Gila Benmayor

Sarkozy’nin Bakanı, Nabucco için ikna edebilecek mi

19 Şubat 2008
FRANSA Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Dış Ticaret Bakanı Herve Novelli, "ikna turları" için Türkiye’de. Beraberinde 30 kadar Fransız işadamıyla ziyaretine İstanbul’dan başlayan Novelli’nin çantasında neler var?

Fransa’nın Türkiye ile ticari ilişkilerinde giderek zemin kaybettiği bir dönemde Novelli’nin gündemi oldukça yüklü.

Çantasındaki en önemli dosya ise Nabucco boru hattı projesi olarak görünüyor.

Fransız Meclisi’nin Ermeni tasarısını onaylamasıyla başlayan Sarkozy’nin Türkiye karşıtlığıyla devam eden ikili ilişkilerdeki gerginlik Nabucco projesiyle doruk noktasında.

Başta TÜSİAD olmak üzere çeşitli çevreler, Hazar doğalgazının Türkiye üzerinden AB ülkelerine taşınmasıyla ilgili Nabucco Projesi’ne Gaz de France’ın katılmasına karşı.

Türkiye’de temaslarını sürdüren AB Nabucco Projesi Koordinatörü Jozias Van Aartsen "Fransızlar projenin dışında kalmasın" mesajını vermiş olsa da Türk tarafı bu konuda taviz vermekten yana değil

FATURA KİME ÇIKTI

Türkiye’nin bu kararlılığı geçen gün Fransız Le Figaro Gazetesi’nin yazısına yansımıştı.

Gazete, "İki ülke arasındaki siyasi ilişkilerin kötüleşmesinin faturası Gaz de France’a çıktı" yorumunu yapmıştı.

Nabucco Projesi kuşkusuz ilişkilerden etkilenen tek proje değil.

Le Figaro, Türk-Fransız Ticaret Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Yves-Marie Laouenan’a dayanarak, Fransa’nın helikopter ihalesini kazanamadığını, nükleer santral ihalesinde de şanslı olmadığını yazmıştı.

Dolayısıyla, Ankarada Enerji Bakanı Hilmi Güler ile de biraraya gelecek olan Fransız Dış Ticaret Bakanı Novelli’nin ikna turlarında oldukça "zorlanacağı" tahmin etmek mümkün.

Peki Novelli Nobucco Projesi’nden başka hangi dosyalarla geliyor?

Fransız Kalkınma Ajansı (AFD) ile Halkbank arasındaki finansal sözleşme.

TOBB Üniversitesi’nin düşünce kuruluşu TEPAV ile Fransa’nın önde gelen düşünce kuruluşu IFRI (Fransız Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) arasında işbirliği.

Yine TEPAV ile inovasyon görüşmeleri.

Avrupa Komisyonu’nun raporuna göre, Fransa "inovasyon" konusunda diğer Avrupa ülkelerine göre şimdilik önde.

Yani Türkiye için "inovasyon"da iyi örnek olabilir.

ADANA, MERSİN GAZİANTEP AYAĞI

Bu ziyaretinde, Enerji Bakanı Güler, Başbakan Yardımcısı Nazım Erken ve Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen ile görüşmesi beklenen Novelli’nin ekibindeki işadamları ağırlıklı olarak KOBİ sahipleri.

Bu yüzden İstanbul, Ankara’dan sonra Adana, Mersin ve Gaziantep’in de ziyareti planlanmış.

Bu şehirlerde, tarım, gıda, çevre gibi sektörlerin KOBİ’leriyle görüşmeler yapılacak.

Dünyanın iki zengin mutfağı sanayide kazan kaynatacak

YUKARIDAKİ başlık Gaziantep’teki Sabah Gazetesi’nin sahibi Aykut Tuzcu’nun Fransızca dergisinden.

Novelli’nin ekibindeki bir grup işadamının Gaziantep’i ziyaret etme kararı üzerine Tuzcu harekete geçiyor.

Fransız işadamlarına verilmek üzere Fransızca bir dergi hazırlıyor.

Fransız ve Gaziantep mutfaklarından esinlenerek yukarıdaki başlığı kullanıyor.

Dergide, Fransız Büyükelçisi Bernard Emie’nin yanı sıra, Gaziantep Sanayi Odası Başkanı Nejat Koçer, Gaziantep Ticaret Odası Başkanı Mehmet Aslan, Sanko Holding Başkanı Abdülkadir Konukoğlu’nun da yazılarının olduğu dergi Fransız işadamları için hoş bir sürpriz olacak.

Bu arada Fransız işadamları arasında Gaziantep’i çoktan tanımış olanlar da var.

Dün Türk Fransız Ticaret Derneği’nin öğle yemeğinde bunlardan biriyle tanışma fırsatı oldu.

Yann Tranlong, Loftus adında tematik eğlence parkları inşa eden şirketin sahibi.

Geçen hafta Gaziantep Belediye Başkanı Asım Güzelbey ile şehrin merkezinde bir eğlence parkı için anlaşma imzalamış.

Bir yıl zarfında tamamlanacak eğlence parkınde neler olacak derseniz.

"Binbir Geceleri" andıran temalar olacakmış.

Tranlong bununla ilgili "Bölgesel özelliklere de önem vermek zorundaydık. Zira Halep bir buçuk saatlik bir uzaklıkta. Böyle bir eğlence parkının Suriye gibi komşular tarafından ziyaret edilmesi planlanılıyor" diyor.

Bakan da ’özel statü’ dedi

TÜRK-Fransız Ticaret Derneği’nin dünkü öğle yemeğinde Fransa’nın Dış Ticaret Bakanı Novelli’yi dinleme fırsatı bulduk.

Türkiye’nin dünya ekonomisinde 16. sırada geldiğini ancak Fransa’da bu gerçeğin pek az kişi tarafından bilindiğini söyleyen Novelli, "Fransa’da Türkiye’nin AB üyeliği konusunda hararetli tartışmalar yaşıyoruz" diyor.

Ve arkasından bizim kesinlikle duymak istemediğimiz "özel statü"den söz ediyor.

