Gila Benmayor

Tasarım kenti İstanbul

4 Mayıs 2008
Farklı yaşam tarzlarıyla, tarih ve kültür birikimiyle, dinamizmiyle İstanbul ne zamandır dünyanın konuştuğu bir şehir. Her an sürpriz bir patlamaya hazır gibi. İstanbul Tasarım Haftası, İstanbul Fashion Lab gibi etkinlikler bu beklenen patlamanın işaretleri. Peki bu patlama gerçekleşecek mi? Gerçekleşecekse ne zaman?

İstanbul Modern’de ağustos ayı başlarına kadar ilginç bir sergi var: "Tasarım Kentleri 1851-2008." Sergiyi ilk açıldığı gün gezdim. Dünyadaki çeşitli tasarım müzelerinden objeler biraraya getirilmiş. Aralarında tamamıyla hayatımızdan çıkanlar da var, Thonet sandalyesi gibi klasikleşip kullanmaya devam ettiklerimiz de.

Serginin konsepti gördüğümüz tasarımlarla farklı bir yön alan şehirler üzerine kurulu. Küratör Deyan Sudjic sergiyi 1851 yılı Londra’sında başlatıyor. Sırasıyla Viyana, Dessau, Paris, Los Angeles, Milano, Tokyo’ya yer verdikten sonra yine Londra’da sona erdiriyor.

"Dessau nereden çıktı" diyeceksiniz? Almanya’nın bu küçük şehri dünyanın en ünlü tasarım okulu Bauhaus’a kucak açtığı için sergide. Aynı zamanda 1999’dan beri Unesco’nun "dünya miras alanları" listesinde. Tasarım tek başına 1928 öncesi adı sanı duyulmamış bir şehrin kaderini nasıl değiştirmiş.

ÖZGÜN KİMLİK YETERLİ Mİ

Sergiyi gezerken kafamdaki sorular tabii ki İstanbul üzerinde düğümleniyor. İstanbul bu serginin haritasında nerede?

Farklı yaşam tarzlarıyla, tarih ve kültür birikimiyle, dinamizmiyle İstanbul ne zamandır dünyanın konuştuğu bir şehir. Oya Eczacıbaşı’nın sergi kataloğundaki önsözünde belirttiği gibi "küresel tekdüzeliğe karşı özgün kimliğiyle öne çıkıyor". Her an sürpriz bir patlamaya hazır gibi.

"İstanbul Tasarım Haftası", "İstanbul Fashion Lab" gibi etkinlikler bu beklenen patlamanın işaretleri.

Peki bu patlama gerçekleşecek mi? Gerçekleşecekse ne zaman?

Sabırsız sorularımı gazetedeki komşum Reha Erdoğan’a soruyorum. Hürriyet’in görsel danışmanı Reha Erdoğan başarılı bir tasarımcı aynı zamanda.

Örneğin "vantuzlu sandalyesi" tasarım avcısı Mel Byars’ın "Yeni Sandalyeler" kitabına girmiş. Şimdilerde hamam nalının modern bir versiyonu üzerinde çalışıyor. Tasarımını gösterdi. Son derece yaratıcı.

Reha Erdoğan’a bakarsanız, son yıllarda büyük şirketler tasarıma önem vermeye başladığı için bu alanda önemli bir hareketlenme var. "Önceleri yurtdışındaki tasarımlar taklit ediliyordu. Şimdi yurtdışı kompleksimizden arınmaya başladık. Türk tasarımcılara güven duyulmaya başlandı."

DUBAİ Mİ,İSTANBUL MU

Sorularım bu kez Gaye Çevikel’e. Çevikel, ABD’nin en çok tanınan beş tasarım markası arasına girmeyi başarmış Gaia&Gino’nun yaratıcısı. Markayı yaratma sürecindeki sancılarını iyi biliyorum.

Dünyanın önde gelen tasarımcılarıyla çalışıyor. En son Milano Tasarım Fuarı’ndan Arik Levi’nin Gaia&Gino için tasarladığı ürünle ödülle dönmüş. Çevikel dünyanın tasarımda arayış içinde olduğunu ve "aradığı enerjinin dünyanın bu bölgesinden çıkacağına inanıyor".

Ama İstanbul yerine dudaklarından Dubai sözcükleri dökülüyor. Dünyanın en ünlü tasarımcılarının, mimarlarının buluşma yeri Dubai. Tasarım okulları peş peşe açılıyor.

Peki ya İstanbul? "İtalya’daki gibi üniversite sanayi işbirliği yapılırsa ileride tasarım merkezi olması mümkün" diyor. O da Reha Erdoğan gibi kendi kültürümüze çağdaş bir yorum katmaktan yana. Çevikel, şimdi 2010 Milano Fuarı için Gaziantep ve Mardin’den esinlenen tasarımları sergilemeye hazırlanıyor. Tasarım dediğiniz uzun soluklu bir iş.

İstanbul mutlaka günün birinde "tasarım kenti" noktasına gelecek. Ama henüz değil.
Yazının Devamını Oku

Fransız Sarayı’nda bir Dior gecesi

2 Mayıs 2008
İSTANBUL Dior’u sevdi, Dior da İstanbulluları. Bu karşılıklı sevgi önceki gece İstanbul’daki 170 yıllık Fransız Sarayı’nda kutlandı.<br><br>Davet sahipleri bir yanda, Dior’un İstanbul’daki ortağı Cem ve Ümit Boyner çifti. Diğer yanda 1998 yılından beri Dior’un başında olan Sidney Toledano.

