilk "modern globalleşme" olarak anlatıyor...

15. ve 16. yüzyıllar ile 21. yüzyıl arasında paralellik kuruyor.

O yüzyıllarda da dünya şimdiki gibi büyük bir değişimden geçiyor: Bir yanda büyük keşifler, yeni dünyalar var. Diğer yanda değişim nedeniyle korkular.

Korku, De Villepin’e göre bugüne de damgasını vuruyor.

"Gelecek korkusu", "bilinmeyenin korkusu", "ötekinin korkusu".

TÜRKİYE KORKUSU

Elbette bu kadar korku arasında Türkiye’nin payına düşen de var.

Dominique de Villepin’e göre, Türkiye bir anlamda Avrupa’nın korkularının kurbanı.

Zaten genişleme meselesi Avrupa’yı da felç etmiş durumda.

Avrupa’nın güveni yerine geldiği zaman, Avrupa bir global güç olarak kendisini kabul ettirmeyi başardığı zaman Türkiye’nin de işi kolaylaşacak.

"Korkular," diyor De Villepin, "Bizi durdurmamalı. Avrupa da, Türkiye de yoluna devam etmeli. Korkuları yenmenin yolu ise kimlik bunalımlarına, kültürel çatışmalara diyalog yolunu açmak."

Bu son günlerde adından sıkça söz edilen "Akdeniz Birliği"ne gelince Dominique de Villepin’e göre, bu Türkiye’nin AB üyeliğine bir alternatif değil.

Akdeniz çanağının daha güvenli, daha zengin bir bölgeye dönüşmesi için bir işbirliği projesi.

"Türkiye’nin bu projeye katkısı büyük olabilir" diyor.

Ankara’nın Avrupa Birliği’ne sırt çevirmiş gibi göründüğü bir dönemde De Villepin’i dinlemek insana iyi geliyor.
Yazının Devamını Oku

Çanakkale’nin tek kadın sanayicisi ’Bir kültür yok olmasın’ diyor

14 Mart 2008
GELİBOLU esasında bir dünya markası. Hangi yabancıya sorarsanız sorun "Gallipoli"yi bilir.

Birinci Dünya Savaşı nedeniyle, "Anzak"lar nedeniyle tanır Çanakkale’nin bu şirin kasabasını.

Türkiye’de "sardalya konserveciliğinin" tek adresidir Gelibolu.

"Kız"
marka sardalya konservesi neredeyse bir efsanedir.

Çanakkale Boğazı’yla Saros Körfezi’nde avlanan lezzetli sardalyaları Gelibolu’da tuzlamak, konserve yapmak 1900’l yılların başlarına kadar dayanır.

Köklü bir geleneği vardır bu sektörün.

Alaeddin Kemerli konserve fabrikasının kuruluş yılı 1928.

On, onbeş yıl öncesine kadar Gelibolu’da sardalya konserveciliği altın çağını yaşıyor.

Bugünkü duruma gelince.

Geriye kala kala kelimenin tam anlamıyla "can çekişmekte" olan üç fabrika kalmış.

TOBB’un 8 Mart Kadınlar Günü’nde elindeki "ançuezleri" Başkan Rifat Hisarcıklıoğlu’na ikram eden Aygül Kemerli, bu üç fabrikadan bir tanesinin Selahattin Kemerli fabrikasının sahibi.

"Çanakkale’deki tek kadın sanayiciyim. 17 yaşından beri bu sektörün içindeyim" diyor.

KONSERVECİLİK AİLE GELENEĞİ

Türkiye’de ilk balık konserve fabrikasını kuran Alaeddin Kemerli’nin yeğeni 41 yaşındaki genç kadın.

Sardalye konserveciliği bir aile geleneği.

Babası Selahattin Kemerli’nin ölümünden sonra işleri annesi devralmış, sonra da kendisi.

"Ben çocukken babam fabrikadan hiç çıkmazdı. Patron mu, işçi mi, ayırt edemezdim. O zamanlar fabrikada dönem dönem işçi sayısı 100’e kadar çıkardı" diye anlatıyor.

Peki ne oldu da "altın dönemler" sona erdi?

Aygül Kemerli anlatıyor.

"Fabrikalar şehrin merkezinde kaldıkları için büyüyemediler. Organize bir sanayi bölgesi olmadığı için şehrin merkezinde sıkışıp kaldılar. Kendilerini yenileyemediler."

Zamanla Yelkenciler, Enden Konservecilik gibi ün yapmış isimler piyasadan silinmiş.

Şimdi ayakta kalan sadece üç marka var:

Alaeddin Kemerli, Selahattin Kemerli ve Yahşi.