Merkel ile Sarkozy tarafından hararetle talep edilen "özel statü"yle ilgili Fransız Bakan’ın söyledikleri aynen şöyle:

"Fransa’nın pozisyonu olan ’özel statü’yü de alternatifler arasında göz ardı etmeyin. ’Özel statü’ sizin için bir alternatif olabilir."

Fransız meclisinde onaylanmış olan Ermeni soykırım tasarısıyla ilgili ise Novelli, "Tarihi yargılamak parlamentolara düşmez. Tarihi tarihçilere bırakmak gerek" diyor.

Rahatlıkla "özel statü"den söz eden Novelli, Fransa ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkilerin siyasetten etkilenmemesi dileğiyle bitiriyor sözlerini.

Bir yandan "özel statü"de ısrar edeceksin, diğer yandan ekonomik ilişkilerin hiç zarar görmemesini isteyeceksin.

Mümkün mü bu?
Yazının Devamını Oku

Denizkızı Eftalya’dan müthiş sesiyle Sema’ya

17 Şubat 2008
Türkiye’nin yeni Edith Piaf’ı olarak ünlenen Sema müthiş sesini bir enstrüman olarak kullanıyor. Bu günlerde 1900’lü yıllarda İstanbul’un temaşa hayatında yer alan kadınların taş plakları üzerinde çalışıyor. Projesinin adı "Hayat Gülerken Ağlatır".

İstanbul’da Haliç kıyılarındaki Fener semtinde Bulgar Kilisesi’nin hemen yanı başında, özenle restore edilmiş bir tarihi /images/100/0x0/55ea8f94f018fbb8f88801cfbina var. "Kadın Eserleri Kütüphanesi"ne ait.

Bizans dönemlerinden kalmış. Dışardan bakınca öyle pek etkileyici değil. Ancak kırmızı tuğlalarla örülmüş iç mekan yarı kubbemsi şekliyle büyüleyici.

"Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı" yaklaşık 18 yıl önce kuruldu.

Kadına dair 10 binden fazla eser, bilgi ve belge barındıran binaya şimdiye kadar adım atmamış olmam büyük bir kayıp.

"Kadın Eserleri Kütüphanesi" uzun yıllardan beri kadınların tarihine ışık tutan çok özel ajandalar hazırlıyor.

"Kadın Heykeltıraşlar", "Kadın Karikatüristler", "Kadın Sinemacılar" gibi.

Öyle ajandalar ki her biri arşiv değerinde.

Bu yılki ajandanın konusu "İstanbul Temaşa Hayatında Kadınlar".

Sponsorları da kadın haklarında "dünya şampiyonu" diye bilinen Finlandiya’nın Ankara büyükelçiliği ile Alman Friedrich Ebert Vakfı.

Türban meselesi o denli sıcakken, Başbakan Erdoğan medyaya "Çıplak kadın fotoğrafları koydunuz ses çıkardık mı" diye çıkışmış iken 1900’lü yılların başında İstanbul’da sahneye çıkmış kadınları merak etmemek olur mu?

SARHOŞUM AMA HİÇ RAKI İÇMEDİM

Kanto
, tango, operet, fokstrot söyleyerek bir çığır açan yürekli kadınlar.

Düşünün ki, "tango" 1930’ların Almanya’sında "ahlaka aykırı" diye yasaklanmış İstanbul’da ise "altın çağını" yaşıyor.

Silik, siyah-beyaz fotoğrafları ve çoğunlukla az bilinen hayat hikayeleriyle kimler var ajandada?

Efsanevi "Denizkızı Eftalya", Adile Naşit’in annesi Amelya Hanım, kayığa bindi mi sesi Boğaz’ın iki yanında çınlayan primadonna Seyyan Hanım, "Sarhoşum ama hiç rakı içmedim. Aşıkım ama hiç güzel sevmedim" kantosunu söyleyen Şamram Hanım, kantonun yaratıcısı diye bilinen Peruz Hanım, sahneye ilk çıkan Müslüman kadın olduğu düşünülen Seniye Hanım, Direklerarası geleneğinin son büyük seslerinden biri olan Zarife Hanım.

Diğer büyük kantocular gibi Zarife Hanım da unutulmuş, son yıllarını bir ilaç fabrikasında ambalajcı olarak geçirmiş.

TÜRKİYE’NİN EDITH PIAF’I

"Kadın Eserleri Kütüphanesi"
nin bu ajandası işte bu öncü kadınlara ve burada isimlerini sayamadığım diğerlerine yeniden hayat veriyor.

Onlara hayat veren bir de "ses" var ajandanın tanıtıldığı gün.

Türkiye’nin yeni Edith Piaf’ı olarak ünlenen Sema.

Sema
müthiş sesini bir enstrüman olarak kullanıyor.

Bir röportajda şöyle diyor: "Ben ses çıkartıyorum. Çıkarttığım sesi de kimin gözlerine bakarsam etkilemek için çıkartıyorum. Sesim bir Tanrı vergisi ama onu geliştirmek, eğitmek, sahneye taşımak ayrı ayrı işler."

Sema
tam bu günlerde ajandada yer alan isimlerin taş plakları üzerinde çalışıyor.

Projesinin adı "Hayat Gülerken Ağlatır".

O gün eski kırmızı Bizans tuğlalarında çınlayan sesiyle öyle bir tango söylüyor ki önce arkamda oturan bir kadın, sonra ben, sonra yanımdaki arkadaşım ağlıyoruz.

Birbirimize bakıp gülerken ağlıyoruz.

"Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin"nın ajandasını mutlaka alın ve sayfalarını çevirirken mutlaka Sema’yı dinleyin.
Yazının Devamını Oku

"Bize artık çılgın Türkler değil akıllı Türkler gerek"

15 Şubat 2008
OSMAN Ulagay’ın son kitabı "AKP Gerçeği ve Laik Darbe Fiyaskosu". Kitabı, türban meselesi alevlendiği günlerde "işler nasıl bu noktaya geldi" diye kara kara düşünenlere hararetle tavsiye ediyorum.

Özellikle de yurtdışındaki okurlarıma.

Aldığım e-postalardan anlıyorum.

Türkiye’deki gelişmeleri uzaktan izleyenler daha kaygılı.

