Erol Aksoy

İzmir’i 2010’la yaşamak!

5 Ocak 2010
‘2009’ dedikleri yılın o son günü, “aralık” deyip aralanırken 31’den 1’e, ‘2010’ oluvermiş kendiliğinden.

Niye seviniriz bilmem, eskitmişken bir bir o günleri!

Ve birden, bir geceyarısı, yarıp da o geceyi, bir “eski”yi “yeni” yapıveren o büyücü kimbilir kimdir bilmeden, umutlanmak, sevinmek, yeniden beklemeye durmak.

Eski üzerimize yapışıp kalmış olsa da, yeniyi giyindiğine kanmak!  Olabilir mi, kurtulmak geçmişten bir gecenin yarısında, koyu karanlıkta, bir günlük bir adım atmış olmakla!

Eskiyle sürünmektense yeniyi giyinip de bir ömrü sürdürmek, umutların yeldeğirmenine vazgeçilmeyen bir saldırış ise niye olmasın.

Yazının Devamını Oku

Cüneyt Gökçer de...

29 Aralık 2009
24 Aralık’tı, Urla’dan kalkıp İzmir’e, Karşıyaka’ya gittim. Devlet Tiyatrosu’nda Dukovski’nin “Barut Fıçısı”nı izleyeceğim.

Oyun başlayacak derken sahneye bir sanatçı çıktı.. Elinde bir kağıt.

Sahneye sanatçı çıkıyorsa böyle... Ya Dünya Tiyatrolar Günü’dür, ya da... Cüneyt Gökçer ölmüştü.

“Sanatçılar ölmez” desek de, Türkiye’nin en büyük son ustası ölmüştü işte. Ayağa kalktık bir dakika öylece durduk, saygıyla andık onu. Onu tanımayanlarla, hiç bilmeyenlerle birlikte.

BIRAKILMIŞ İZLER
Cüneyt Gökçer’den geriye ne kaldı, güçlü sanatçılığından, Ankara Konservatuvarı öğretmenliğinden ve özellikle 1958’de başlayıp 23 yıl süren Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’nden?

Yazının Devamını Oku

Egeart Sanat Günleri’nin ardından

22 Aralık 2009
HİÇ böylesi oldu mu acaba; böylesine çeşitlenmiş, uzanabildiği her yere açılmış bir sanat şenliği! Bir şenlik ki, sessiz; bakışlarla duyumsanabilen, sezilebilen. Gözlere akıveren, bir ses yükselse yitip gidecekmiş gibi bir büyülü bir evren.
Sayılı günlere sığıp geride kalıveren 3. Egeart Sanat Günleri, bir yaşama sevinci bırakıp da gitmiş olmalı. İktidar hırsına, yer kapma tutkusuna, kavgaya, çekiştirip parçalama sevdasına kendini kaptıranlar sanatın sessiz haykırışını duydu mu acaba!
ÇAMUR, KEÇE VE ÜNİVERSİTE
İzmir’in 13 yerinde 20 yabancıyla birlikte 412 sanatçının 2013 sanat yapıtı! Çamurdan keçeye kadar sanatçılar ellerinin uzandığı her yerden bir sanat çıkarmış olmalı.
Artık “sanat günleri”ne dönüşmüş olan 3. Egeart, açılış törenine katılmış olmakla ya da etkinliklerinden birini görmüş olmakla kavranabilirliğin çok ötesinde. Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz’dan Atatürk Kültür Merkezi yöneticisi Serpil Zeytin’e uzanan bir zincir içinde Yürütme, Sanat Danışma, Seçici kurullarının uzun bir hazırlık süreci sonunda 3. Egeart Sanat Günleri’ni kurgulayıp sunmaları, İzmir adına bir seçkinlik çıkışının belgesi.
Bir yanda Endonezya’dan gelerek kukla yapımı öğretip de oynatan,  keçeyi ayak altından alıp tuvale dönüştüren, liflerden sanat üretenlerden tutun da öte yanda resme, heykele, fotoğrafa -haydi uzatmayalım- her nesneye sanatın soluğunu katan sanatçıların gücünü İzmir’in 13 yerine yayıp sergilemek, temeli bilime dayanan, içinde hiçbir güzel sanatlar bölümü olmayan Ege Üniversitesi’nin görevi miydi!
“Ulusal değerlerimizden kopmadan, ama evrensel bir bakış açısına sahip, bireyler yetiştirmeyi hedef alan Ege Üniversitesi’nin sanata ve sanatçıya karşı özel bir ilgisi bulunmaktadır. Her şeyden önce, duygu ve düşünce dünyamızı besleyen sanatın üniversite yaşamının ayrılmaz parçası olduğu çok açık bir gerçektir. Bir üniversitede, alanı ne olursa olsun, sanatla beslenmeyen bir eğitim, eksik kalacaktır.”
Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz’ın bu sözleri, içlerine gömülüp kalmış kimi üniversitelere, YÖK kavgasına tutuşmuş olanlara yol gösterir mi acaba?
3. Egeart Sanat Günleri’ne “Sanatı Yaşamak İçin” özdeyişini seçmişler. Ülke gerçeğine bakıp da, “Sanatı Yaşatmak İçin” demek daha gerçekçi olurdu hani.
VE BİR ÖNERİ
Bir öneriyle bitirelim, ne yazsak Egeart’ın değerini anlatmaya yetmeyecek bu yazıyı: 13 yerde ayrı ayrı, kendi değerleriyle kapanıp kalıveren o sergiler, yıl boyunca Atatürk Kültür Merkezi’nde niye yeniden açılıp canlandırılmasın!
Yazının Devamını Oku