"Korkarım bu fabrikalar da teker teker kapılarını kapatacak. Sardalya konserveciliği gibi köklü bir kültürün yok olmasını istemiyorum. Bu sanayinin bacası tütmeli"
diyor.

FABRİKAMI KAPATMAK İSTEMİYORUM

Aygül Kemerli, Gelibolu
’da sardalye konserveciliğinin ayakta kalması için inanılmaz bir mücadele veriyor.

"Kadın girişimci olarak destek için çalmadığım kapı kalmadı" diye anlatıyor.

Haklı olarak Avrupa Birliği’nde sardalya konserveciliği gibi böyle köklü bir geleneğinin yok olmasına asla göz yumulmayacağını söylüyor.

"Fabrikamı kapatmak istemiyorum çünkü biliyorum ki bu işi yapabilecek son kuşağım. Gelibolu’nun bu geleneğine ihanet etmek istemiyorum" diyor.

Aygül Kemerli artık ihracat da yapmıyor sadece iç piyasa için çalışıyor.

Fabrikasında yılda 20 ton sardalye konservesi, ançuez, çiroz, lakerda gibi şeyler üretiyor.

İşçi sayısı ise mevsimine ve siparişlere göre 5 ile 50 arasında değişiyor.

"Biz bu işi Rumlardan öğrendik. Yunan Adaları’na gittiğiniz zaman Gelibolu’nun sardalya konservecilik geleneğini bilmeyen yok. Bizim sardalyalar çok daha küçük ve lezzetli" diyor.

Aygül Kemerli’nin rüyası Gelibolu’nun dışında küçük bir "butik" fabrika kurmak.

"AB standartlarına uygun mal üretebileceğim böyle bir fabrika olsa olsa 400-500 milyara mal olur. Bunun için evimi bile satabilirim" diyor.

Kızı tıbbı kazandığı halde dede mesleğini devam ettirmek için endüstri mühendisliği okuyormuş.

Gelibolu’daki sardalye konserveciliğini yaşatmak için mücadele eden Aygül Kemerli’nin "bu kültür ölmesin" feryadına kulak vermek gerek.

Zira böyle bir kültürün ölmemesi Türkiye’nin yararına.

Gelibolu’nun sardalyası Portekiz, İspanyol sardalyaları gibi pekála Avrupa pazarında satılabilir.

"Gallipoli" de bilinen bir marka olduğuna göre neden olmasın?
Yazının Devamını Oku

Anadolu Ceylanları mı? Yoksa evde oturup daha çok doğuran kadın mı?

11 Mart 2008
TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, "Anadolu Kaplanları"nden esinlenerek Anadolu’daki kadın girişimcilere isim takmış.<br><br>"Anadolu Ceylanları" diyor. 8 Mart Kadınlar Günü için "Anadolu Ceylanları" İstanbul’daydı.

TOBB’un The Marmara Oteli’nde düzenlemiş olduğu 8 Mart kutlaması için ta Siirt’ten, Maraş’tan, Kayseri’den kalkıp gelmişlerdi.

TOBB bünyesinde 4,5 ay öce kurulmuş olan TOBB Kadın Girişimciler Kurulu Başkanı iş kadını Aynur Bektaş, The Marmara’daki buluşmada 1630 kadın girişimciye ulaştıklarını söylüyor.

Kurulun birinci yıldönümünde amaç 10 bin kadına ulaşmak.

GAP Kalkınma Platformu Yürütme Kurulu’nda da yer alan Bektaş, çalışkanlığı ve örgütlenme becerisiyle mutlaka dediği rakama ulaşır.

TOBB’un hedefi Bektaş’ın öncülüğünde Türkiye genelinde yüzde 1,5 oranındaki kadın girişimcinin sayısını arttırmak.

EKONOMİK BÜYÜMENİN KOŞULU

Hisarcıklıoğlu
’nun hesabı ortada.

"Türkiye dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girecekse bunu nüfusun yarısıyla yani sadece 35 milyon erkekle başaramaz" diyor.

"TOBB olarak 1 milyon 300 bin erkek üyenin yanında 1 milyon 300 bin kadın üye de görmek istiyoruz" diye ekliyor.

Ekonomide büyümenin, işsizliği azaltmanın yolu girişimci sayısını artırmak.

Bu da ancak nüfusun yarısını teşkil eden kadınları iş gücüne katarak, kadın girişimcilerin sayısını arttırarak mümkün.

Hisarcıklıoğlu bu gerçeğin farkında.

Ama Başbakan Erdoğan’ın gerçeği ve niyeti belli ki bambaşka.

Uşak’ta 8 Mart Kadınlar Günü için konuşmasında kadınlara ne diyor?

"Nüfusumuz azalıyor. En az 3 çocuk doğurun".