Yeri geliyor "nereye gidiyoruz" duygusu gurbettekilere daha fazla çöküyor.

Ulagay, kitabına "isyan bayrağını" çekerek başlıyor.

Neye isyan ediyor?

AKP’nin Türkiye’nin kaderine yön verecek tek siyasi güç haline gelmiş olmasına,

Buna tepki duydukları halde bunu önlemek için akıllarını ve entelektüel birikimlerini kullanmayanlara,

Ufuksuz siyasetçi ve aydınların peşlerine takılanlara.

"İsyan ediyorum" diyor. "Çünkü Türkiye’deki insan sermayesinin ve entelektüel birikiminin AKP’nin karşısına güçlü ve inandırıcı bir muhalefet çıkaramamasını kabul edemiyorum."

Çoğumuzun paylaştığı duygular.

AKP NASIL GÜÇLENDİ

İsyandan sonra AKP’nin nasıl güçlendiğinin, nasıl başarılı olduğunun analizi var kitapta.

Analizin en can alıcı noktaları şunlar:

AKP dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeleri doğru değerlendirdi.

Toplumun taleplerine duyarlı olmanın önemini kavradı.

En önemlisi çok iyi örgütlendi.

Ulagay’a göre, AKP’ye karşı güçlü muhalefet oluşturmaya çalışan herkesin bu partiden öğreneceği çok şey var.

Güçlü muhalefet neden gerekli?

"Aksi takdirde AKP kolayca yoldan çıkıp Türkiye’yi çıkmazlara sürükleyebilir" diyor Ulagay.

İşte bu noktada tam şu vurguyu yapıyor.

"Bize artık 1920’lerin görkemli zaferlerini tekrarlayacak "çılgın Türkler" değil, 21. yüzyılda Türkiye’yi küresel yarışta öne çıkartacak "akıllı Türkler" gerekli.

YENİ BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ

Osman Ulagay
, Türkiye’nin tarihsel ve kültürel mirasıyla, çok boyutlu birikimiyle, yeniliğe açık insanıyla AKP’nin vizyonunu aşacak bir potansiyele sahip olduğu inancında.

Ben dahil çevremdeki birçok insan bu inancı paylaşıyor.

Gençler, vizyoner işadamları, sanatçılar, bilim insanları.

"Çılgın Türkler" imkansız zaferler kazanmıştı.

"Akıllı Türkler" neden dünyaya örnek olacak bir "başarı öyküsüne" imza atmasın?

Ulagay bu öykünün nasıl olabileceğini şöyle tarif ediyor:

"Genç kuşakları motive edebilen, toplumun geniş kesimini yakalayan, tabana yayılmış zengileşmeyi hedefleyen, küresel oyunda başarının yollarını keşfeden bir öykü."

"Belki bir ütopya ama neden olmasın"
diye ilave ediyor.

En çok şiddet ailede

ÜTOPYADAN gerçek yaşama dönelim dilerseniz.

Arı Hareketi’yle KAGİDER’in ortak yürüttüğü "Eşitlik için Nesiller Arası Köprüler" diye bir proje var.

Proje kadına karşı şiddetin önlenmesi amacıyla yürütülüyor.

Proje kapsamında 6 ilde, 16 ile 25 yaş arasındaki gençler arasında yapılan araştırmanın "ön değerlendirmesi" önceki gün yapıldı.

Araştırma önemli bir şeyi ortaya koymuş.

"Türkiye’de kadın ya da erkek herkes şiddetle iç içe yaşıyor."

Erkeklerin yüzde 48.6’sı, kadınların yüzde 28.7’si "fiziksel şiddet" görmüş.

Kadınlara dönük şiddetin kaynağında "aile" var.

Baba ile ağabeyden kaynaklanan şiddet oranları hemen hemen başa baş.

"Uygun olmayan kıyafet", "karşı cinsle görülme" şiddet nedenleri.

Her beş kadından biri "kıyafeti uygun değil" diye sözlü ya da fiziksel şiddet görüyor.

Araştırmanın gözüme ilişen ilginç bir sonucu da şu:

Evin bakımından sorumlu olanın yüzde 71.3 oranla kadın olduğu ortaya çıkıyor.

Ama "evin geçiminden hem kadın, hem erkek sorumludur" diyenlerin oranı da yüzde 64.7

Yani kadının sırtında çifte yük var.

Hem evin bakımı, hem evin geçimi.
Yazının Devamını Oku

İlber Ortaylı’nın söylediklerine kulak verelim

12 Şubat 2008
AKP Hükümet üyeleri bilmem hafta sonunda hiç televizyon izlediler mi? Özellikle türban değişikliğinin ilk tur oylaması sırasında "Çernobil Santralı gibi korku ve dehşet saçıyorlar" diyen Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek.

İki gün neredeyse ekran başından ayrılmadım gibi.

Çeşitli televizyon programlarında izlediğim insanlardaki kaos korkusu, laiklerle dindarlar arasında çatışma kaygısı öyle Çernobil benzetmesiyle filan geçiştirilecek bir şey değil.

Mehmet Ali Birand’ın cuma gecesi 32. Gün programında gençlerin nasıl bölünmüş olduklarını gördük.

Dindar bir gencin CHP milletvekili Profesör Necla Arat’a söylediklerini duyduk.

"Üniversitede türban yasağının kaldırılmasını istiyoruz. Ayrıca türban yasağının Necla Arat gibi mimarlarının yargılanmalarını talep edeceğiz. Mussolini gibi yargılanmaları gerek."

Genç bir insanın ağzından çıkan bu sözler tek başına insanlardaki kaygıyı açıklamaya yeterli değil mi?

Sabaha karşı 03.50 gibi biten Birand’ın programından birkaç saat sonra bu kez başka bir programda tarihçi Profesör İlber Ortaylı’yı dinliyorum. Ortaylı resmen bir "iç savaştan" korkuyor.

İSPANYA YUNANİSTAN ÖRNEĞİ

Açıkça da söylüyor bunu. İspanya, Yunanistan örneğini veriyor.

"İspanyol halkı yıllarca borçlu-alacaklı gibi birbirlerinin yüzlerine bakamadılar. İspanya Lorca, Unamuno gibi değerlerini yok etti. Yunanistan iç savaşı da tam bir felakettir" diyor.