Köyden gelse de

16 Aralık 2009
YOLUM bir otele düştü Balçova’da. Lokanta içinden geçilip gidilen genişce bir koridora gelmişim.

Bir kadın... Şalvarlı, başörtülü. Oturmuş kolçaklı bir sandalyeye. Sandalyenin iki yanında birer tekerlek.
 Benim ilk izlenimim böyleydi: İnsan ayağının pek uğramadığı bir koridor ve koridorda tekerlekli sandalyede şalvarlı bir kadın.
 Bir resim sergisine gelmişim!
 Adı Meryem Düzgünkaya’ymış, 1963 doğumluymuş, Karabağlar’ın Kavacık Köyü’ndenmiş. Mutluydu Meryem, “Benim ilk resim sergim” diyordu.
 Hani hevesliler olur, bulur bir köşe, açar bir sergi. Meryem Düzgünkaya da üç yıl önce resim yapmaya heves etmiş olsa da, ona bir köşe bulmuş olsalar da, sergilenen yağlı boya resimleriyle ‘hevesli’ aşamasını bir hayli geçmiş görünüyor.
KÖYDEN ÇIKMAK
 Yazıp şöyle anlatmış kendini: “Bir özlem vardı içimde – Bir ışık – Bir umut - Bir arayış – Bir bekleyiş – Ve bir gün – Bir ressam geldi köyümüze -  Bir ışık doğdu hemen kalbime – Kağıdı kalemi verdi elime – Başladım çizmeye - ...Yıllardır içimdeki özlemi – Tuvalime açtım – Tüm dünyaya haykırıyorum – Ben resim yapmasını çok seviyorum...”

Yazının Devamını Oku

Ve ‘Carmina Burana’

8 Aralık 2009
‘Carmina Burana’, Ahmet Adnan Saygun’da İzmir Devlet Opera ve Balesi’nce sunuluyor.

Cümle küçük olsa da, sözcüklerini açmaya kalkışınca, bu yazıya sığmayacak gerçekler gizliyor. Çok açılmadan sondan başlayalım:
İzmir Devlet  Opera ve Balesi,  Elhamra Sineması’nın “kısıtlı” sahnesinden Ahmet Adnan Saygun’da alabildiğine “özgür” bırakan bir oyun yerine kavuşunca, ne denli güçlü bir topluluk olduğunu belgeliyor. Yıllarca gölgelerde bırakılıp da güneşe kavuşmuş gibi.
Ahmet Adnan Saygun Kültür Merkezi, Türkiye’de bir eşi olmayan, sanata adanmış bir anıt sanki, görkemli. Öyle ki,  “konser salonu” olarak tasarlanmış yapısıyla değişik sanat etkinlikliklerine yasak koyacak kadar özenle, duyarlılıkla gerçekleştirilmiş. İzmir adını yücelten benzersiz bir yapı olduğu doğru da, kentin sanat öncelikleri adına düşündürücü. Yatırım büyüklüğü/etkinlik adedi arasındaki oranı yukarı çekilebilmek için Başkan Aziz Kocaoğlu, sanata duyarlı bir yaklaşımla, Ahmet Adnan Saygun’da İzmir Devlet  Opera ve Balesi’ne yer açmış. Balkonuyla 1225 kişilik salon her ‘Carmina Burana’da dolup taşmakta.
YA ‘CARMINA BURANA’ 
13.yüzyıl boyunca kimin tarafından derlendiği bilinmeyen çok sayıda şiir ve şarkının el yazmaları Münih yakınlarındaki bir manastırda 1803 yılında ortaya çıkar. Carl Orf, bu şiir ve şarkılardan yola çıkarak 1935’te bir kantat olarak ‘Carmina Burana’ yı besteler . Sonraki yıllarda ‘Carmina Burana’nın, müziğini geriye çeker gibi bale eşliğinde sunulması bir gelenek olur neredeyse. 
‘Carmina Burana’nın özellikle Türkiye’de sık sık çalınır olması, kuşkusuz Carl Orf’un müziğinin etkileyici görkeminden. Yoksa  arada bir Almanca’nın da karıştığı “latince” söylenen sözleri anlayıp da müziği daha derinliğine duyumsamak olasılığı yok. Ne olduğu anlaşılmayan sözler eşliğinde bir müzik!
BİR DOĞAL SANSÜR