İstanbul’daki Fransız Başkonsolosu’nun ikametgáhı olan Fransız Sarayı’nda düzenlenen davetlere yıllardan beri katılırım.

İlk kez bu görkemli yapının böylesine süslendiğine tanık oluyorum.

Mumlarla donatılmış bahçeyi geçiyorsunuz.

Binaya girdiğinizde yüzlerce beyaz gül, ortanca ve müge demetleri sizi karşılıyor.

Ardından Dior’un dáhi tasarımcısı John Galliano’nun en yeni kreasyonları karşınızda.

Galliano’nun giysileri göz alıcı renklerde.
/images/100/0x0/55ea1950f018fbb8f86b2b7b
Altın desenli sarılar, morlar, turuncular.

Fransız Sarayı’nın her odası ve özellikle yemek odası davet nedeniyle baştan aşağıya "giydirilmiş".

Fransa’da 1 Mayıs’ın simgesi olan müge çiçeği her yerde.

Müge desenli masa örtüleri ve yemek takımları Dior tarafından tasarlanmış.

Bu müthiş değişimin ardında Beymen ve Dior ekipleriyle yakın bir işbirliğiyle çalışan VİP Turizm’in sahiplerinden Yasemin Pirinçcioğlu var.

Aynı masayı paylaştığımız Fransız Büyükelçisi Bernard Emie dahi binayı tanıyamadığını söylüyor.

1999’DAN BERİ İSTANBUL’DA

İstanbul
’un Fransızların "süper markası" diye bilinen Dior’u sevdiğini söylemiştim.

Dünyanın en zenginleri arasında yer alan Fransız işadamı Bernard Arnault’nun modada "amiral gemisi" Christian Dior, 1999 yılından beri Beymen mağazalarında satılıyor.

Beymen, Dior’un nadir ortaklarından biri.

Zira bu marka genellikle açtığı dükkanların sahibi.

2007 sonbaharında İstinye Park’ta açılan Dior butiği ise Beymen’in buradaki 11 butiği arasında en iyi performans göstereni.

Anne tarafından 1930’lu yıllarda Çanakkale’den Fransa’ya göç etmiş bir aileden gelen Sidney Toledano sonuçtan hayli memnun.

Pek sevdiği İstanbul’da ikinci, hatta üçüncü bir Dior butiği açmaktan söz ediyor.

"Türkler Dior markasını benimsedi" diyor.

2008 yılı içerisinde Çin, Hindistan, Ortadoğu ve Avrupa’da 15 yeni butik açmayı planlıyor.

1994 yılında sayıları sadece altı olan Dior butikleri Toledano’nun başkanlığından itibaren sürekli artmış.

Şu anda dünyada Dior butiklerinin sayısı 214.

Satışlar 2007 yılında bir yıl öncesine oranla yüzde 8 artmış.

Lüks tüketimde işler tıkırında.

Bir yanda açlık, kıtlık diyoruz.

Diğer yanda lüks tüketim artıyor.

Dünyanın hali böyle.

Christian Dior’un ’Türkiye’ elbisesi

DIOR markasının yaratıcısı moda tasarımcısı Christian Dior’un sık sık Türkiye’yi ziyaret ettiği biliniyor.

1957 yılında öldüğü halde markası bugüne dek yaşayan Fransız tasarımcının koleksiyonlarında Türkiye, İzmir, Ankara, İstanbul, Bosfor (Boğaz) isimli kıyafetler mevcut.

Bunlardan bir tanesi de Fransız Sarayı’ndaki davette karşımıza çıktı.

Şef Carlo Bernardi’nin hazırladığı mönünün arka yüzünde "Türkiye" elbisesinin çizimi vardı.

Önünde iri bir fiyongu olan elbise Dior’un ölmeden kısa bir süre önce sunduğu sonbahar-kış koleksiyonunda yer almış.

Mönüyle ilgili küçük bir detay.

Şef Bernardini, Mösyö Christian Dior’un en sevdiği yemekleri araştırıp mönüyü öyle oluşturmuş.

Sarkozy mügelerle biz biber gazıyla

FRANSIZ Büyükelçi Emie’nin de olduğu masada sohbet tabii ki Fransa-Türkiye ilişkileri arasında yoğunlaşıyor.

Bu arada yine aynı masadaki Sidney Toledano ilginç bir bilgiyi paylaşıyor.

Sarkozy’nin karısı Carla Bruni’nin babası Alberto Bruni Tedeschi’nin dedesi İstanbul’dan İtalya’ya göç etmiş.

Yani hem Sarkozy’nin kendisinin Selanikli dedesi nedeniyle, hem karısının Türkiye bağlantıları var.

Ama gelin görün ki karşımızdaki adam koyu bir Türkiye aleyhtarı.

Büyükelçi Emie’nin söylediklerine gelince...

Büyükelçi Sarkozy’nin tutumunu bir yana, Fransız-Türk ilişkilerini bir yana koyuyor.

"10, 20 yıl sonra politikacılar değişir ama iki ülke arasındaki ilişkiler devam eder" diyor.

"Fırtınalı bir evlilik geçiriyoruz" diye de ilave ediyor.

Söz Sarkozy’den açılmışken dün ajanslara düşen bir fotoğrafa gözüm takıldı.

Sarkozy Fransız işçileri 1 Mayıs’ın simgesi müge çiçekleriyle konutunda ağırlıyordu.