"Ortaylı özellikle gençlere "itidal" çağrısında bulunuyor.

Hem hükümete, hem her vatandaşa büyük bir sorumluluk düştüğünü söylüyor.

Tarihçi olarak 1950’lilerin Türkiye’si hatırlatıyor.

"1950 seçimlerinden sonra Türkiye’de öylesine bir gerilim ortaya çıktı ki ülke düpedüz ikiye bölünmüştü. Demokrat Partililerin kahveleri ayrı, CHP’lilerin kahveleri ayrıydı. Ama Demokrat Parti ile CHP arasındaki kavganın nedenleri daha belirsizdi. Şimdiki nedenler daha sarih ve beton gibi. İşte bu beni ürkütüyor" diyor.

İlber Ortaylı’nın özellikle vurguladığı şu nokta çok önemli: "Türkiye İslam Dünyası’nda laiklik gibi bir çağdaşlaşmayı ilk deneyendir."

LAİK YAŞAMI DEVAM ETTİRME SORUNU

Dediği gibi, bizim hem demokrasiyi koruma, hem de laik yaşamı devam ettirme sorunumuz var.

Birand’ın programına katılmış olan türbanlı bir genç kız Birand’ın sorusu üzerine "hayır laik değilim"i rahatlıkla söyleyebiliyor.

Bu onun tercihi, dindar kesimin büyük bir kısmı da öyle düşünüyor olabilir. O zaman "laik yaşamı" devam ettirmenin orta yolunu nasıl bulacağız?

Programın başında "iç savaş" korkusunu dile getiren Ortaylı sonunda daha iyimser gibi.

"Türkiye köklü kurumları olan bir devlettir. Öyle üçüncü dünya ülkesi değildir. Üstelik üreten bir toplum. Sorunlarımızı kendi çözümlerimizle, kendi rehberliğimizle çözmek zorundayız. Çözüm çözümü getirir."

AKP
’nin toplumdaki kaygı ve korkuları ciddiye alması koşuluyla tabii ki.

Yurtdışına çıkanlar 10 yılda ikiye katlanmış

TÜRBAN kaosu; AB vizyonundan uzaklaşma ihtimali Türkiye’yi içine daha kapanık bir ülke haline dönüştürebilir mi?

Bu sorunun da tartışmalara gündeme geldiği günlerde turizm dünyasının en büyük etkinliği olan EMİTT’i (Doğu Akdeniz Uluslar arası Turizm ve Seyahat Fuarı) düzenleyen Ekin Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Halim Bulutoğlu ile konuşuyoruz.

Bu yıl 14-17 Şubat tarihlerinde 12. kez düzenlenecek olan EMİTT, üst üste iki yıl yüzde 50 büyümüş.

İlk düzenlendiğinde katılımcı ülke sayısı 2 iken şimdi 50.

Hedef önümüzdeki beş yıl içerisinde dünyanın en önemli turizm fuarları arasında ilk beşe girmek.

Bulutoğlu’nun elinde merak ettiğim bazı rakamlar var.

Örneğin yurt dışına çıkan Türklerin sayısı ne kadar?

2007 verilerine göre yurt dışına çıkanların sayısı 9 milyona ulaşmış.

Bundan 10 yıl önce 1997 yılında bu sayı 4 milyon 632 bin. Yurt dışına çıkışlar 10 yılda ikiye katlamış.

Bulutoğlu’nun söylediğine göre, iç turizm pazarı yılda yüzde 10 ila 15 büyürken, yurt dışı çıkışlarda büyüme yüzde 25 ile 30 arasında büyüyor.

Bu önemli bir gelişme. Demek ki Türklerde dış dünyayı daha fazla tanıma, görme ihtiyacı giderek gelişiyor.

Peki Türkler hangi amaçla yurt dışına çıkıyor?

Ticari ilişkiler ve fuarlara katılım yüzde 24’lük bir oranla ilk sırada.

İkinci sırada yüzde 19 ile akraba ziyareti geliyor.

Gezi, eğlence ise yüzde 17.4’lük bir payla üçüncü sırada.

Yurt dışına açılmanın birinci nedeni ticaret.

"10 yılda ikiye katlama iyi bir oran mı" diye sorarsanız şöyle bir karşılaştırma yapabilirim.

Almanya’nın nufüsü 82 milyon. Yurt dışına çıkan Almanların sayısı 60 milyon.

Bizim nüfusumuz 70 milyon dersek yurt dışına çıkanlar bunun yüzde 13’ü gibi.

Daha alacak çok yol var.
Yazının Devamını Oku

Doğum kontrol hapını seven denizanası

10 Şubat 2008
Fransız bilim kadını Jacqueline Goy ünlü bir denizanası uzmanı. "Hem doğum kontrol hapları, hem menopoz ilaçları denizanalarının çoğalmasının baş müsebbibi" diyor. İddiasına göre bir şekilde deniz suyuna karışan bu ilaçlar denizanalarının doğurganlığını artırıyormuş. Dünyada 650 milyon kadın doğum kontrol hapı kullandığına göre başımız iyice dertte.

Sonbahar aylarında Marmara Denizi’nde ortaya çıkan o tuhaf "jölemsi" madde meğer "denizanası ölüsüymüş".

Sakin bir ekim günü İstanbul’da sahilde yürürken dehşetle fark etmiştim o "jölemsi" şeyi.

Bugüne kadar bunun ne olduğunu tam açıklayan çıkmamıştı.

Nihayet iki, üç gün önce İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü’nden Profesör Halil İbrahim Sur meseleyi aydınlattı.

İlk kez 2005’te Marmara Denizi’nde tespit edilen bir denizanası türünün toplu ölümü denizi kaplayan o "jölemsi" şeye yol açmış.

Deniz severlere kötü bir haberim var: Bu "jölemsi madde" görüntülerine alışın.

Denizanalarını yabana atmayın. Çünkü günün birinde balıkların yerine geçecek kadar hızla çoğalıyorlar.

