Erol Aksoy

VEDA’dan sonra (5)

27 Nisan 2010
HAMLET artık eski Hamlet değil.

Yaratıcı yorumcuların eline düşe düşe tek Hamlet’ten kimbilir kaç Hamlet çıkmış.
Yaratıcıların eline düşünce, 1938 ölümlü “gerçek” Atatürk de, 1604 doğumlu “sanal” Hamlet’in akıbetine mi uğrayacak!
Veda’nın “her şeyi” Zülfü Livaneli, sanatçının “öncekileri aşma tutkusu” üzerine iki güzel örnek veriyor: “Martin Scorsese, filminde İsa’nın çarmıhtan sonra Mecdelli Maria ile evlenip çoluk çocuğa karıştığını göstermişti. Tarantino, son filminde Hitler’i sinema salonunda öldürtmüştü.”
Öyleyse niye bir “yaratıcı” çıkmasın, bir film yapıp da Mustafa Kemal Atatürk’ü de...
Veda’sını savunurken Livaneli’nin mantığı, bir “Atatürk Filmi”ni nerelere götürebilir, kestirmek güç değil herhalde.  Livaneli, ardından sonuçlandırıyor düşüncesini: “Biz böyle bir sanatçı özgürlüğü kullanmaya kalksak herhalde onun yerine çarmıhta can verirdik.”
“Sanatçı özgürlüğü” adına Atatürk de, Hazreti İsa ile Hitler’in akıbetine uğratılmış olsa, Türkiye’de yasa olmasa bile, birşeyler olur kuşkusuz. Acaba?
Olabilse...

Yazının Devamını Oku

Veda’dan sonra (4)

20 Nisan 2010
Ya “Mustafa”, ya “Paşa”... Bir “Atatürk Filmi” düşünebiliyor musunuz “Kemal”siz!

Acaba, şu olay gerçek değil mi? Selanik’te Askeri Rüştiye’ye sınavla girer Mustafa. Matematik dersinde pek başarılı olduğundan öğretmen Mustafa der ki: “Senin de adın Mustafa, benim de... Arada bir fark bulunmalı. Bundan sonra senin adın ‘Mustafa Kemal’ olsun.”
Ben mi yanlış anımsıyorum yoksa! Atatürk, imzasını “Gazi M. Kemal”, sonunda da “K. Atatürk” diye atmaz mıydı!
Zülfü Livaneli’nin “Veda”sında sanki “Kemal’e de veda” edilmiş gibidir.
‘ÖZEL VURGU’ MU?
Veda’da “Kemal” sözcüğünü ilk kez, İzmir Yangını’ndan sonra köşk günlerindeki bir davette Latife Hanım’dan duyarız. Sonraki sahnelerde filmin öyküsü Fikriye – Latife üzerine kaydığından artık Mustafa’nın Kemal’li olup olmadığının da bir önemi kalmaz.
Değerli bir yazar, besteci, icracı, yönetmen olan Livaneli -kendisinin ayrıca bir düşünce adamı olduğu da düşünülürse- “Kemal” vurgusu yapmamış olmakla “özel bir vurgu” yapmak istemiş olabilir miydi? Bir önderin imzasına özenle koyacak kadar değer verdiği “Kemal” adını aldığı olayı filmde dışlamış olması, bu vurgunun göstergesi olabilir mi? Olsun da, bu “özel vurgu” hangi anlama geliyor acaba?
“Kafamdaki dostluğun filmini yaptım” diyor ya Livaneli, “dost” diye önümüze çıkardığı Salih Bozok’un dostluğundan kuşku duyulmaz mı... Filmin öyküsü, gerçekte yazmadığı -ama Livaneli’nin yazmış gibi sunduğu- mektuba dayandırılıp sürdürülürken Mustafa, “Kemal”siz bırakılmış olmakla!

