21 Aralık 2006
FEDERASYON yetkilileri kulüp temsilcileri, mülki idareciler, emniyet görevlileri, futbol terörüne engel olabilmek için toplantılar yapıp bir dizi önlemlerin alınmasını kararlaştırdılar. "Futbol karşılaşmalarına deplasman takımının seyircisinin alınmaması" da önlemler arasındaydı. Ancak birileri buna karşı çıkıp bastırınca aldıkları kararların arkasında duramadılar, eski karmaşaya geri dönüldü.
Hollanda’da belediye bizimkine benzer biçimde maçların 5 yıl deplasman takımının seyircisi alınmadan oynanma kararı alıyor ve uyguluyor... (Ajax-Den Haag) Misafir giden 1500-2000 kişi ile ne abad ne de berbat olunur. En büyük sakıncası da 2000 kişinin karşısına 3000 polisin dikilmesidir. Zaten genç ve deneyimsiz bu polisler görevlerini yapamayıp sadece kaba güç ve biber gazıyla yaklaştıkları seyirciyle aralarındaki köprüleri atıyorlar. Böylece arada tamiri mümkün olmayan soğukluklar doğuyor. Sonra ayıkla pirincin taşını...
Saha kapatma ve seyircisiz oynama müeyyideleri ile efendi seyirciye ceza verilmiş oluyor. Kombinesi olmasına rağmen maça giremiyor.
Güzel besteye özendirin
En çok üzüldüğüm, belki de birlikte yaşadıkları evden sabah beraber çıkan polisle kardeşinin karşı karşıya gelmesi... 20 yıldır polis derneklerinde iyi - kötü hizmet veriyorum. Çoğu yüksek okul öğrencisi olan seyirci neden polis kardeşiyle karşı karşıya gelsin? Aldığı emirleri uygulayan polisler en az kabahatli. Polise beste yapan seyircinin de kabahati var mı, yok mu bilmiyorum, ama biber gazı, cop, dayak yiyen seyircinin yerinde olsam, acaba ben de bu şarkıya katılır mıyım diye düşünmüyor değilim. Kabahatin büyüğü kulüp başkanlarının ve mülki amirlerindir. Seyirciyi;
Sık bakalım, sık bakalım
Biber gazı sık bakalım
Kaskını çıkar, maskeyi çıkar
Delikanlı kim bakalım
Yerine daha güzel bestelere özendirmek lazım...
Türk futbolu tepetaklak
"Ne şiş yansın ne kebap" yaklaşımını kendisine ilke edinen federasyonun keyfi yerinde... Saha kapatıyorsun, ama cezalandırdığın kulüp hangi sahayı isterse veriyorsun. Dostluk tamam, paralar cepte... Böyle komik cezalar olmaz, kimseyi kandırmayın...
Federasyon neredeyse, seyirci küfür etsin, kendisi de kestiği cezalardan kasasını doldursun, diye küfür duasına çıkacak. Sonunda kulüpler iflas edecek, herkes ektiğini biçecek. Aç gözlülük yapıp altın yumurtlayan tavuğu kesme gafletine düşmeyin!... Çok açıkça görülen şu ki Türk futbolu tepetaklak gidiyor...
BAŞKANLARA DEVAM
ÖNCEKİ yazılarımın birinde kulüp başkanlarını eleştirmiştim. Haksızlık etmeyelim; kulüp başkanları böyle de diğer başkanlar farklı mı? Özelikle parti başkanları...
Geçmişte bir kısım çevrelerin teşvik, hatta baskıları ile siyasete atıldım; şimdi hatırlamak bile istemediğim bir serüven yaşadım. Böylece parti başkanları ile de ilgili, bizzat görüp yaşayarak edindiğim gözlemlerim oldu.
Birlikte olduğunuz dönemlerde parti başkanınız hakkında en ağır ithamlarda bulunulur, geçmişinde yaşadığı olumsuzluklar dile getirilir; ama siz bunları başkanınıza konduramazsınız... Yanlış bir davranış içinde olsa bile, sizin ona bakış açınız hep masumca olur. Ancak birlikteliğiniz sona erdiğinde gerçekler tüm çıplaklığıyla gözünüzün önüne gelir.
Hak etmeyene yatırım!