600 milyon yıllık bir geçmişe sahip denizanalarının son yıllarda hızla çoğalmaları üç şeye bağlanıyor: Küresel ısınma, aşırı avlanma ve toksik atıklar.

Bilseniz ne hikayeler anlatılıyor bu canlılarla ilgili.

KRALİÇENİN SOMONLARI

İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in masasından eksik etmediği bir tür somonun üretildiği İrlanda’daki balık çiftliğini denizanaları basmış. 100 bin adet somonu öldürmüş.

Meksika Körfezi’nde yetiştirilen karidesler dev denizanalarının kurbanları.

Geçen yıl Avustralya’daki dünya yüzme şampiyonası sırasında yine denizanalarının istilası yüzünden yüzücülerin bir kısmı yarıştan çekilmiş.

Daha yakına gelirsek.

Bin çeşit denizanası içinden "pelagia nocticula" adlı bir cins beş yıldan beri sadece yaz aylarında değil kışın da Akdeniz sahillerinde görülüyor.

"Akdeniz’in en zengini" Cannes şehri geçen yaz aylarında 80 bin Euro’yu gözden çıkartarak plajlarını "denizanası geçirmeyen" ağlarla donatmış.

Bilim insanlarının "denizlerin terminatörü" diye isim taktığı denizanaları sıcak suya bayılıyor.

Küresel ısınma nedeniyle okyanus sularının bir-iki derece ısınması en çok onlara yaramış.

Hem daha hızla çoğalıyorlar, hem en azgın ve ezeli düşmanlarından da kurtuluyorlar.

EZELİ DÜŞMANDAN UMUT YOK

Tuhaf bir zincir: Küresel ısınma denizlerin daha çok tuzlanmasına yol açıyor. Bunun sonucunda deniz kaplumbağaları azalıyor. Çünkü tuzlu suda kaplumbağanın kabuğunu oluşturması hemen hemen imkánsız.

Dolayısıyla günde neredeyse 50 adet denizanasını yutan deniz kaplumbağasından artık pek umut yok "terminatörü" ortadan kaldırmak için.

Fransız bilim kadını Jacqueline Goy hem ünlü bir denizanası uzmanı, hem dünyanın en büyük denizanası koleksiyonuna sahip.

İlginç bir teorisi var: "Hem doğum kontrol hapları, hem menopoz ilaçları deniz analarının çoğalmasının baş müsebbibi."

Atıklarla bir şekilde deniz suyuna karışan bu ilaçlar denizanalarının doğurganlığını artırıyormuş iddiasına göre.

Benim anladığım şu: Dünyada 650 milyon kadın doğum kontrol hapı kullandığına göre başımız iyice dertte.

Bir küçük umut ışığı Japonlar.

Yılda 13 ton kurutulmuş deniz anası yiyen Japonlar şunu biraz daha sevip tüketse.
Yazının Devamını Oku

Adanalı çiftçi kadının derdi türban değil GDO

8 Şubat 2008
PEŞİNEN söyleyeyim ki yazı kesinlikle türbanla ilgili değil.<br><br>Sadece Türkiye’de kimilerinin çok başka bir gündemi de olabileceğini göstermek için atılmış bir başlık. Oana Çorat, Adana Çiftçiler Birliği Yönetim Kurulu’nun 3 kadın üyesinden biri.

Adana’nın önde gelen tarım işletmelerinin başındaki 12 kadın çiftçi gibi baba mesleğini devam ettiriyor.

Çorat ile geçenlerde İstanbul’da buluştuk.

Birliğin, iki hafta önce Tarım Bakanı Mehdi Eker’in de katılımıyla düzenlemiş olduğu "Türk tarımında GDO’ların kullanımı" sempozyumunu konuştuk.

Konu GDO, yani "Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar" olunca ilgimi çekti.

GDO Türkiye’de doğru dürüst tartışılmayan bir mesele.

Tarlalarda böyle tohumlarla yetiştirilmiş ürün var mı yok mu?

Belli değil.

Biz bunlarla besleniyor muyuz? O da belli değil.

Birkaç vesileyle Tarım Bakanlığı yetkililerine bizzat sorduğumda "Türkiye’de kesinlikle GDO yok" cevabıyla karşılaştığımı da belirtmem gerek.

Çorat, yazılarımdan GDO’lara karşı olduğumu bildiğinden benimle konuşmak istediğini söylüyor.

Konuya hemen giriyor:

"Biz çiftçiler GDO yani transgenik tohumlar kullanamıyoruz. Oysa Türkiye’ye ithal edilen mısır, soya, pamuk, kanola gibi ürünlerin büyük bir kısmı GDO’lu tohumlardan elde edilen ürünler. Üretimini yapamadığımız ürünleri ithal ediyoruz".

TÜRK HALKI GDO TÜKETİYOR

İşte klasik bir Türkiye gerçeği daha.

Üretemediğimiz şeyi ithal ediyoruz.

Çorat’a göre, Tarım Bakanlığı her ne kadar "İthal ettiğimiz ürünlerde GDO yok" derse de Türk halkı bal gibi bu tür ürünleri tüketiyor.

Adanalı çiftçiler de GDO’lu ürünler ekmek istiyor.

Neden?

"Çünkü ürünlere zarar veren böceklere karşı kullandığımız ilaçlar hem çevreye zarar veriyor, hem maliyetleri yüksek".

GDO
içeren tohumların bir özelliği de böceklere dayanıklı olmaları.

Dolayısıyla böcek ilacı kullanmaya gerek kalmıyor.

Örneğin pamuk için yılda 8 ila 10 kere yapılan ilaçlama ürünün maliyetini yüzde 30 oranında yükseltiyor.

"İthal edilen GDO ürünleriyle haksız bir rekabet ile karşı karşıyayız" diyor Çorat.

Belli ki Adanalı çiftçiler bu GDO işine fena halde kafayı takmış.

Zira Çorat’ın anlattığına göre, kendisinin de içinde bulunduğu bir ekip önce ABD’de Kaliforniya, Missouri, Mississippi, ardından İspanya’da GDO incemelerinde bulunmuş.

Yıllardan beri GDO’yu tartışan Avrupa’nın 8 ülkesinde bu tür tohumların ekildiğini söylüyor Çorat.