Yazının Devamını Oku

VEDA’dan SONRA (3)

13 Nisan 2010
YANIMDA oturan “Aa!” deyiverdi, “Atatürk’ün annesi Rum mu?” İlk izlenim. Nasıl olmasın ki!
“Veda”da sarı saçlı, güzel bir kadın, Zübeyde Hanım, “kırık Türkçe” ile konuşuyor. Ola ki, Selanik şivesi diye düşünülmüş. Öyle varsayılsa da,  Zübeyde Hanım’dan başka hiç kimse kullanmıyor o şiveyi. Ne kocası Ali Rıza Efendi, ne ayınları çatlatması beklenen mahalle mektebi hocası, ne mahallenin çocukları. Herkes günümüzün sıradanlaşmış Türkçesiyle konuşuyor da, niye yalnız Zübeyde Hanım’a yakıştırılmış o “Ruma çalan” ağız?
Haydi, gelin düşünmeyin bakalım, niye böyle tasarlamış yönetmen Zülfü Livaneli, Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım’ı!
Geçelim...
VE GEÇELİM...
Genç Mustafa Kemal’in anne sevgisi, yeniden evlendi diye, neredeyse bir öç alma duygusuna indirgenmiş. Filmin bir sahnesinde Zübeyde Hanım karda kışta sokaklarda bekler; yatılı olarak Askeri Rüştiye’de öğrenim görürken, artık eve gelmeyen oğlunun yoluna çıkar, evci olduğu bir gün. Genç Mustafa, yalvarışları içinde annesini arkasından sürükler gibi bırakıp gider o kış gününde. Kadınlara verdiği değer yadsınamaz bir gerçeklikse, gençliğine düşürülen bu “gölge” ile neyi vurgulamak istemiştir Livaneli?
Geçelim...
 YİNE GEÇELİM...
Sonraki yıllarına da düşen bir başka gölge: “Üniforma saygısı”. Bir sahnede mahallenin çocukları “birdirbir” oynamakta. Mustafa ile Salih, askeri öğrenci üniformaları ile çocukların oyununa katılır. Eğilme sırası Mustafa’ya gelince, eğilenlerin üzerinden bir güzel atlamıştır da, Mustafa eğilmez! “Eğilmezlik” gibi bir vurgu yapılırken, sırtlarına basa basa bir bir eğilenlerin üzerinden atlamış olmasını Mustafa’nın hangi kişilik özelliğine bağlayacağız?
Senarist Livaneli, buradan Mustafa’nın çocuklara “savaş oyunu” öğretmesine bağ kuruyor. Tahta tüfeklerle ateş edermiş gibi sürdürülen oyunda çocuklardan biri “el bombası” diye bağırıp, varsaydığı bombanın pimini ağzıyla çekerek fırlatmakta. El bombasının yapılışı 1903 yılında, ilk kullanılması 1912’de gerçekleşmiş. Mustafa’nın çatısını kurduğu bu savaş oyunu ise 1895 yılında oynanmakta. On beş yılı aşkın bir öngörü mü!
Askeri üniformayla “birdirbir” oynamak, ardından o üniformayla yerlere yatıp kalkıp bir “savaş oyunu” sürdürmek, diyelim bir “gençlik hatası”. Ya subay olup çıktığında, göğsünde bir madalyayla? O sahnede Mustafa, subay arkadaşlarıyla bir çalgılı mekanda görülür; çıkmak üzeredirler. Birden saz heyeti bir zeybek havası çalmaya başlar. Kurmay Binbaşı Mustafa birden yüreklenir, başlar zeybek oynamaya. Gerçekten güzel oynar. Üniformanın düğmeleri çözülmüş, göğüs bağır açık ve madalya savrulmakta!
Mustafa Kemal’in üniformalı resimlerine baka baka, kendimizi koşullandırdık mı acaba!
Geçelim.
Ama geçemeyeceğimiz bir şey var Veda’da: O, neredeyse hiç “Kemal” olamamış! 
“Mustafa” ile “Paşa” arasında kalan Atatürk’ü, Veda’dan öğrenmeyi haftaya bırakalım.
Yazının Devamını Oku

Veda’dan sonra (2)