Bizde ise işçinin payına düşen biber gazı ve tazyikli suydu.
Yazının Devamını Oku

GAP bittiğinde ekonomiye yıllık katkısı 18 milyar dolar

29 Nisan 2008
GÜNEYDOĞU "Godot"u bekler gibi GAP’ın bitmesini bekliyor.<br><br>TÜRKONFED’in toplantısı için gittiğim Şanlıurfa’da bunu bir kez daha anladım. GAP herkesin dilinde.

Şanlıurfa Ticaret Odası Başkanı İsmail Demirkol, Doğu Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Dernekleri Federasyonu Başkanı Şeyhmus Akbaş, Şanlıurfa Belediye Başkanı Ahmet Eşref Fakıbaba, Vali Yusuf Yavaşcan.

Hepsi mutlaka konuşmalarında sözü GAP’a getiriyorlar.

GAP biterse bölge refaha ulaşacak.

GAP İdaresi Başkanlığı, Ekonomik Kalkınma ve Girişimcilik Genel Koordinatörü Ahmet Zahir Erkan da toplantıda.

Sunumunda bazı rakamlar veriyor.

GAP bittiğinde Türk ekonomisine yıllık katkısı 18 milyar dolar olacak.

3.8 milyon kişiye istihdam sağlayacak.

2007 yılında komşu ülkelere ticaret hacmi 6 milyar dolar.

Ancak kapasite 60 milyar dolar.

Yani proje bittiğinde, tam kapasite sulama yapıldığında ticaret hacminde bu rakama ulaşmak hatta geçmek pekálá mümkün.

Bu arada GAP’ın şimdiye kadar ürettiği enerji 16 milyar dolarlık bir gelir sağlamış.

Yani hemen hemen kendisini amorti etmiş.

Peki bugün projede nasıl bir noktaya gelinmiş?

Anladığım kadarıyla GAP’tan sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in bölgeye yaptığı sayısız ziyaret meyvesini vermiş durumda.

GAP artık Ankara’nın gündeminde.

GAP’a beş yıl içersinde 12 ile 15 milyar dolarlık bir kaynak aktarılacağı konuşuluyor.

Gerçi bu kaynağın 8 milyar YTL’lik bölümünün İşsizlik Fonu’nun faizinden aktarılmak istenmesi kafalarda soru işaretleri yaratmış.

Ekren, bizim Şanlıurfa’da olduğumuz gün CNN Türk’te Taha Akyol’un programında GAP’a İşsizlik Fonu’ndan aktarılacak kaynak nedeniyle fonun yapısının bozulmayacağını da özellikle vurgulamış.

Önümüzdeki günlerde ise Ankara’nın GAP Eylem Planı’nı açıklaması bekleniyor.

Bakalım Güneydoğu’nun "Godot’u Beklerken" hikayesinde mutlu son ne zaman?

GAP’tan dünyaya hem domates, hem orkide

ŞANLIURFA’daki başarı öykülerinden biri de Koç Grubu’nun Tat Konserve projesi.

Vali Yavaşcan, Tat Konserve’nin önümüzdeki yıllarda 40 bin dönümde 1 milyon ton domates üretmeyi planladığını anlatıyor.

İşler iyi giderse 1 milyon ton domates hayal değil.

Şimdilik hayal olan başka bir proje de var.

Yavaşcan bunu şöyle anlatıyor:

"Domates fidelerinin yetiştirileceği seralar 10 ay boş kalacak. Zira domates fideleri 2 ayda elde ediliyor. Bu boş kaldıkları aylarda seralarda kesme çiçeklik yapmayı planlıyoruz. Birkaç yıl sonra neden Şanlıurfa’da yetişen orkideler Hollanda, İtalya’ya ihraç edilmesin?"

Henüz seralar yok ortada.

Tat Konserve domates fidelerini Batı Anadolu’dan getirtiyor.

Ancak Tat Konserve Genel Müdürü Güçlü Toker seraların da gündemde olduğunu söylüyor.

Yani birkaç yıl içerisinde GAP’tan dünyaya hem domates, hem orkide ihracatı mümkün.

Urfa’da kadın istihdamı sadece yüzde 7

TÜRKONFED Başkanı Celal Beysel, konuşmasında kadınlara "pozitif ayrımcılık"tan yana olduğunu söyleyince Urfa’daki kadın istihdamı durumu ortaya çıkıyor.

Şanlıurfa Valisi Yusuf Yavaşcan’ın verdiği bilgiye göre, şehirde çalışan nüfusun yüzde 93’ü erkek.

Yani Şanlıurfa’da kadınların sadece yüzde 7’si çalışıyor.

Türkiye genelinde giderek düşen kadın istihdamı Şanlıurfa’da deyim yerindeyse "yerlerde sürünüyor".

Vali Yavaşcan’a kadın istihdamıyla ilgili bazı önlemlerin olup olmadığını soruyorum.

Kadınların meslek eğitimine ağırlık verildiğini ve 2009 yılında faaliyete geçmesi beklenen 2. Organize Sanayi Bölgesi’nde kadınların da işe alınmaları için bazı çalışmalar yaptıklarını söylüyor.

Tekleyen KOBİ’lere Endeavor desteği

TÜRKONFED’in Şanlıurfa toplantısında Yönetim Kurulu Başkanı Celal Beysel 2008 yılının projesini açıklıyor.

TÜRKONFED 2006 yılında mesleki eğitimi, 2007’de ise girişimci işkadınlarını desteklemiş.