Yazının Devamını Oku

Seçkin kent olmak

1 Aralık 2009
Dedim ya, İzmir’e Darwin geldi de, geriye düşüverdi “Vardı Bir Kültür Çalıştayı” diye başlayıp sürdüreceğim yazılar. Zaman çabuk eskitiyor “güncel” olanı, önemi yitip gitmiş olmasa da. Dediler ki, aradan bir ayı aşkın süre geçmiş olsa da yine güncel olacakmış İzmir Kültür Çalıştayı. Sonuç bildirgesi yazılmış, ancak katılanların yazılanlara katıldıklarını bildirmeleri bekleniyormuş. 106 kişinin ortak bir açıklaması ortaya çıkacak, Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun deyişiyle, “İzmir’i kültür ve sanatta önce Akdeniz de, sonra da Akdeniz’in gücüyle Avrupa’da bir dünya kenti haline getirmek...” hedefi üzerine.
MİHENK TAŞI GİBİ
Kültür ve sanatını yurtdışına taşıma hedefi üzerine kurulu bir açılımın yeniden güncel olmasını beklerken bir başka olay İzmir’i güncelleştiriverdi bütün yurtta. Bir siyasal partinin, sokaklarında dolaşması, o kentin kültüründe bir yansıma bulur da, o yansıma nasıl bir sonuç doğurur?
İzmir’in Osmanlı dönemi günlerinden geçip gelen, Cumhuriyet’le son bulan geçmişiyle “muassır - çağdaş” olma aşamasını çoktan geride bıraktığını bugün bile kavramayanların bulunduğu anlaşılıyor. Ya da “muassır” olmak kendi kapanıp kaldıkları dünyalarına uymadığından. 
Yine de İzmir’i bir yoklamaktan kendilerini alamayanlar çıkar zaman zaman. Daha Cumhuriyet emekleme yıllarındayken, 1926’da, Atatürk’e suikast için İzmir’i seçmeye kalkışanlar olur. Demokrasiye adım atmak adına Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunu, karanlık özlemlerini gerçekleştirecekleri bir kapı diye belleyenler, neredeyse bir kalkışmaya çevirecekleri açıkhava toplantısı için, 1930’da, İzmir’i seçerler.
Niye anlamazlar bir türlü, İzmir, Batı’nın yayılmacı güçlerinin desteğiyle düşmanın Anadolu’nun bağrına girdiği ilk yerdir de, yine ilk yerdir Kurtuluş’un inançlı gücüyle o düşmanın denize döküle döküle çıkıp gittiği. Bir ulusun tarihinde böylesine onurlu yer edinmiş bir kenti, yıllar sonra “muassır” olmanın tanımlaması değişip genişledi, ayrıntıya dalıp yorumlarla çelişik yaklaşımlar ortaya çıktı diye yeniden yoklamaya kalkışanlar olursa, kuşku yok ki, o kent kendi kültürünün özünde saklı duran tepkisini ortaya koymayacak mıdır? 
SEÇKİNLİĞİN SON ADIMI
Kentleri, içinde yaşayanlar seçkinleştirir. Geçmişinde taşıdığı ayrıcalıklı değerlerleri bir yana, ticareti, sanayii, tarımıyla öne çıkması da bir yana, çağdaşlık inancından hiç ödün vermeyen yaşayanlarıyla İzmir seçkin bir kenttir.
Ve son adım, İzmir’i Türkiye’nin dışına taşırmak. Kültür Çalıştay’ı o adımı atacak mı?
Yazının Devamını Oku

Eyvah! Darwin İzmir’de (2)