Amacına ulaşıp koltuğa oturan başkanınız, daha önce 15 günde bir eşleriyle görüştüğünüzü unutup, eskilerden hiç kimseye selam bile vermemeye başlar. Bir kısmı rakip partilerde mücadele ettiğimiz insanlardan oluşan yeni transfer ettiği dostlarıyla yakınlık kurup, onlarla kucaklaşmaya başlar. Parti yönetiminde bu rakip partilerden aldığı devşirmelere de yer verir. Seçimler gelince, başkan olabilmesi için özveriyle çalışıp kendisine destek olanların bazılarını seçilemeyeceği sıralara koyar, bazılarını ise hiç listeye dahi almaz.
Önemli bir liderimize, hak etmeyenlere neden bu kadar ilgi gösterip yatırım yaptığını, sorduğumda "İyilerden zarar gelmez önce kötülerin işini görelim de gemi yol alsın" diye cevaplamıştı. O zaman pek anlam veremediğim bu cevabın doğruluğunu, tanık olduğum uygulamalardan öğrendim.
Bütün bu özellikleri kendisinde gözlemlediğim en çarpıcı örnek de Tansu Çiller’dir.
Tüm parti başkanları, hele bir de iktidar olmuşlarsa, az çok farklılık gösterseler de birbirlerine benziyorlar.
Vefa duygusu törpülenmeli
İnsanımızın içtenliğinin tipik bir göstergesi olan öpüşüp sarılma geleneğimizi unutup eski dostlarıyla karşılaştıklarında sadece lütfen ellerini uzatıp tokalaşmakla yetinirler. (Aynı davranış biçimi sonradan makam ve para sahibi olan tüm insanlarda görülüyor.) Nedense başka konularda olmasa da bu konuda birden bire batılı (!) kesilirler... Ama 61 yıllık yaşamımda gördüm ki aileden soylu olanlar, bu geleneğimizi sürdürüyorlar. Bu kişilerin eski dostlarıyla olan yakınlık ve sıcaklıklarında hiçbir eksiklik olmuyor. (4 parti genel başkanı ile yakınlığım oldu. Hakkını yiyemem, aynı partide olmamamıza rağmen, Sayın Mesut Yılmaz’ın yakınlığında- ya da uzaklığında- hiçbir değişiklik olmamıştır; öncesinde de sonrasında da hep aynı çizgisini sürdürmüştür.)
Tesadüfen çabuk yükselip birden bire sınıf atlayan kimseler, eski çevrelerinden, eski arkadaşlarından uzaklaşır, onları görmekten hoşlanmazlar. Karşılaştıklarında "Ne zaman geldin?"den hemen sonra "Ne zaman gidiyorsun?" sorusunu yapıştırırlar. Çünkü bu insanlar, onlara, komşunun bahçesinden ayva, fındık çaldıklarını, aç kalıp bir ekmeği bölüştüklerini, birbirlerinden borç para aldıklarını, kısaca eskiye ait olup da unutmak istediklerini hatırlatırlar. İşte bunun için "tebdil-i mekanda ferahlık vardır" özdeyişinin gereğini yerine getirirler.
Benim gördüğüm parti başkanı, hele hele başbakan olmak isteyenlerin vefa duygularının iyice törpülenmesi gerekiyor.
Özal ve futbol
Rahmetli Turgut Özal ile başlayan parti başkanlarının futbola ilgisi, diğer liderleri de harekete geçirmişti.. Eskiden hiç ilgi duymayanlar, maça gelmeyenler, kendi adlarına konan cumhurbaşkanlığı, başbakanlık kupalarını dahi genel sekreterlerine ya da bir başka yetkiliye aldıranlar, birden bire futbola sevgi duymaya başladılar.
Özal sadece kendisi maçları takip etmekle kalmayıp eşini de koyu bir futbol fanatiği yapmıştı. Özal’ın başbakan olarak ilgisi, sahaların da modernize edilmesiyle Türk futbolunu çağ atlama yoluna sokmuştur.