Bu yıl ise destek KOBİ’lere.

TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın Şanlıurfa’da vurguladığı gibi ekonomideki yavaşlama KOBİ’leri etkiliyor.

KOBİ
’lerin teklemesi iyiye alamet değil.

Dolayısıyla KOBİ’lere bir "hayat öpücüğü" gerek.

Bir yanda KOBİ bankacılığında hayli deneyimli Akbank, diğer yanda uluslararası bir STK olan Endeavor’un desteğiyle TÜRKONFED bu hayat öpücüğü için kolları sıvamış durumda.

TÜRKONFED, ihracatta önemli bir başarı yakalamış, yeni teknolojileri uygulayan KOBİ’lere öncelik verecek.

Bu arada Endeavor Türkiye ofisinin bundan yaklaşık bir buçuk yıl önce kurulduğunu hatırlatmak istiyorum.

Yönetim Kurulu’nda Vuslat Doğan Sabancı, Ali Koç, Suzan Sabancı Dinçer, Murat Özyeğin gibi isimler olan Endeavor girişimcilere "koçluk" yapıyor.
Yazının Devamını Oku

Haberiniz var mı burası dünya miras alanı

27 Nisan 2008
Türkiye farklı uygarlıklara ev sahipliği açısından dünyanın en zengin ülkesi. Sahip olduğumuz varlıklar dünyanın hiçbir ülkesinde yok. Buna karşın UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde Türkiye’den sadece 9 alan var. UNESCO Türkiye Milli Komisyonu üyesi Prof. Gül İrepoğlu bu alanlara da sahip çıkamadığımızI söylüyor. Kapadokya UNESCO’nun "Dünya Mirası" listesinde. Nemrut Dağı, Safranbolu, Troya da öyle. Tam listeyi vermek gerekirse İstanbul’un tarihi alanları, Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, Pamukkale-Hieropolis, Hitit İmparatorluğu’nun başkenti Hattuşa ve Fethiye-Kaş yolu üzerindeki Xanthos-Letoon.

Nicedir UNESCO’nun dünya miras listesinden çıkartılma tehdidiyle karşı karşıya kalan İstanbul’da durumun ne olduğunu az çok biliyoruz. Peki ya yukarıda saydığım diğer yerlerde durum nedir? Örneğin Kapadokya’da gerçekten bazı peri bacaları tehlikede mi?

UNESCO Türkiye Milli Komisyonu iki yıldır bu gibi sorulara cevap arıyor. Komisyonun Yönetim Kurulu üyesi mimar, sanat tarihçisi ve yazar Prof. Gül İrepoğlu aynı zamanda Kültürel Miras Komitesi’nin başkanı. Adeta kültür mirasımızın koruyucu meleği.

EN FARKINDA OLAN HATTUŞA

Hatta "Bu işlerle daha çok ilgilenmek için üniversiteden emekliye ayrıldım" diyor. İrepoğlu ile geçenlerde UNESCO Türkiye Milli Komisyonu’nun İstanbul’da düzenlediği üç günlük çalıştayı konuşuyoruz.

UNESCO Türkiye Milli Komisyonu’nun iki yıl boyunca yaptığı araştırmaların çalıştayda masaya yatırıldığını anlatıyor. "Uzman ekiplerimiz iki yıl Türkiye’deki dünya miras alanlarının güncel durumlarını saptamaya çalıştı. Şu andaki durumun fotoğrafını çektiler. Bir de ’sosyal anketler’ yaptılar."

Bunun ne olduğunu şöyle açıklıyor İrepoğlu: "Dünya Miras Alanları’nda yaşayanlar, yerel yöneticiler, esnaf, STK’lar, turistler bu mirasın ne kadar farkında? Ne kadar tanıyor? Nasıl yaklaşıyor?"

Ne yazık ki bu soruların cevabı o kadar da iç açıcı değil. Zira bu iki yıllık araştırmanın sonuçları dünya miras alanlarıyla ilgili "farkındalık" durumunun pek iyi olmadığını ortaya koymuş.

Örnekleri sayıyorum: Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası çevresinde oturanlar bir dünya mirasıyla komşu olduklarının farkında değil. 1985’te UNESCO’nun listesine girdiği halde halen koruma açısından en kötü durumdaki yer de burası zaten.

Kapadokya ve Göreme Milli Parkı’nda her 15 kişiden biri dünya miras alanında yaşadığını biliyor.

En düşük farkındalık antik çağlarda Likya İmparatorluğu’nun görkemli şehirlerinden Xanthos ve Letoon’da. Yıllar önce bir Kaş gezisinde uğradığım bu antik şehirlerde keçilerin yer mozaikleri arasında dolaştığını dehşetle görmüştüm. İrepoğlu "Xanthos’ta oturanlar 2 bin yıllık antik tiyatroya sırtlarını çevirmiş" diyor.

Hattuşa çevresinde oturanlar ise tarihin ve kültür mirasının daha çok farkında. Halkın yüzde 40’ı UNESCO’nun dünya miras alanında oturduğunu biliyor.

İLK KEZ ÖZELEŞTİRİ

İstanbul’daki çalıştaya dönersek, İrepoğlu "İki yıllık çalışmalarımızı kamuoyuyla paylaştık. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay buna sıcak bakınca kültürel mirasımız ne durumda meselesini ilk kez açık bir şekilde tartıştık. Belki devlet bu konuda ilk kez özeleştiri yaptı" diyor.