25 Kasım 2009
SERGİSİYLE çoktan gitti de, derdiyle de çekip gitti mi, acaba şu İngiliz Darwin! 200 yıl önce doğup 150 yıl önce de Adem ile Havva’dan yaradılışlığımızı kurcalamaya kalkışmasından değil de, demokratikleşmemiz güç bulunduğundan güç barınır olmalı Darwin kafasındakiler! “Türlerin Kökeni Üzerine” adlı yapıtının 150 yıl önce yayınlanmasını kutlayalım diye British Council, “Darwin - Now” adıyla düzenlediği sergiyi çeşitli ülkelerde dolaştırmış, sonunda Türkiye’ye de getirmişti.
GELENİ OLMASA DA
Doğrusu ya, sergi bir lisenin düzenleyeceğinden çok farklı değildi; İzmir’in ıssız bir köşesinde -çağdaş bir kültür alanı olarak yeniden yaratılmış olsa da, yine de gözden uzak Havagazı Fabrikası’nda- Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan Tartan’ın sunuşuyla açılmıştı. Benim gittiğim gün, benden başka kimse yoktu sergide. Işıkları neredeyse yarı kapatılmış geniş boşlukta bekliyordu bir görevli, “Okullar geldi” dedi.
“Okullar geldi.” Ve bu sözcüklerle, yazıya boğulmuşluğuyla görsellikten çok kitap özeti gibi duran Darwin sergisi, birdenbire “Now – Şimdi – Tam Zamanı” oldu bencileyin, güncelleşiverdi birden. İzmir Atatürk Lisesi’nde biyoloji öğretmenimizin anlattığı evrim kuramını, bizlerin “maymundan gelmişiz” diye kestirip attığımız, sonra da birbirimize maymun gözüyle bakıp gülüştüğümüz günleri anımsıyorum. 1950’nin hemen sonrasında bile hiç aklımıza gelmemişti Darwin’in evrimsel inadı ile kutsal kitaplardaki Adem ile Havva inancını karıştırmak, birbiriyle karşılaştırmak. Demek o günlerde biz, “Maymun Davası”nı siyasete bulaştırıp bir öğretmeni hapse atmış olan Amerika’dan ilerdeydik kutsal kitapların dedikleriyle bilimsel düşünceyi boğmamaktan yana.
Demokrasi, özgür düşünce ve sonrası: İktidara varan yollarda dinsel bakışı kurcalaya kullana bir kıpırdanış ve diriliş! Ama ne diriliş!  1950’ler çok geride kalmışken öylesine soluğu güçlenmiş ki, “ölmüş” Darwin’i Türkiyemizde bugün de “diri” tutmanının kaçınılmazlığını vurguluyor..
HAYATTA KALMAK
Uçsuz bucaksız ıssızlıklarda yıllarca fosil, böcek, bitki inceleye inceleye sonunda söylediği gerçekte ne Darwin’in: Bütün canlı türleri doğal seçilim yoluyla bir ya da birkaç ortak atadan evrim geçirerek varolmuştur. Evrimi tetikleyen, bilinmez bin yıllar boyu sürüp gitmiş hayatta kalma savaşıdır. Süreç boyunca yaşamın karmaşık ve zaman zaman değişen koşullarında kendisini güçlü kılan değişimi yakalayınca, her canlı, bir evrime uğrar. Güçsüz olan elenmiştir.
Doğrudur, “Darwin”, ülkemizde her an canlanmaya hazır bir çekişmeye tuzak kurmuş “ölmüş” bir adamın adıdır. Doğrudur, Türkiye’de pek bilinir olması bilim adamı olmasından değil de, varolma gerçeğini kutsal kitap Kuran’la sınırlandırma inancındakilerin hedefi olduğu içindir.
Ve doğrudur, “laik” söylem ve Darwin’i anlamak, Türkiyemiz demokratikleştikçe aynı sığınakta tutunup toplumsal evrimleşme adına “doğal elenme”ye uğramamanın savaşını vermektedir.
“Okullar geldi.” O okullarda “Maymun Davası”nın, “Ayla Öğretmen”in öğretmenleri varsa diyelim, “İyi ki, Darwin İzmir’e geldi.”
Ya yoksa?
Yazının Devamını Oku

Eyvah! Darwin İzmir’de (1)