6 Nisan 2010
“Veda”yı yeniden izledim.

Şaşırdım iyice! Ödüllü filmler yönetmiş, “tarih danışmanlarımız, asker uzmanlarımız var” diyen, Atatürk’ü bilmemesi düşünülmeyecek olan Zülfü Livaneli’nin, senaryosunu yazıp yönettiği, “Türklerin tek Atatürk filmi” diye sunduğu “Veda”da, “resmi tarih”e karşı olduğunu varsaysak bile, bu denli kendine “özel tarih” içinde Atatük’ü anlatması, gerçekten şaşırtıcı.
Bu yargıya nasıl vardım, filmde sıkça ortaya çıkan o “yanıltıcı” sahneleri anımsatarak anlatmaya çalışacağım.
“OLMAYAN, OLMUŞ GİBİ” BAŞLAMAK
“Veda”, gerçekte olmayan, ama varmış gibi gösterilen bir “mektup” üzerine dayandırılmış: Mustafa Kemal’in çocukluk yıllarından arkadaşı Salih Bozok’un oğluna yazdığı “mektup”. Salih Bozok’un hiçbir zaman yazmadığı, ama Livaneli’nin kendi yazıp “yazılmış” gibi sunulan “mektup”, filmin bütün öyküsüne yön veriyor.
Öyleyse, gerçeği gerçekten bilmeyen bir kişi olarak, şöyle bir sonuca mı varacağız: “Filmde yanlışlıklar, saptırmalar varsa, bu, Salih Bozok’tan kaynaklanmaktadır.”
“Bu bir dostluk filmi... Kafamdaki dostluğun filmini yaptım” diyen Livaneli, “gerçeği değiştirme” ve “Kurtuluş Savaşı’nı neredeyse görmezden gelme” gibi, maddi hatalarla birlikte sayısı bir hayli fazla aykırılığı “kendine özel tarih” içinde o “yazılmamış” mektuba bağlamış olmakla, daha ilk elde, Salih Bozok’un “dostluk” adına harcanması anlamına gelmiyor mu!
DAHA İLK ADIMDA ÇELİŞKİ

Yazının Devamını Oku

Veda'dan sonra (1)

30 Mart 2010
Ve geldik Veda’ya.

Bir hayli tartışmalara yol açan Zülfü Livaneli’nin Veda’da Atatürk’e yaklaşımını değerlendirmeye kalkışmam hem zor olacak benim için, hem de çok kolay.
Zor olacak, çünkü Livaneli, yazdığı kitaplarını, ödül kazanmış filmlerini, 1970’ler sonrası gençliği etkilemiş bestelerini ve UNESCO elçiliğini de anımsatıp Veda’yı savunuyor; kimi yerde savunmanın da ötesinde, ‘beğenilmedi’ diyenleri “yalan söylüyorlar” deyip suçluyor.

Kolay olacak, çünkü, Cumhuriyet’e varan süreçte ve çağdaşlığa açılan yollarda sürekli karşımıza çıkan Atatürk üzerine, TRT’de çalıştığım yıllarda bir hayli televizyon programı üretme görevi yüklenmiş olmakla, ayrıntısına inerek de Veda’yı değerlendirebileceğim bir altyapı birikimim olmalı. Hele Afet İnan, Şevket Süreyya Aydemir, Yaşar Nabi ve Ord. Prof. Enver Ziya Karal’ın katıldığı bir televizyon programında açık oturumu yönetirken ne denli “Atatürk cahili” olduğumuzun ortaya çıktığını anlamış olmakla.

Bu arada, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açtığı yarışmada Nutuk’tan yola çıkarak yazdığım tiyatro oyununun ilk ödülü kazandığını da eklemek zorundayım.
Böyle bir giriş yapmam, kendimden söz etmek istediğim için değil kuşkusuz; “yalan söylüyorlar” gibisinden bir suçlamayla karşı karşıya kalmamak için.

Yazının Devamını Oku

Şiirden İzmir’e kalan

23 Mart 2010
KENT halkına kaldırımdı, parktı, evlenmelerdi gibi hizmetler götüren bir yerel yönetimin başında bir şair olunca, “güzel sanatlar” denen “vazgeçilmezlerin son neferi” ön sıralara doğru yürümek için ayaklanıyor. 19 Mart’tan başlayıp 3 gün süren 6. Uluslararası İzmir Şiir Buluşması’nın ilk gününün akşamı, İzmir’de toplaşmış yerli yabancı şairlerin Alsancak’ın orta yerinde, oyun havaları eşliğinde yürüdüklerini gördüm de, böyle düşündüm.
Milletvekilliği, bakanlığı geride bırakıp da Konak Belediyesi’ne “başkan” olmakla “doktoralı” Hakan Tartan, çocuklar gibi şen, yürüyenlerin arasına karışmış, kent insanına sanatın güçlü soluğunu getirme kavgasında herhalde daha nice yürüyüşe çıkacağının ayrımındaydı.