Çalıştaya katılım hayli yüksekmiş. Dünya miras alanların bulunduğu illerin valileri, belediye başkanları, STK yetkilileri bir masanın etrafında toplanmış. Sorunlar tartışılmış, çözüm önerileri ortaya çıkmış.

Sorunların neler olduğunu biliyoruz ama bazılarını hatırlatmakta belki yarar var: Müzelerde ve dünya mirası olan alanlarda bekçi eksikliği; koruma ve restorasyon yetersizliği; yetki kargaşası. Yani bu alanları kim, nasıl yönetecek belli değil. Listeyi daha da uzatabilirim ama faydasız.

Şöyle düşünün: Türkiye farklı uygarlıklar, farklı kültür katmanları açısından dünyanın en zengin ülkesi. Sahip olduğumuz varlıklar dünyanın hiçbir ülkesinde yok. Buna karşın UNESCO’nun listesine ancak 9 alanla girebildik. İtalya’nın bu listede 40’a yakın, Yunanistan’ın da 17 alanı var.

Efes, Mardin, Ahlat, Sümela Manastırı, İshak Paşa Sarayı ve daha onlarca değerli kültür varlığımız çoktan listeye girebilirdi.

Ne ki şu anda listeye girmiş olanlarla bile hayli sorun var. İstanbul’daki çalıştay işte bu yüzden çok önemli. Sorunlar tartışıldı, bazı çözüm önerileri konuşuldu ve en önemlisi İrepoğlu’nun işaret ettiği gibi kurulacak çalışma komiteleriyle "dünya miras alanları"nda durumun izlenmesine karar verildi.

Gül İrepoğlu "Bu işin sıkı takipçisi olacağım" diyor. Olacağına inanıyorum.
Yazının Devamını Oku

Türkiye tarımda biyotek ürünlere geçmezse kaybeder

25 Nisan 2008
GÜNÜMÜZÜN sıcak konusu gıdada fiyat artışları.<br><br>Gıdadaki alarm verici durum dünyada ve Türkiye’de herkesin dilinde. Bir yanda fiyatlar artıyor, diğer yanda üretimde düşüşler yaşanıyor.

İnsanlığı tehdit eden açlık yoksa kapıda mı?

Dünya milyarlarca insanı nasıl doyuracak?

Bu sorular kafamdayken dün başlayan "İstanbul Forum"a katılmak üzere İstanbul’a gelen Amerikalı bilim insanı Dr. Clive James ile buluştuk.

Dr. James ile gıda meselesi arasındaki bağlantıyı kısaca açıklamam gerek.

Kendisi kısa adı ISAAA olan bir enstitünün kurucusu. 1999 yılında kurmuş olduğu enstitünün amacını, gen teknolojisini kullanarak açlık ve yoksullukla savaşmak olarak açıklıyor.

Türkiye’de kamuoyunda pek bilinmeyen ve tartışılmayan GDO’dan (genetiği değiştirilmiş organizmalar) ziyade Dr. Clive James "biyotek ürünler" demeyi tercih ediyor.

Zira açıklamasına göre, GDO her türlü gen değişimini kapsıyor. Buna değişik türler arasında da gen alışverişi de dahil. Oysa "biyotek ürün" denince sadece bir tür ürün üzerinde genetik bir iyileştirme söz konusu.

Burada bir parantez açmam gerek.

Daha önce de belirtmiş olduğum gibi kişisel olarak GDO’lara karşıyım.

Ama dünyada kıtlık ve açlık gündemde iken bu tutumumu bir yana koyup can kulağıyla Dr. Clive James’e kulak verdim.

2050 YILINDA DÜNYA NASIL DOYACAK

Ne diyor Dr. James?

Bugün dünyada 23 ülke "biyotek" tohum ekip, ürün alıyor. Mısır, pamuk, soya, buğday bu ürünlerin başlıcaları. 28 ülke ise bu tür ürünlerin ithalatını yapıyor.

Büyük çapta "biyotek" ürün ekimi yapan ülkeler arasında ABD, İspanya, Kanada, Arjantin, Brezilya, Hindistan, Çin gibi ülkeler var.

Dünya nüfusunun yüzde 75’inin "biyotek" eken ve ithalatını onaylayan ülkelerde yaşadığı göz önüne alınırsa demek ki artık çoğumuz bu tür ürünlerle besleniyoruz.

Hoşlanın, hoşlanmayın gerçek bu.

Sadece 2007 yılında bu ürünlerde artış yüzde 12 civarında.

Tarımsal ürünlerde biyoteknolojinin 12 yıllık bir geçmişi var.

Dr. James’in dediğine göre, geçtiğimiz 10 yılda "biyotek" tohum kullanan çiftliklerin sayısı 50 milyona ulaşmış.

Bir milyara yakın insanın da bu ürünler sayesinde açlıktan ölmediğinin altını çiziyor.

2050 yılında dünya nüfusu 9 milyara ulaştığında ürün ikiye katlanmak zorunda.

Nasıl olacak bu?

"Biyotek"
tohumlar sayesinde.

Öyle görülüyor ki dünyada genel trend "biyotek" ürünlerden yana.

Peki Türkiye’de durum ne?

TÜRKİYE NE YAPMALI

Geçenlerde Adanalı çiftlik sahibi Oana Çorat ile ilgili yazımda söz etmiştim.

Türkiye "biyotek" ürün ithal ediyor ama bu Tarım Bakanlığı tarafından resmen açıklanmıyor.