"Bakanlık izin versin... Çukurova’da bir pilot bölge seçilerek GDO’ların kontrollü ekimi yapılsın"
diye ekliyor.

Peki bu mümkün mü?

Sorunun cevabını uzun yıllardan beri GDO’larla ilgili araştırmalar yapan Sabancı Üniversitesi öğretim görevlisi Profesör Selim Çetiner veriyor.

Tarım Bakanlığı’nın tam 10 yıldan beri hazırlayamadığı mevzuat

PROFESÖR Çetiner Adana Çiftçiler Birliği’nin sempozyumuna da katılmış.

Dolayısıyla Adanalı çiftçilerin taleplerinden haberdar.

"GDO’ya gözüm kapalı destek vermem. GDO’ları kapsayan ’Biyogüvenlik Mevzuatına’ uygun olarak yetiştirilebilir" diyor.

İspanya GDO ekiyorsa bu mevzuat sayesinde.

Geldik işin püf noktasına.

Zira Türkiye tam 10 yıldan beri AB ile uyumu sağlayacak bu "biyogüvenlik mevzuatını" oluşturamıyor.

Mevzuat oluşturulamadığı için GDO’lar böyle ruh gibi.

Ne orada, ne burada ama her yerde.

Çetiner’in verdiği bilgiye göre, genetiği değiştirilmiş ürünler başta ABD, Kanada, İspanya, Arjantin, Brezilya, Çin, Hindistan olmak üzere 22 ülkede yetiştiriliyor.

ABD, Arjantin, Brezilya’nın ürettiğı soyanın yüzde 90’ı GDO.

Kamuoyunun karşı olmasına rağmen AB yılda 32 milyon ton genetiği değiştirilmiş soya ve diğer ürünleri ithal ediyor.

Gıda sektöründe kullanıyor.

Çetiner, bu arada Türkiye’nin de ithal ettiği ürünlerde genetiği oynanmış ürünler olduğunu doğruluyor.

AB, kamuoyunun endişelerini gidermek için "biyogüvenlik mevzuatı" çerçevesinde "Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi" diye bağımsız bir kurum oluşturmuş.

Bu kurumun en önemli özelliği bilim insanlarından oluşması.

GDO’ların, insan sağlığına zararlı olup olmadığına, risk taşıyıp taşımadığına karar veriyor.

RTÜK gibi olursa işe yaramaz

PEKİ diyelim Türkiye 10 yıl sonra "biyogüvenlik mevzuatını" oluşturdu.

Avrupa’daki gibi bilim insanlarından oluşan bağımsız bir kuruma kavuşacak mı?

Profesör Çetiner karamsar bu konuda.

Tarım Bakanlığı’nın hazırlamış olduğu "biyogüvenlik" taslağında benzer bir kurum var.

Ama kurum bilim insanı yerine bürokratlardan oluşturulmuş.

Yani bürokratlar karar verecek GDO’lar zararlı mı, değil mi diye.

"RTÜK benzeri bir kurum bilimsel denetlemeyi nasıl yapar" diye soruyor Çetiner halkı olarak.

"AB’ye uyum" diyoruz ama her konuda AB ile taban tabana zıt tutum sergiliyoruz.
Yazının Devamını Oku

Türkiye neden bilim potansiyelinin yüzde 10’unu kullanıyor

5 Şubat 2008
PAZAR günü gazetenin ekinde, Davos’ta dünyanın bir numaralı alerji ve immünoloji enstitüsünün direktörü Profesör Cezmi Akdiş ile kendisi gibi bilim insanı eşi Mübeccel Akdiş’ten söz etmiştim. Akdiş çifti 14 yıldan beri Davos’ta yaşamalarına rağmen Türkiye ile bağlarını koparmamışlar.

Tam aksine Türkiye’nin bilimine katkı için canla başla çalışıyorlar.

Yılda yedi, sekiz kez gelip burada alerji ve immünoloji kongrelerine katılıyorlar.

Davos’teki İsviçre Alerji ve Astım Araştırma Enstitüsü’ne Türkiye’den öğrenci davet ediyorlar.

Şimdiye kadar Türkiye’den 38 araştırmacıyı ağırlamışlar.

Profesör Akdiş bir süreden beri Türkiye’de bilimin durumuna kafa yoruyor.

Davos öncesi uzun yıllar eşiyle birlikte Türkiye’de bilimle uğraştığı için de Batı ile karşılaştırmayı daha iyi yapabiliyor.

Sohbetimizde, uluslararası verilere dayanarak, Türkiye’nin özellikle "etki faktörü yüksek" "bilimsel yayın" ve "patent" konusunda oldukça geri olduğunu söylüyor.

"Gelişmiş ülkelerde zenginliğin ana kaynağı bilimsel buluşlar onların getirdiği artı değerlerdir" diyor.

Örnek veriyor.

Ticaret "bire otuz" gelir getirirken, "know-how" transferi "bire yüz" gelir getiriyor.

BİLİM BÜTÇESİ KISITLI

Patentlenmiş orijinal buluşlarda ise "bir 10 bin" gibi yüksek bir kár elde etmek mümkün.

"Nokia’nın cep telefonuyla Finlandiya’ya nasıl bir gelir sağladığını düşünün" diyor Akdiş.

Peki Türkiye’de bilim neden geride?

Durumu değiştirmek için ne yapılabilir?

Profesör Akdiş bu sorular üzerine önüme tam "16 maddelik" bir liste koyuyor.

Listenin en başında "bilim bilinci" var.

"Son yüzyılda Batı toplumlarının zenginliğinin ana kaynağı orijinal bilimsel buluşlar olduğu Türkiye’de iyice anlaşılmadı. Doğu Bloku’nun yıkılmasının ana nedenlerinin biri buluş, patent ve üretime giden yolda çok geri kalmasıdır."

Listenin ikinci sırasında "kısıtlı bütçe" var.

Bilime ve bilim adamlarına ayrılan para kısıtlı.

Bilim kuruluşları ekonomik sorunlarını çözseler dahi "maliye kanunları" ve "personel kanunu", "gümrük kanunu" etkin bir bilimsel süreci baltalayan şeyler.

Bilim için önce yasal düzenlemeler şart.