HOMEROS’UN OLMADIĞI AKŞAMLAR

Alsancak, sokaklarda yaşar akşamları. Yenir, içilir, yaşamın sıkıntıları binbir gevezelikle geçiştirilir. O akşam da, hiç sanmam ki, o masalarda insanlar birbirlerine, kırık dökük de olsa, bir şiir mırıldanmış olsun.
Çelişki ya da aykırılık burada ya!
Hakan Tartan, “dünya şairi Homeros’un İlyada Destanı’nı ilk olarak Melez Çayı kıyılarında” dizeleştirdiğini, İzmir’in Atila İlhan, Necati Cumalı, Salah Birsel gibi şairler yetiştirdiğini söyleye dursun, akşamları Alsancak sokaklarında şiirin sesi, yudumlanan içkilerin bir damlasından daha ötede değildir.
Öyle de, geri mi duracak sanatın yürüyüşü! Değil kuşkusuz.
Hemen geldi yeri, bir öneri: Ünlü film yıldızlarının Hollywood Bulvarı kaldırımlarına el ve ayak izlerini işlemeleri gibi, Konak’ta bir yerde, Türkiye’nin seçkin sanatçılarının da “izlerini” bırakacakları bir sokak niye olmasın.

BAŞLADI, BİTTİ VE VEDA

Belediye Başkanı olarak Hakan Tartan’ın “Yeni buluşmalar için ‘Şiire Elimizi Verip, Sevgiye Yürümeliyiz’ diyorum” deyip başlattığı bu yılın  6. Uluslararası İzmir Şiir Buluşması’nın onur konuğu Ülkü Tamer’di; konuk ülke ise, altı ünlü şairiyle gelen, Mekadonya.
Üç gün boyunca Eşrefpaşa’daki Akçiçek Kültür ve Sanat Merkezi’nde sürdürülen “buluşma”dan İzmir’e ne kaldı? Bunun değerlendirmesini şimdilik ileriye bırakıyorum. Geçen haftadan kalan bir sözüm vardı, “şiir buluşması” güncelliğini yitirmesin diye, onu da geri bırakmış oldum: Zülfü Livaneli’nin senaryosunu yazıp yönettiği “Veda”.
Geçen haftaki yazımı, “Ve şimdi Veda’yı izleme zamanı. Bakalım Veda’dan önce söylediklerime veda mı edeceğim, yoksa bir “Atatürk Filmi”ne daha “elveda” mı diyeceğim” diye bitirmişim.
Gittim, gördüm “Veda”yı, şimdilik söyleyeceğim, gelecek haftaya kadar sizlere “veda” ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Veda’dan önce

16 Mart 2010
BUGÜN bir şey deneyeceğim. İzlemediğim bir filmi eleştireceğim. Atatürk üzerine kurulmuş son film: “Veda”.

Filmin senaryo yazarı da, yönetmeni de Zülfü Livaneli. Bir film “izlenmeden önce” değerlendirilebilir mi? Livaneli’ye göre bu, sanata da sanatçıya da saygısızlık, üstelik “azarlanacak” bir durum. Bir televizyonda yayınlanan “söyleşme”den çıkardım bu yargıyı. Güler güzlü sunucu “hanım” filmin eleştirilmesi üzerine soruyor: “Ne dersiniz?” Livaneli soruyu soruyla karşılıyor: “Filmi seyrettiniz mi?” Yanıt: “Vaktim olmadı.”
Sayın Zülfü Livaneli’nin karşılık sözleri bir hayli ilginç: “Benim yurtdışında kitaplarım çıktığı zaman, filmlerim çıktığı zaman benimle röportaj yapılacağında çok uzun uzun çalışıyorlar da bana ne sorular soruyorlar.”
Şimdi ben de aynı “yetersizlik” içine düşmüş durumdayım. Çünkü, Livaneli konusunda “çok uzun uzun” çalışma yapmış değilim. Üstelik filmi de görmedim.
LİVANELİ’DEN ÇIKTIM YOLA
Sayın Livaneli iki şeyi birbirine karıştırıyor olmalı. Söz konusu olan Livaneli’nin “çok değerli” bir kişi olup olmadığı değil, senaryosunu yazıp yönettiği ve halkın izlemesine sunduğu “Veda” adlı film. Ve bu film, bir aşk ya da serüven filmi değil. Film, halkını ulus olma bilincine inandırarak sürdürdüğü bir bağımsızlık kavgasının sonunda gerçekleşen “Cumhuriyet” düzeninde, bu kez o ulusun yapı taşlarını çağdaş uygarlık değerlerine oturtmuş bir devrimci üzerine. Ve o Mustafa Kemal, o Atatürk.
Livaneli’nin “çok değerli” oluşu, onun sunuşundan yola çıkıp Mustafa Kemal Atatürk’ü anlayıp kavrayışımızın güvencesi olabilir mi? Şöyle diyelim mi: “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde.”
YALAN VE GERÇEK