Dr. James’e göre, Türkiye yılda 1,5 milyon ton mısır ithal ediyor.

İthal ettiği ülkeler ABD, Arjantin ve bu ülkeler yüzde 80 oranında "biyotek" tohum kullandığından bu tür mısır ülkemizde mevcut.

Türkiye’de "biyogüvenlik" mevzuatı 10 yıldan beri hazırlanamadığı için "biyotek" ürün hem var, hem yok.

Peki ithalatı bir yana bırakın Türkiye’nın kendisi "biyotek" tohum üretme konusunda ne yapmalı?

Dr. Clive James "Türkiye tarımda bu teknolojiye geçmediği takdirde tarım ürünlerinde rekabet avantajını kaybeder" diyor.

Şöyle devam ediyor:

"Türkiye’nin yapması gereken tarımda geleneksel teknoloji ile biyoteknolojiyi birlikte kullanmaktır. Örneğin sizin ikliminize en uygun mısırdan genini alıp biyoteknoloji uygularsanız. Bu dengeli bir yaklaşımdır. Hem daha kaliteli, hem daha ucuz ürün elde edersiniz."

Tonu 325 dolar olan mısırın ekonomik kárı hayli büyük. Fransa, İspanya gibi ülkeler bundan iyi kazanç sağlıyor.

"Biyotek" ürünlerin riski nedir? diye sorduğumda ise Dr. James "ABD, Kanada, Güney Amerika’da insanlar 12 yıldan beri böyle ürünleri tüketiyorlar. Kaydedilmiş bir riski yok" diyor.

Aynı riskin geleneksel tarım ürünlerinde de olabileceğini sözlerine ekliyor.

Peki Dr. James benim gibi bir GDO karşıtını ikna edebildi mi?

Bir yanda açlığı, kıtlığı düşününce "evet".

Türkiye’nin de tarımda biyoteknolojiye adapte olması gerektiğine de inanıyorum.

Ama diğer yanda ISAAA Enstitüsü’nün (Tarımsal Biyotek Uygulamalar İçin Uluslararası Hizmetler) destekleyicileri arasında Rockefeller Vakfı’nın yanısıra dünyanın en büyük tohum üreticileri Monsanto, Pioneer gibi dev şirketlerin olduğunu duyunca "hayır" ikna olmadım.

GDO
’lara karşı kuşkularım devam ediyor.

Mehmet Şimşek: Kadının katkısı olmadan ekonomi topal kalır

EKONOMİDEN sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek dün KAGİDER’in konuk konuşmacısıydı.

Bir süreden beri "cinsiyete duyarlı bütçeleme" konusunda çalışmalar yapan KAGİDER’in Şimşek’ten talebi, ekonomi, hazine kurmaylarının bütçe yaparken kadın erkek eşitsizliğini gidermek için kaynak ayırmaları.

Zira kadın erkek eşitsizliğini gidermek hem politik irade, hem de kaynak gerektiriyor.

Peşinen söylemem gerekir ki, Mehmet Şimşek bu talebe sıcak bakıyor. Temmuz ile ağustos ayları arasında yer alan bütçe görüşmelerinde bunu gündeme getireceğini söylüyor.

KAGİDER açısından sevindirici bir gelişme bu.

Ancak benim açımdan başka sevindirici birşey Mehmet Şimşek’in açıkca "Kadının katılımı olmadan ekonomi topal kalır" demesi.

Demek ki, AKP Hükümeti kadın istihdamının ne kadar düşük olduğunun farkında.

Ama bunun için ne yapıyor?

Mehmet Şimşek’in söylediğine göre, kadın istihdamı 2002 yılından bu yana değil 1958 yılından bu yana düşüşte.

Bunu büyük oranda kırsal kesimden şehre göçe bağlıyor.

Kırsal kesimlerde tarlalarda çalışan kadınlar şehre geldiklerinde iş hayatına atılmakta güçlük çekiyorlar.

Şimşek’e göre, düşüşün diğer bir nedeni eğitim. Örneğin tespitlerine göre, üniversite mezunu kadınlar arasında istihdam oranı yüzde 77.

Şimşek’in tespitleri yerinde olabilir ama yukarıda da sorduğum gibi AKP Hükümeti kadın istihdamı için somut olarak ne yapıyor?

Bunu öğrenmek istiyoruz.
Yazının Devamını Oku

Nisan ayının kazananları kadın girişimcilerle bilim kadınları oldu

22 Nisan 2008
GEÇENLERDE Garanti Bankası ve Ekonomist Dergisi’nin birlikte düzenledikleri "Kadın Girişimci Yarışması"nın jüri üyesiydim. Yarışmacılarla mülakat gün boyunca sürdü.

Neticede dört kadın girişimci ödüllere layık görüldü.

Peşinen söylemem gerekir ki, dördünden de müthiş etkilendim.

Kimlerin ödül kazandığını hatırlatayım dilerseniz.

Yılın "kadın girişimci" ödülünü kazanan Emel Balık ve Balık Ağı Şirketi’nin kurucusu Emel Aksoy Gündemir.

Elmacıoğlu
Tekstil Mobilya Sanayi Şirketi’nin kurucusu Selma Elmacıoğlu.

Sit-Dizayn Mobilya Şirketi’nin kurucusu Öznur Uysal./images/100/0x0/55ea3a4bf018fbb8f872a043

Palmet
Halı Sanayi ve Ticaret Şirketi’nin kurucusu Esma Kıvrak.