Sonra gelenlerin çoğu da futbolseverlere sempatik gözükerek oylarını alabilmek için futbolla aşırı ilgili gibi görünmeye çaba sarf ettiler. Bir defasında Orhan Keçeli ile Sayın Süleyman Demirel’in katılacağı bir maç tertip ettik Sayın Genel Başkanımız 5 dakika bile sahaya bakmayıp eşle dostla partililerle ilgilenmişti.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2006
MONDRAGON’un F.Bahçe maçı sonrası, bazılarına ibret olması gereken, medyaya yaptığı açıklamayı gururla izledim. Geçmişte de bu tür olayların kimi zaman "gerçekleri", kimi zaman "mizansenleri" ile karşılaştığımız oldu. Aygün’ün Trabzon’da bir F.Bahçe maçı öncesi "savaş gazisini" anımsatan, başı sarılı görüntüleri bugün gibi gözümün önüne geldi. "Ağır yaralı" sunumu için "konu mankeni" seçilen Aygün, bu görevini profesyonellere taş çıkartan bir ustalıkla yerine getirmişti.
Otto Bariç de üzerindeki kalın paltosuna rağmen, tribünden atılan bir taşın yüksek ivmesinin yarattığı etki (!) ile yere düşmüş ve sedyeyle sahayı terk etmişti. Bu görüntüler nedeni ile önce, o güne kadar geçerli fizik kuralları alt-üst olduğundan, yeniden gözden geçirilmişti. Sonrasında bunları, rejisini Ali Şen ağabeyimizin üstlendiği "senaryodaki rolü" gereği icra ettiği anlaşılan Bariç, Yeşilçam oyuncularına parmak ısırtan başarısıyla film yönetmenlerinin de takdirini kazanmıştı. (Otto Bariç, seneler sonra sorulduğunda "Üzgünüm, yapmamalıydık" diyerek geç de olsa günah çıkartmıştı.)
Galatasaraylılık övüncü
İşin şakası bir yana, bütün bunları hatırlayınca, G.Saraylılığımla bir kez daha övündüm...
Mondragon, büyük sporcu ve Türk dostu olduğunu kanıtlamıştır. "Eğer ses bombasından sonra sedyeyle sahayı terk edip maçı tatil ettirseydim, Türkiye’nin zaten iyi olmayan imajı hepten yok olacaktı. Bu görüntüler Avrupa televizyonlarında günlerce katliam diye verilip yeniden UEFA’nın ceza sahasına girecektik" ifadesiyle, yüce Atatürk’ün sporcu tarifindeki gibi sadece zeki ve çevik olmadığını, aynı zamanda "ahlaklı" olduğunu da göstermiştir.
Zaten bizlerin gönlünde taht kuran Mondragon, bu asil ve erkekçe davranışından dolayı yılın Fair-Play ödülünü hak etmiştir. Türk dostluğunu kanıtladığı için de Türk vatandaşlığına alınarak, bundan böyle ömrünü Türkiye’ye adaması olanağının sağlanması için önünün açılmasını çok arzuluyorum. Futbolu bıraktıktan sonra bu efsanenin kendi gibi ahlaklı sporcular yetiştirip onlara futbolun bir erkek oyunu olduğunu öğretmesine yardımcı olmamız gerekir.
Mondragon, seni çok seviyordum; daha çok sevmeye başladım; ailemizin bir ferdi olmaya davet ediyorum. Tekrar hoş geldin...
Türk futbolunda da iyi şeyler oluyor. Futbolun yerinde saydığı veya gerilediği bir dönemde Erik Gerets’in yaralanan kaşını saçlarıyla kapatıp hiçbir şey olamamış gibi "İyi nişancıymış" esprisiyle olayı geçiştirmesi, takdir edilmesi gereken bir davranıştır.
İki spor adamımıza da teşekkürler...
Yönetimde politika çirkin oluyor
DEĞİŞEN bir şey yok... Benim futbol şubesine baktığım dönemde de başıma gelmişti. Başkan bazen, futbol şubesinin yetki alanındaki önemli konuları yönetimde oylamaya sunar. Yönetim kadrosunda sandalye işgal eden -oy sahibi olsun olmasın- bazı yöneticiler de başkanın isteğine göre el kaldırıp indirme görevlerini icra etmeye devam ederler. Bu yöntem, futbol şubesi sorumlusunun çalışma şevkini kırar, istifa ile devam etme çizgisi arasında gider gelir, bocalar, faydalı olamaz. Adnan Polat’a güveniyorsanız icraatında da özgür bırakın. Alacağı-almayacağı oyunculara yönelik, kulüp içinden veya yancılardan gelecek seslere kulak asmayın. Yönetici yaptıysanız iki sene tepe tepe kullanın... Bizim gibi bir kenarda zaman doldurma acısı içinde kıvrandırmayın...
