İsteyen istediği yere yapar.
Vatandaşlarının kurban ya da derisini bile nereye bağışlayacağına karar veren devlet modeli çoktan çöktü.
Devlet bu işlere burnunu soktukça insanlar inadına alternatif yerlere yöneldiler.
Ne hazin kurban derisi bile bu ülkede kavga konusu oldu.
Neyse ki bu absürd tartışma geride kaldı.
Şimdi daha çok kurban kesme işlemini şekil açısından tartışıyoruz.
Hem inanca hem de modern şehir hayatına uygunluk açısından...
Keşke şu şekil meselesini de halletmiş olsak ve meselenin özüne odaklanabilsek.
Doğrusu ben DTP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan’ın 2011’de yapılacak nüfus sayımına ilişkin “Etnik sayım yapılsın” önerisini değil, mevcut durumu ‘ilginç’ bulanlardanım. Neden mi?
Gelin filmi başa sararak anlatayım.
* * *
Cumhuriyetin ilk yılları...
Nüfusun ‘etnik ve dini’ yapısını herkes merak ediyor.
Özellikle Fransa ve Yunanistan’da yeni kurulan cumhuriyetin nüfusunu küçük gösteren, sadece 2 milyon Türk’ün yaşadığını ileri süren haberler çıkıyor.
Başbakan İsmet İnönü kaygılı.
Fakat buna rağmen 28 Ekim 1927’de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk nüfus sayımı yapılıyor. Çünkü İnönü usulüne uygun bilimsel bir nüfus sayımının yersiz endişeleri gidereceğine inanıyor: “Irk ve menşe-i din ve mezhep nokta-i nazarından suret-i tevziini (artışı) anlamak için her mahallin bütün ahalisini usulü dairesinde tadada mecburiyet hâsıl olur.”
Daha dava başlarken Başbakan Tayyip Erdoğan kendisini savcı, ana muhalefet partisi lideri Deniz Baykal ise avukat ilan etmişti.
Peki ama “cumhuriyet tarihinin bu en önemli davasının” hukuki, siyasi ya da insani açıdan “vicdanı” var mı?
Ben emin değilim. Neden mi? Gelin anlatayım. * * *
Dün Ergenekon davası kapsamında yaklaşık 9 aydır tutuklu yargılanan Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mustafa Balbay “ilk kez” hâkim karşısına çıkarak savunmasını yaptı.
Aynı gün Taraf Gazetesi Ergenekon davası kapsamında okuyan herkesin tüylerini diken diken edecek “Kafes” adlı bir suikast timinin haberini yaptı.
İki konunun birbiriyle direkt ilgisi var mı?
Azıcık vicdanı olan “var” diyemez.
Ama bakın Ergenekon iddianamesi “var” diyor.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e göre bütün mesele “algılarla olguların” karıştırılmasından kaynaklanıyor.
Algı ne?
Yargıtay ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın santral telefonları bile dinleniyorsa bizimkisi haydi haydi dinleniyordur.
Peki ya olgu?
Dün bir grup gazete yöneticisiyle bir araya gelen Adalet Bakanı Sadullah Ergin çok net konuştu: “Vatandaşlarımızın bilgi eksikliğinden kaynaklanan endişelerini anlıyorum fakat yargının dinlenmesiyle ilgili oluşan algı kesinlikle yanlış.”
Algı yanlışsa doğru ne? İşte Sadullah Ergin’in aktardığı olgular.
DİNLENEN HÂKİM VE SAVCI %1 BİLE DEĞİL
Türkiye’de 11 bin 211 hâkim ve savcı var. Son beş yılda dinlenme izni verilen hâkim ve savcıların sayısı ise 69. Bunların 56’sı Ergenekon davası kapsamında, 13’ü ise rüşvet dahil birtakım dava dosyalarıyla ilgili. Yani son beş yılda Adalet Bakanlığı’nın izniyle dinlenen hâkim ve savcıların oranı %1 bile değil. Dolayısıyla yürütmenin yargıyı kuşatma girişimi, yargının sindirilmesi, savunma pozisyonuna sokulması, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlali ve yargı bağımsızlığının yok edildiği iddiaları tamamıyla yanlış.