Saydığım isimlerin ortak noktaları neydi?

Hayli genç yaşlarından itibaren hayallerinin peşinden koşmuşlar.

Mesleklerinde kendilerini sürekli geliştirmişler.

Girişimciliğe inanmışlar.

NORVEÇLİLERLE ORTAKLIK

Örneğin yılın "kadın girişimcisi" seçilen Emel Aksoy Gündemir.

Balıkçılıkla uğraşan bir aileden geliyor.

Balık çiftliklerine ağ örerek 17 yaşından beri ailesinin geçimine katkı sağlıyor.

Denize olan ilgisi nedeniyle Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’ne kaydoluyor.

Balık çiftliklerinden talep artınca Emel Aksoy Gündemir seri üretime geçmek için Japonya’dan makine getirterek kendi dükkanını açıyor.

Bugün 32 yaşında ve yılda 3 milyon YTL ciro yapan bir fabrikanın sahibi.

Norveçlilerle ortaklık yolunda.

Hollanda’da doğup büyüyen Öznur Uysal aynı şekilde aileye katkı sağlamak için 15-16 yaşında boyundan büyük bir dikiş makinesiyle yatlara yastık dikmeye başlıyor.

Şimdi deri mobilyada ve yat döşemeciliğinde bir marka.

Esma Kıvrak, ünlü Uşak halıcılığının yeniden canlanması için uğraşıyor.

Şimdiye kadar binden fazla Uşaklı kadın onun açtığı dokuma kurslarına devam etmiş.

"Kadınları ikna etmek için köy köy dolaştım" diyor.

KADIN İSTİHDAMINA KATKI

Selma Elmacıoğlu
Kayseri’deki fabrikasında kimsenin aklına gelmeyecek bir şey yapıyor.

Atık kumaşları toplayıp mobilyacılıkta kullanılan bir nevi keçeye dönüştürüyor.

Ortadoğu ülkelerinden ortaklık teklifi alan ilk kadın girişimci Elmacıoğlu.

Dediğim gibi bu kadınların hepsi son derece etkileyici.

Kadının ekonomiye katkısının son derece düşük olduğu Türkiye’de birer yıldız gibi parlıyorlar.

Kadın istihdamına katkılarıyla da çevrelerine ışık saçıyorlar.

ALZHEİMER ARAŞTIRMASI

Nisan ayının diğer kazananları bilim kadınlarına gelirsek...

L’Oreal Şirketi, beş yıldan beri Türkiye Bilimler Akademisi’nin (TÜBA) desteğiyle genç Türk bilim kadınlarına burs veriyor.

L’Oreal’in bu bursu neden önemli?

Çünkü Türkiye’yi bir yana bırakın, Batı’da dahi kadınlar bilimde erkeklerle eşit koşullarda yarışmıyor.

UNESCO’nun verilerine göre, dünyadaki araştırmacıların sadece yüzde 27’si kadın.

Avrupa Komisyonu’nun raporuna göre, Avrupa’daki devlet laboratuvarlarının yüzde 32’si, özel laboratuvarların ise sadece yüzde 18’i bilim kadını istihdam ediyor.

Nobel ödülleri gerçeği ortaya koyuyor.

1903 ile 2007 yılları arasında verilen 521 bilim ve tıp ödülünden sadece 12’si kadınlara gitmiş.

Dolayısıyla Batı’da olsun, bizde olsun bilim kadınlarına destek şart.

L’Oreal’ın her birini 12 bin dolarlık bursla desteklediği genç Türk bilim kadınları son derece ilginç araştırmalar yapıyor.

İTÜ’den Arzu Karabay Korkmaz son yılların en çok konuşulan hastalığı Alzheimer ile ilgili araştırmalar yapıyor.

ODTÜ’den Doç. Dr. Ayşe Elif Erson’un çalışması meme kanseri üzerine.

İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nden Doç. Dr. Gülşah Şanlı ağır metallerin çevreye zararını araştırıyor.

Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Dr. Mehtap Yüksel Eğilmez, enfeksiyon ve yaralanmalarla ilgili araştırma yapıyor.

Akdeniz Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Pınar Çamurlu elektrokromik malzemeler, Koç Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Funda Yağcı Acar ise kimyasallar üzerinde çalışıyor.

Hem kadın girişimcileri, hem bilim kadınlarını yürekten kutluyorum.
Yazının Devamını Oku

Sinir krizinin eşiğindeki ülke

20 Nisan 2008
Başkanlık kampanyası, Papa’nın ziyareti, çokeşliliği savunan tarikata baskın, Usame Bin Ladin’in peşine düşen yönetmen Morgan Spurlock... ABD’de gündüzlerin ve hatta uykusuz gecelerin bile yetmeyeceği kadar çok olay var. Hani nerdeyse bu konuda Türkiye’ye pekálá rakip olabilir. İki uykusuz geceyi ekran başında geçirdikten sonra ABD’ye sinir krizinin eşiğindeki ülke mi demeliydim acaba?

Kim ne derse desin ABD ilginç bir ülke. Ahmet Ertegün’ün yıllarca onursal başkanlığını yaptığı Amerikan Türk Cemiyeti’nin yıllık galası için 48 saatlik New York gezisinin uykusuz iki gecesini ekran başında geçirince bir kez daha anladım bunu.

Başkanlık kampanyası, Papa’nın ziyareti, çokeşliliği savunan tarikata baskın, Usame Bin Ladin’in peşine düşen yönetmen Morgan Spurlock...