Yeri geldiğinde beğenmediğim yanlarını acımasızca eleştirdiğim Adnan Polat’ın, bu yönetimde herkesten fazla yararlı işler yapacağına inanan biriyim. İş, yetki ve olanakla yapılır. Köstek olmak yerine destek olmak için çaba harcayın.
Yakışmadı Çulcu
YEDİ yıldır içki kullanmıyorum, ama konumum itibariyle muhtelif gecelerde içki içenlerle beraber oluyorum. Ses tonları, konuşma şekilleri ile ilgili de özel çalışmalarım var.
Gecenin ikisinde Telegol’u izliyorum... Birdenbire Mustafa Çulcu’nun hiç alışık olmadığım konuşma tavır ve uslubuyla karşılaşınca çok şaşırdım.
Herkesin içki içmek hakkı var; ancak hafta sonu maçlarıyla ilgili yorumlara cevap vereceksen, aşırı içki içmeyeceksin. Çok daha önemlisi, insanları, hayat basamaklarının başındayken değil, şu andaki konumlarıyla değerlendirip muhatap alacaksın. Aksi halde, bir orgenerale "Sen daha önce benim yanımda teğmendin", bir cumhurbaşkanına "Sen daha önce benim yanımda savcıydın" deyip, onlara o zamanki konumlarına göre davranabilme hakkına sahip olursunuz. Cem Papila’ya hakarete yeltendin, yanlış yaptın, yakışmadı...
Hakemler de hata yapabilir. Bu hatalar sonucu etkiler, etkilemez. Bazen lehte, bazen aleyhte olabilir. Geçen hafta G.Saray’ın, bu hafta F.Bahçe, Bursaspor ve Ankaragücü’nün penaltıları verilmedi.
Genç hakemler de olgunlaşacaklar. Bu arada yapacakları hataların cezası da dinlendirme, alt kademelerde ve kümelerde maç yönetmek olmalıdır.
Seçildiğinde seni ilk kutlayanlardanım. Ama Telegol programında, bana göre, bardağı taşırdın.
Mustafa Çulcu, hiç kimse anasından orta hakem olarak doğmadı, sen de bir zamanlar birilerine yancılık yapıyordun. Şimdi hakemlerin başı oldun. Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!.. Bu işten ayrılıp yeni bir iş ihtiyacı hissettiğinde, yerden yere vurduğun diğer eski hakemler gibi TV spor programlarına katılıp istediğin eleştirileri yapabilirsin.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2006
ADNAN Polat, maçtan sonra basına yaptığı açıklamada, Fenerbahçe seyircisinin "centilmenliğinden" söz etti. Son yıllarda, bırakın F.Bahçe seyircisini, Türkiye’de iddialı hiçbir takımın seyircisinin centilmen olduğu söylenemez. Bir yıldan beri kendi seyircimizi acımasızca eleştiriyorum. Geçen haftaki yazımın da bir bölümünü G.Saray seyircisinin küfürlerine ayırmış, tepkimi dile getirmiştim.
Maç günü G.Saraylı yöneticilerle aynı araca binerek, bir polis otobüsü ile bir ekip otomobili ve bir motosikletten oluşan eskortlar eşliğinde F.Bahçe stadına hareket ettik. Daha stada yaklaştığımızda aracımızın üzerine su şişeleri ve yabancı maddeler yağmaya başladı. Küfür ve tehditlere maruz kaldık. Aracımıza tekme ve yumruklar atıldı. Bu koşullar altında zar-zor içeri girdik.
Saha içinde ve tribünde yaşananları, herkes televizyondan izledi. Bunların dışında, 5 metreden şeref tribününe sarkarak küfür edenlerden tutun, tehdit savuranlara kadar bütün olumsuzlukları Adnan ile beraber yaşadık. Ben daha fazla tahammül edemediğimden, ayağa kalktım, sert bir şekildre tepkimi gösterip, ilk yarının sonuna doğru stadyumdan ayrıldım. Devamını televizyondan izledim; aynı nakarat devam etti.