Habere göre Ergenekon soruşturmasını yürüten savcı Zekeriya Öz ve Fikret Seçen, Dursun Çiçek’e “ıslak imzadan darbe planına” çok önemli 14 soru sormuş.
Soruların önemini sorgulayacak değilim, savcılar gerçekten de Çiçek’e çok hayati sorular sormuş.
Fakat o sorular arasında bir tanesi var ki okuyunca tüylerim diken diken oldu.
Çünkü o soru haber koordinatörü olarak benim de dahil olduğum Hürriyet Haber Merkezi’ni birebir ilgilendiriyor.
Soru şu: “Savunma amaçlı yazdığınız mektubun Mübeccel ... isimli bayan aracılığı ile Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanması hakkında bildikleriniz?”
İsterseniz gelin 14. sorunun sırrını en baştan alarak anlatayım. * * *
4 Kasım saat 09.30’da Hürriyet İstihbarat Şefi Celal Korkut’un telefonu çalar.
Arayan bayan, Korkut’un görevini öğrendikten sonra kendisini tanıtır:
İşte o sorular ve cevapları:
1- Siz hangi tür domuz gribi aşısı oldunuz?
Novartis firmasının “Focetria®” markalı aşısı ile aşılandım. Bu aşı adjuvanlı bir aşı.
2- Amerika’da uygulanan aşıdan farkı ne?
Domuz gribi aşısını üreten üreticilerden Novartis, GlaxoSmithKline ve Sanofi Pasteur firmalarının tüm dünya için yaptıkları aşı üretimi aynı. Ülkemiz için özel bir aşı üretimi söz konusu değil. Fakat ABD’de antijen miktarı daha fazla olan adjuvansız aşı ve kısıtlı miktarda burun spreyi şeklinde uygulanan canlı virüs aşısı kullanılıyor. Kanada, AB ülkeleri ve tüm Avrupa ile ülkemizde kullanılan aşı ise adjuvanlı olup daha az antijen miktarı ile aynı bağışıklık elde edilmekte.
3- Daha mı riskli, bir de cıva oranı ne?
Kesinlikle hayır. Ülkemize şu anda sözleşmesi yapılan 3 üreticiden ikisinin aşısı teslim edildi; Novartis ve GlaxoSmithKline. Bu ürünlerin içerisinde diğer çok dozlu aşılarda olduğu gibi koruyucu olarak thiomersal (etil cıva) bulunuyor. Etil cıva, vücutta birikmez ve metabolize edilerek atılır. Aşıların içerisinde bulunan oran Dünya Sağlık Örgütü’nün izin verdiği sınır içerisinde. Thiomersal 1930’lu yıllardan bu yana güvenle kullanılıyor.
4- Aşı ihalesiyle ilgili çok fazla spekülasyon var, ihale nasıl yapıldı?
Salgın her ülkede aynı hızda yayılmıyor.
Türkiye şimdilik salgını daha hafif atlatan ülkeler kategorisinde.
Fakat bu demek değil ki Türkiye’de salgının hızla yayılma tehlikesi yok.
Zaten Bilim Kurulu bu yüzden iki ayrı senaryo üzerinde çalıştı.
İyi senaryoda salgın yaklaşık 2 milyon insanı etkisi altına alırken kötü senaryoda bu rakam 22 milyona çıkıyor.
Olumlu senaryoda ölü sayısı 400, olumsuzda 5000.
¡ ¡ ¡
Ben bu verileri de dikkate alarak başından beri Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın domuz gribi meselesini sıkı tutmasını yerinde buldum.
Çünkü bırakın kamuoyunu daha Başbakan Tayyip Erdoğan’ı bile domuz gribi aşısı konusunda ikna edememiş.
Hatta yeterince bilgilendirememiş.
Eğer geçen hafta telefonda bana anlattıklarını Başbakan Erdoğan’a anlatabilmiş olsaydı dün Meclis’te yaşanan ‘fırça krizi’ hiç yaşanmazdı.
Ama oldu. Peki neden?