17 Kasım 2009
DUYDUM ki Darwin gelmiş, “şimdi” diyor. Ben de gittim, gördüm; bu yüzden geriye düşüverdi “Vardı Bir Kültür Çalıştayı” diye başlayıp sürdüreceğim yazıların üçüncüsü. Koskoca Darwin bu, 200 yıl sonra gelmiş dayanmış İzmir’e, kim dayanabilir ki! British Council, “Darwin’in doğumunun 200. ve Türlerin Kökeni Üzerine adlı yapıtının yayınlanmasının 150. yılı dönümü” deyip bir sergi düzenlemiş. Serginin adı “Darwin NOW”. Nasıl anlasak acaba? “Darwin ŞİMDİ” mi, yoksa “Darwin TAM ZAMANI” mı?
“Darwin”, ülkemizde her an canlanmaya hazır bir çekişmeye tuzak kurmuş “ölmüş” bir adamın adıdır. Adının Türkiye’de pek bilinir olması bilim adamı olmasından değil de, varolma gerçeğini kutsal kitap Kuran’la sınırlandırma inancındakilerin hedefi olduğu içindir. Çocuklarımız da Darwin adını daha bilim nedir, bilim adamlığı nedir bilmeden “insan, maymundan gelir” diyen adam diye bilir Darwin’i. Son yıllarda dolmuşların dikiz aynalarına “Allah’tır insanı yaratan” gibi sözcüklerle bezenmiş yazıların asılmasının yaygınlaşmasını bile Darwin’e borçlu olsak gerek.
BUYRUN, İKİ ÖRNEK
O Darwin iki kez benim de başıma “dert” açar olmuştur. Yıl 1974. Bülent Ecevit ‘tarihsel yanılgı’ deyip Necmettin Erbakan’lı CHP - MSP koalisyonunu kurmuş. O günlerde Ankara Devlet Tiyatrosu’nda “Maymun Davası” oynanmakta. 1920’lerde Amerika’da yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazılmış, filmi de çekilmiş ünlü bir oyun. Bir biyoloji öğretmeni sınıfta Darwin’in evrim kuramından söz edecek oluyor da, “yaradılış inancı ile İncil’in sorguladığı” gerekçesiyle mahkum oluyor. Siyasal çıkarlar da işin içine girince Amerika çalkalanıyor o yıllarda.
CHP - MSP koalisyonu derken
TRT’nin başına da -TRT yayınlarına gerçekten taze soluk getiren- İsmail Cem gelmiş. Ben de Kültür Yayınları Müdürü’yüm, “Sanat Çevresi” adında program yapıyorum. “Maymun Davası”ndan bazı bölümlerin çekimini bitirmişim, “Sanat Çevresi”ne koyacağım. Gitmiş haber Genel Müdür’e, çağırmış beni, bütün inceliğiyle öğrenmek istiyor çekilen sahneleri. Bir yandan “Maymun Davası”nın izlenmesi gerektiğini vurgularken bir yandan da Milli Selamet Partisi boyutunu gözardı etmemek! Genel Müdür İsmail Cem’in gülümseyerek teşekkür edişini anımsayıverdim şimdi. Bir garip tecelli, yıllar sonra İzmir’de sahneye konan “Maymun Davası”nda yobaz rahip rolünü oynamak bana düştü!
Yıl 1991. Özal Cumhurbaşkanı, ANAP hükümeti kurmuş. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Bozkurt Kuruç. Ben de İzmir Devlet Tiyatrosu Müdürü olmuşum. Ekim’de İzmir Devlet Tiyatrosu açılıyor. Kuruç “Ayla Öğretmen” ile açılış yapmamızı önerdi, “İzmir gözden uzak nasıl olsa, tepki gelmez.”
“Ayla Öğretmen”, Orhan Asena’nın bir oyunu. “Maymun Davası”ndaki gibi bir kasaba okulunda öğretmen Ayla, Darwin’i anlatmaya kalkar ve “kasabanın inançlıları” ayaklanır, öğretmenin sonu sürgündür.
İzmir gözden uzak olsa da, haber Ankara’ya tez ulaşır. Devlet Tiyatroları’nın bağlı olduğu Kültür Bakanlığı Müsteşarı devreye girer. Sonuç? Genel Müdür’den bir telefon. Dengeleri koruma adına Fikret Tartan’ın sahneye koyması tasarlanan “Ayla Öğretmen” sahneye çıkma onayı alamaz. Yerine sahneye hangi oyun geldi derseniz... “Deli Emine”.
SURET, SURAT VE ÖTESİ
British Council’in 25 ülkede dolaştırdığı “Darwin NOW” sergisi üzerineydi bu yazı, değil mi? Bir bilim dergisinin kapağına çıkartılmayacak kadar gözaltında tutulan “ölmüş” bir adam, bir dokunmaya kalkışın, yaşayanları birbirine düşürüyor! Ve o Darwin 150 yıl sonra İzmir’deydi! Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan Tartan’ın “İzmir’in gülen yüzü” adına açılışını yaptığı sergi, kimi asık suratlarda bir ufak gülümse yaratmış mıdır acaba! O suret’ten başka bir şey olamayan surat’lar serginin semtine uğramış mıdır, nereden bilelim!
Haftaya Darwin’le bir kez daha yüzleşelim.
Yazının Devamını Oku