Gündüzlerin ve hatta uykusuz gecelerin bile yetmeyeceği kadar çok olay var bu ülkede. Hani neredeyse bu konuda Türkiye’ye pekálá rakip olabilir.

ŞİMŞEK ÇEKEN İKİ KONU

Kanalların birinde Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı John McCain. Üniversiteli gençlerin sorularını yanıtlıyor. "Başkan Bush’tan farkınız ne" diye sorular. "Küresel ısınma ve işkence" diyor.

Her iki konu yüzünden ABD nicedir şimşekleri üzerine çekmiş durumda. McCain verdiği cevapla turnayı tam gözünden vuruyor. Bush’tan farklı olarak küresel ısınma meselesine ciddiyetle sarılacağını zira gençlere yaşanabilir bir dünya bırakmak istediğini söylüyor.

Ebu Garip Cezaevi’ndeki işkenceler Amerikan kamuoyunu çok etkilemiş olacak ki McCain gençlere "Bu ülkede artık tutuklu insanlara işkence yapılmayacak" diyor.

Derken araya bir reklam giriyor.

ZİHNİ SİNİR BULUŞLARI

Yeni Amerikan buluşlarıyla ilgili.

Musluktan akan aşırı sıcak sudan elleriniz mi yanıyor? (Doğrusu benim şimdiye kadar hiç yanmadı). Musluğa takılan küçük bir alet sıcak suyun rengini değiştiriyor ve böylece suyun sıcak olduğunu anlayıp elinizi yanmaktan kurtarıyorsunuz. İnsanlık için olmazsa olmaz bir buluş değil ama neyse. Bir diğeri terliklere takılan minik ampuller. Gece yataktan kalktığınızda karyolanın ucuna ya da komodine çarpmamak için. Ampullü terliklerinizi ayağınıza geçirdiniz ama ya karanlıkta klozeti bulamazsanız? Onun da çaresi ışıklı bir klozet.

Zihni Sinir buluşlarından pek mutlu spiker soruyor: "Yoksa biz gezegenin en yaratıcı ülkesi miyiz?" Ne kadar nahif, masum bir kendini beğenmişlik. Başka bir kanalda Demokrat Parti’nın başkan aday adaylarından Barack Obama’nın karısı Michelle Obama konuşuyor.

Kendisini ve kocasını "elitist" olmakla suçlayanlara cevap veriyor. Chicago’nun işçi kesiminde büyüdüğünü, ancak Princeton ve Harvard’da okuma şansını elde ettiğini anlatıyor. "Kocam başkan seçildiği takdirde eğitim sistemindeki reformlarla benim gibi prestijli okullarda okuma şansı elde edeceklerin sayısı çoğalacak."

Michelle Obama’yı ilk kez dinliyorum. Etkileyici bir konuşmacı.

ÇOKEŞLİ TARİKAT ÜYELERİ

ABD seçimlerle yatıp kalkıyor.

Başka bir kanalda siyasi analistler tartışıyor. Yeni bir kamuoyu araştırmasına göre Amerikan kamuoyu Obama’ya daha çok güveniyor. Ekranlarda seçimlerle ilgili o kadar çok kamuoyu araştırması geliyor ki? Hangi biri doğru.

Bu arada şöyle bir alt yazı geçiyor: "Hillary, Obama’nın kazanabileceğini ilk kez kabul etti."

Derken karşıma ağlayan bazı kadınlar çıkıyor. Bir tuhaflık var zira hepsinin saçları aynı, giydikleri elbiseler aynı. Teksas’ta basılan "çokeşliliğe inanmış" tarikata mensup kadınlar bunlar. Tanrım ne ülke!

Ortada yüzlerce çocuk var. Kadınlar ve çocuklar sosyal hizmet kurumlarına teslim edildikleri için ağlıyor. Hemen arkadan Usame Bin Ladin’in peşine düşmüş yönetmen Spurlock’u dinliyorum. Usame’yi bulmuş mu peki?

Valla anlamadım zira "Usame hem her yerde, hem hiçbir yerde" diyor. Papa XVI. Benedikt işte böyle bir atmosferde ilk kez ABD’ye ayak basıyor. Başta ilginç bir ülke demiştim. İki uykusuz geceyi ekran başında geçirdikten sonra acaba "sinir krizinin eşiğindeki ülke" mi demeliydim?
Yazının Devamını Oku

Keşke babam bu tabloyu görüyor olsaydı

18 Nisan 2008
AMERİKAN Türk Cemiyeti’nin (ATS) New York’taki yıllık gala yemeğindeyiz.<br><br>ATS’nin bu yılki "Kurumsal Ortaklık Ödülü"nün sahipleri Doğuş Grubu’yla General Electric.

New York’un efsanevi otellerinden Waldorf Astoria’nın 18. katındaki gala yemeği büyük bir Türk-ABD buluşmasına dönüştü.

Siyasetçiler, işadamları, bilim insanları, sanatçılar, sporcular.

Savunma Bakanı Vecdi Gönül dahil 13-15 Nisan tarihleri arasında TAİK’in (Türk-Amerikan İş Konseyi) Washington’daki geleneksel ABD-Türkiye İlişkiler Konferansı’na katılanlar soluğu New York’ta almış.

Ayrıca New York’tan katılanları ve Türkiye’den gelenleri sayarsak davetli sayısı hayli kalabalık.

Yazının Devamını Oku