Bunlarla ilgili Profesör Akdiş bakın ne diyor.

"Bilim adamının para kullanmasına uygun bir ortam yok. Türkiye’ye bir araştırma için para göndereceğimiz zaman paranın nereye yatacağı belli değil. Öğretim görevlisinin ne kadar alacağı da belli değil."

"Personel kanunu"yla ilgili olarak da "Batı’da bilim adamı sözleşmeli personeldir. Yanında çalışacak diğer bilim adamlarını da seçme özgürlüğüne sahiptir" diyor.

FARELERE İZİN YOK

"Gümrük kanunu"
ile "bilim" arasında ne ilişki olabilir diye merak edebilirsiniz.

Fena halde varmış.

Türkiye’de araştırma için gerekli malzeme maliyeti 2.5 kat yüksek.

Ismarladıktan sonra Davos’a üç günde, Türkiye’ye altı ayda ulaşıyor.

Profesör Akdiş anlatıyor.

Geçen yıl Marmara Üniversitesi’nden araştırmacı bir arkadaşları ABD’den gönderilen çok özel bir fare türünü Yeşilköy Gümrüğü’nden almak için akla karayı seçmiş.

Deneylerinin tamamlanması için yeniden fare ısmarlamaya cesaret edemiyormuş.

Sadece bu örnekten dahi "gümrük kanunu"nun yeri geldiğinde bilimi nasıl baltaladığını görmek mümkün.

Profesör Akdiş’in 16 maddelik listesinin tamamını verebilecek yerim yok ne yazık ki.

"Türk bilim adamı ne yazık ki potansiyelinin sadece yüzde 10’unu kullanıyor" diyen Akdiş sesine kulak vermek gerek.

Bu arada bir işgüzarlık yapıp Akdiş’ın önerilerini Bilim ve Teknolojiden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın’a ilettim.

Neredeyse bir hafta oldu Devlet Bakanı Mehmet Aydın ile telefonda konuyu görüşmek mümkün olmadı.

Özel sektörün bilime katkısı

LİSTENİN tamamına yerim olmasa da Akdiş’in dikkat çektiği bir iki noktaya değinmek istiyorum.

Mesela "ödül" meselesi.

Türkiye’de bilim adamlarına ve kuruluşlarına verilen ödül yok denecek kadar az. Sedat Simavi, TÜBİTAK ödüllerinin dışında bilinen başka önemli ödül var mı?

Almanya 200’e yakın ödül dağıtıyormuş, Profesör Akdiş "Bilimin özendirilmesi için, motivasyon için ödül şart" diyor.

Üniversiteler, belediyeler, bilim ile ilgili vakıflar ödül verebilirler. Nitekim, Akdiş çiftinin önerisiyle Bursa Ticaret ve Sanayi Odası yakında bilime ödül vermeye başlayacakmış.

Bir diğer nokta "özel sektörün" rolü. Batı’da bilimin "özel sektör" tarafından finanse edilmesi, toplam finansmanın yüzde 30 ila 70’ini teşkil ediyormuş.

Büyük şirketlerin bağımsız bilim kuruluşlarına proje verme alışkanlıkları var.

Batı’da özel sektörün bilimsel buluşların ürüne dönüşmesinde de büyük katkısı var.

Bizde ise özel sektör daha çok "know-how" peşinde.

Bilimin yatırım gerektiren, uzun vadeli bir şey olduğunun pek de farkında değil henüz.

Laura Bush nihayet Pamuk’u fark etmiş

DÜNKÜ gazetelerde gözüme çarptı.

ABD Başkanı George Bush’un eşi Laura Bush, Orhan Pamuk okuduğunu ve çok beğendiğini söylemiş.

"Benim Adım Kırmızı" kitabını okuyormuş.

Laura Bush nihayet Türk edebiyatının farkına vardı.

Nihayet...

28 Haziran 2004 tarihinde İstanbul’da onunla yaptığım bir söyleşiyi hatırlatmak istiyorum.

Kütüphanecilik geçmişinden ötürü kitaplarla haşır neşir olması gereken Laura Bush’a Türk yazarı okuyup okumadığını sormuştum.

Aklımda ABD’de birkaç ay önce "Benim Adım Kırmızı"nın çevirisini gördüğüm için Pamuk vardı.

Laura Bush hiç Türk yazarı okumadığını söyledi.

Hatta yanındakilere dönüp "Acaba Binbir Gece Masalları mı" diye de sormuştu.

Doğu’yu çağrıştıran "Binbir Gece Masalları"nın yazarı ona göre pekálá Türk olabilirdi.

Laura Bush söyleşimizden dört yıl sonra adını öğrendiği Orhan Pamuk’u okumuş.

Ne diyeyim?

Beyaz Saray’ın kasımdan sonraki yeni first lady’sinin Türk yazarlarını tanıyor olmasını diliyorum sadece.
Yazının Devamını Oku

Dünyanın bir numaralı alerji ve immünoloji enstitüsünün başında Cezmi Akdiş

3 Şubat 2008
Geçen yıl Dünya Ekonomik Forumu sırasında Profesör Cezmi Akdiş’ten kısacık bir e-posta almıştım. "Davos’ta olduğunuza göre mutlaka enstitümüzü ziyarete gelin." Toplantı hayhuyu içinde tabii ki sözünü ettiği "İsviçre Alerji ve Astım Araştırma Enstitüsü’nü ziyaret etme fırsatım olmadı.

Bu yılki Davos faslı sırasında Profesör Akdiş’ten yine bir e-posta gelince buluştuk. Kendimi, geçen pazar sabahı dağlık kasabadan Zürih’e doğru inmeden önce Akdiş çiftinin Wolfgang köyündeki "şale" tipi evlerinde, zengin kahvaltı sofrasında bilim, bilim ve bilim konuşurken buldum.

Profesör Cezmi Akdiş ve eşi Doçent Dr. Mübeccel Akdiş tam 14 yıldır Davos’ta. Cezmi Akdiş, Alerji ve Astım Araştırma Enstitüsü’nün direktörü. Mübeccel Akdiş de aynı enstitüde hem araştırma yapıyor hem de kongrelere "bildiri"ler hazırlıyor.