Türkiye koşullarında "en az üç çocuk yap" demek kadına "sen evde otur" demek.

Her mahallede bir kreş olmadığına göre, yeni sosyal güvenlik yasasında işverene kreş açma zorunluluğu getirilmediğine göre üç çocuk ya da daha fazla çocuk doğuran kadın evde oturmayıp ne yapacak?

Ekonomik özgürlükten yoksun, kimi zaman şiddet mağduru olarak evinde oturacak.

Bu madalyonun sadece bir yüzü.

ANNE ÖLÜMLERİ YÜKSEK

Diğer yüzünde bakın neler var.

Türkiye anne ve bebek ölümlerinin en yüksek olduğu ülkelerden biri.

Dünya Ekonomik Forumu’nun "Cinsiyet Uçurumu" Raporu’na göre örneğin, Türkiye’de 100 bin doğumda ölen anne sayısı 70.

Yine rapora göre her bin bebekten 35’i ölüyor. Çocuk doğurma yaşı da giderek düşüyor.

Eğitim derseniz Türkiye’nin bu konuda nasıl sınıfta kaldığını rakamlarla görüyoruz.

Daha geçenlerde askerlik çağına gelmiş 20’li yaşlarındaki iki kardeşin okuma-yazma bilmediklerini duydum.

Dev gibi sağlık, eğitim, işsizlik sorunları ortada dururken "en az üç çocuk doğurun" demek hangi mantığa sığıyor?

Bir şey daha var.

Eğitimsiz, yoksul nüfusu giderek artan bir Türkiye Avrupa Birliği’nin gözünü iyice korkutur.

Gerçi uzun zamandır gündemimizde değil ama AB üyeliğinin konuşulduğu, tartışıldığı günlerde önümüze sürülen argümanların biri de 100 milyonluk bir Türkiye değil miydi?

Yani Başbakan Erdoğan’ın sözleri nereden bakarsanız bakın vahim.

"Anadolu Ceylanları"yla daha aydınlık bir Türkiye tek dileğim.

Sokakta yaşayan gençler yardım bekliyor

TOBB’un toplantısını yaptığı The Marmara’da tesadüfen karşıma "Umut Çocukları Derneği"nin Başkanı Yusuf Kulca çıktı.

The Marmara’nın lobisinde "Umut Çocukları 2" sergisini açan ressam Ayşe Akalın serginin tüm gelirini derneğe bağışlamış.

Kulca sergi için oradaydı.

Başbakan Erdoğan’ın "En az üç çocuk doğurun. Bereketiyle gelirler" dediği günlerde Kulca ile sohbet Türkiye’de yoksulluğun, çaresizliğin boyutlarını bir kez daha fark ettirdi bana.

Eski gazeteci olan Kulca’nın başkanı olduğu dernek 16 yıllık.

Sokaklardaki başıboş, uyuşturucu bağımlısı çocuklara, gençlere sahip çıkmak için kurulmuş.

Ömrünün büyük bir kısmını yetiştirme yurtlarında geçiren Yusuf Kulca "Son yıllarda küçük çocuklardan sokaklarda yaşayan 18 ile 25 yaşlarındaki çocuklara kaydık" diyor.

Dernek biri Dolapdere’de, diğeri Bakırköy’de olmak üzere iki barınağa sahip.

Gençlere burada kalıyor, karınlarını doyuruyor, çamaşırları yıkanıyor.

Kimi zaman aileleri bulunup, onlara teslim ediliyor.

Uyuşturucu bağımlıları Bakırköy’deki merkeze götürülüyor.

"Kimlikleri olmayan gençlerin kimliklerini çıkartıyoruz.. Bağımlı olanları hastaneye yatırdıktan sonra ziyaret edip, izliyoruz" diyor Kulca.

Ne ki, "Umut Çocukları Derneği" birkaç zamandan beri ekonomik sıkıntıda.

Bir ara sayıları beşi bulan barınakların sayısı ikiye düşmüş.

Ekonomik sıkıntının iki nedeni var.

Birincisi Yusuf Kulca’nın geçirdiği beyin anevrizması.

Sağlık sorunları nedeniyle bir süre, yıllardan beri yaptığı gibi koşuşturamamış Yusuf Kulca.

"İkinci neden ne yazık ki medya" diyor Kulca.

Neden?

"Medyada sıklıkla yer alan tinerci, kapkaççı haberleri yüzünden Umut Çocukları Derneği’ne bağış yapanların sayısında hızlı bir düşüş yaşadık".

İstanbul’da önemli bir yaraya parmak basan "Umut Çocukları Derneği"nin yaşaması gerek.

Dileyenler www.umutcocuklari.org’dan bilgi alabilirler.
Yazının Devamını Oku