Yazının Devamını Oku

Öykünün sonu

9 Mart 2010
“Yıktık perdeyi, eyledik viran” deyip Öykü Günleri’ni ortaya getirdik. “Sahibine haber vereyim heman” diyenler olduysa, ne güzel!

Yıkmak kolay da, yapmak? İş bu yazı, biraz teknik de olsa, bunu anlatır.
Halka açık bir “kapalı salon toplantısı”, konunun içeriğine bağlı olarak, ya çelişik görüşleri savunanların birbirleriyle çekişmeleri, tartışmalarıyla geçer ya da ‘bilen kişiler’in birbiri ardından söz alıp toplantı konusunu işlemeleriyle gerçekleşir. İzlemeye gelenler açısından bakınca, “çekişmeli” toplantıların daha canlı, daha “taraf tutmaya” elverişli olduğuna kuşku yok.
Bir sanatçının “onur konuğu” olarak öne çıkarılıp, onun ilgi alanı çerçevesinde konunun yoğunluk kazandığı Öykü Günleri, Şiir Günleri biçiminde düzenlenen sanat yaklaşımlı toplantılarda ise, konuşmalar tanıtma – inceleme – değerlendirme yaklaşımlı. Konuşmacıların birbirlerine üstünlük sağlamaları değil de dinlemeye gelenlerin “yararlanma” önceliği önem kazanıyor.
DIŞA ATILMAK
Oysa 9. Öykü Günleri, Eşrefpaşa Akçiçek Kültür Sanat Merkezi Salonu’nda, günden güne düşen bir izlenme yüzdesiyle sürdü gitti. Konuşmacıların değeri, niteliğiyle ilgili değil bu sonuç; dinleyicileri “dışta” bırakan bir yöntemin seçilmiş olması yüzünden. Çağrılı öykücü - denemeci – eleştirmen – yayıncı sahnedeki koltuklara oturuyorlar, başlıyorlar birbirleriyle konuşmaya. Sahne ışıklandırması özensiz, ses düzeni yetersiz. Elden ele dolaşan mikrofonlar!
Dinlemeye gelmiş olanların “dışa atıldığı” böyle bir toplantı biçimi olur mu! Toplantı, konuklar birbirleriyle söyleşsinler diye yapılıyor sanki. Böylesi kapalı salon toplantılarında değişmeyen bir yöntem var: Sahnede uzun bir masa ve  arkasında konuşmacılar. Konuşmacılar, yüzleri dinleyenlere dönük, birbirlerine değil, doğrudan dinleyenlere seslenmekte.
Öykü yazarı ya da şairlerin ya da çağrılı konukların, kendilerini dinlemeye gelmiş olan halkla “buluşamaması”, bu Günler’in herhalde en önemli açmazı. Ola ki, bir öykü ya da bir şiirini okumuşsunuzdur da, ya sayısı elliyi bulan çağrılılar arasından nasıl seçip belleyeceksiniz yazarını! Birbirini bilenler bilir de, ya halktan biri? Bu da “dışa atılma”nın bir başka yansıması. Batımızda uzanan uygar ülkelerde yöntem belli: Çağrılı konuklar kim olduklarını yazan bir “yaka kartı” taşıyor.

Yazının Devamını Oku