Akdiş çifti hiç kuşku yok ki sadece Türkiye’de 700 binin üzerinde kişiyi etkileyen "alerji" literatürünün yıldız isimleri.

Cezmi Akdiş "Enstitümüz endekslere göre alerji ve immünoloji araştırmalarında dünyanın bir numarası. Dünyada alanımızda 40 ila 45 bin laboratuvar var. Beş yıldır birinciliği kaptırmadık. Benim ve Mübeccel’in bildirilerine 6 bin ila 7 bin atıf yapılmış. Dünyada bu sayıya ulaşmış beş, altı Türk vardır. Üstelik yaşımız daha genç" diyor. Her ikisi de 47 yaşında.

DAVOS’UN HAVASI YARIYOR

Ancak özellikle Mübeccel Akdiş yaşından çok daha genç gösteriyor. "Davos’un havası, suyu iyi geliyor" diyor gülerek.

Yıllardır gider gelirim meğer Davos ile ilgili ne kadar az şey bilirmişim. Dünyanın en yüksek kasabası soğuğuyla ünlüymüş. Davoslular "Dokuz ay kış, geri kalan aylar ise soğuk" dermiş. Temmuz, ağustosta bile kar yağdığı olurmuş.

Peki Akdiş çiftini bu dünyaca ünlü dağlık kasabaya hangi rüzgar atmış? Cezmi Akdiş Bursalı, eşi Manisalı. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tanışıp evlenmişler. Cezmi Akdiş kendi fakültesinde immünoloji doçenti olduktan sonra Basel’de Ciba-Geigy’den teklif almış. 1994’te Davos’taki enstitüye transfer olmuş. Dört yıl sonra ise enstitünün immünoloji grup başkanlığına getirilmiş. Mübeccel Akdiş de kocasını izlemiş. Enstitüde kendi alanında bir yer açılınca başvurup kabul edilmiş.

Şimdi bu dağlık kasabada bilimle iç içe bir hayatları var. "Enstitüde kimi zaman cumartesi, pazar da çalışırız. Kimi zaman sabahlarız. Zira laboratuvarda bir araştırma yaptığınız zaman yarıda kesemezsiniz" diyor Mübeccel Akdiş.

Bu kadar yoğun bir çalışma temposuna karşılık kahvaltı sofrasının zenginliğine bakılırsa (enginar ezmesi bile vardı) mutfağa da epey vakit ayırıyor.

Kocası bundan pek mutlu. "Mübeccel mutfakta çok başarılıdır. 500 kadar meze çeşidi yapar. Ben balık pişiririm. Özellikle hafta sonu balık pişirdiğimizi bilenler kapımızı çalar. Bu hafta Polonyalı bir çift geliyor. Mönüde somon balığı, midye tava ve kalamar var."

Akdiş çiftinin kapısını çalanlar sadece pazar günü yemeğe gelen dostları değil. İsviçre Alerji ve Astım Araştırma Merkezi Türkiye’den genç araştırmacıları ağırlıyor sürekli.

"Şimdiye kadar Türkiye’den gelenlerin sayısı 38’i buldu. Bu da bence yurtdışındaki Türk bilim adamları açısından önemli bir rekor. Halen Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden biyolog Şafak Andıç bizimle çalışıyor. Buradan Türkiye’ye dönenler ya kendi laboratuvarlarını kuruyor ya da mevcut laboratuvarlara eklemeler yapıyor."

Cezmi Akdiş hesaplamış: Enstitünün Türk araştırmacılara katkısı 1 milyon Euro’nun çok üzerinde. "Yale Üniversitesi’nden teklif aldım. Ancak Davos Türkiye’ye daha yakın. Buradan ayrılmam zor. Hem Türk araştırmacılara katkıda bulunmak, hem Türkiye’de bilimde olup bitenleri izlemek istiyoruz."

DAVOS’TA ZEUGMA VİLLASI

Aradan geçen 14 yıla rağmen Akdiş çiftinin Türkiye’yle bağı hiç kopmamış. Her yaz tatillerinin bir haftasını "mavi yolculukta", iki haftasını ise Bursa ve Manisa’da geçiriyorlar. Çeşitli kongreler, konferanslar nedeniyle ise ayrıca yılda yedi-sekiz kez Türkiye’ye geliyorlar. Mübeccel Akdiş "Bilimsel araştırmalarımızın ilk çalışmalarını mutlaka Türkiye’de anlatırız" diyor.

Türkiye’deki son tatillerinin birinde Zeugma mozaiklerinin en ünlüsü "Çingene Kızı’ alıp Davos dağlarındaki villarının kapısına çakmışlar. "Buradaki şalelerin adları vardır. Bizimkisi Zeugma şalesi diye bilinir" diyor Mübeccel Akdiş. Dicle Nehri sularından çıkmış "Çingene Kızı"nın gözleri fıstık ağaçlı vadiler yerine başları dumanlı dağlık tepelere bakıyor. Acaba o da sofralarından zeytinyağını, domatesi, zeytini eksik etmeyen Akdiş çifti gibi memleket hasreti çekiyor mu?

Yazının başında "bilim, bilim ve bilim konuştuk" demiştim... Sohbetimizin ana teması Cezmi Akdiş’in Türkiye’de bilimin nasıl gelişeceğine ve nasıl finanse edileceğine ilişkin kaleme aldığı bir yazıydı. Akdiş’in önerilerini salı günkü Hürriyet’te ekonomi sayfasında yazacağım.

Sedat Simavi ve TÜBİTAK ödüllü

Cezmi Akdiş aynı zamanda Avrupa Alerji ve Klinik İmmünoloji Akademisi Başkan Yardımcısı. Mübeccel Akdiş aynı akademide yönetim kurulu üyesi. Profesör Akdiş, 2004’te Dünya Alerji Araştırma Vakfı’nın "altın madalya" ödülünü almış. Bunun dışında Sedat Simavi tıp ödülü de dahil 20 ödülün sahibi. 2007’de TÜBİTAK özel ödülünü Prof. Tuncer B. Edil ve Prof. Onur Güntürk ile paylaştı.
Yazının Devamını Oku