İkinci perde
Adnan, sana tavsiyem; boşuna şirin gözükmeye çalışma! Fenerliler yutmazlar... Gerekli tepkini koysaydın, iki taraf için de daha inandırıcı olurdun. Ağzınla "kanarya" tutsan, Fenerlilere yaranamazsın... Şunu bil ki, şovun amacına ulaşmadı...
Adnan Polat aldığı şok tepkiler üzerine, maçtan bir gün sonra yeni bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Bu açıklama da G.Saray taraftarını tatmin etmemiştir. Yemezler... Taraftarının çılgına döndüğü saatlerde F.Bahçe’yi övdükten sonra ne kadar geri adım atarsan at, taraftarın kızgınlığını yatıştıramazsın.
Bu eleştirilerime rağmen G.Saray yönetimine desteğim devam edecek. Devre arasında ve lig sonunda gerekli önlemleri alma sözünü vermelidirler. Eğer verecekleri sözleri yoksa, o zaman gereğini yapmalarını talep ederiz. Bunu görev edindim. Özhan Canaydın yönetimine oy isterken de böyle davranacağım sözünü vermiştim.
Hakem cezalandırılmalı
Gelelim maçın eyyamcı hakemine... Selçuk Dereli’nin tek iyi yönü (!) haftalardır daha maç oynanmadan hakemden şikayet eden F.Bahçe’yi susturması, böylece federasyonu da kurtarmasıdır.
Telegol’de gözümüzün içine baka baka yalan söyleyip Lugano’nun yaptığı açık faulü yanlış yorumlamakta ısrar ederek yanlışlarını sürdürmüştür. Nedense Fener aleyhine tek hata yapmamıştır. Avantaj kurallarını hep Fener’den yana uygulamıştır. Seyirci baskısına boyun eğmiştir. Kesinlikle cezalandırılmalıdır...
Büyük maçların hakemi olamaz. Jübile ve özel maçlarda görev verilebilir. Veteran ve kız maçlarını da yönetebilir.
Kıskançlıktan kovdum
CENTİLMENLİKTEN söz etmişken aklıma geldi... Evvel zaman içinde, F.Bahçe Şükrü Saracoğlu Stadı’nda oynanan maçı G.Saray galip bitirip kupayı kazandığında, Souness’ın G.Saray bayrağını orta yuvarlığa dikmesi, Fenerlilerin çok büyük tepkisini çekmişti.
Maç sonrası gittiğim Levent Tenis Kulübü’nde Fenerli arkadaşlarım Hamit Bilge, Turgay Aksoylu, Tankut Berk ve diğerleri başıma üşüşüp "Centilmen G.Saray’a bu hareket hiç yakışmadı, derhal bu hocayı kovun!" dediler. Ben de "Pekiyi gereğini yapacağım." deyip onları yatıştırdım.
Daha sonra, hedefimiz olan Fatih Terim ile söz kesince, Souness’ın işine son verdik.
Akşam kulübe gittiğimde "Haydi gözünüz aydın, Souness’ı yolladım" dedim. İçlerinden biri "sazan atlaması" yaparak üzüntülü bir ifadeyle "Vah vah, neden yolladın?" diye sordu. Muziplik olsun diye "Maç sonu kendisine çok kızdım, benim dikeceğim bayrağı benden önce o dikti, kıskançlığımdan kovdum" şeklinde cevaplayınca, kıyamet koptu; ne centilmenliğimi, ne de yöneticiliğimi bıraktılar... Böylece kahkahalar arasında barıştık. İş de böylece tatlıya bağlandı.
Galatasaray Eğitim Vakfı
KURULUŞUNDAN bu yana 100 milyon doların üstünde katkısı ile eğitim kurumlarının ulusal ve uluslararası düzeyde üst sıraya oturmasını sağlayan Galatasaray Eğitim Vakfı’nın düzenlediği gecelerin müdavimlerindeniz. Sağolsun Sayın İnan Kıraç, bizim de "Liseliler" ile beraber yılda bir gece geçirmemizi uygun görmüştür.
Vakfın kuruluşundan önce batma noktasına gelen G.Saray Lisesi şu anda Türkiye’nin en popüler lisesi. Üniversitesi de çok başarılı... G.Saray Üniversitesi mezunu bir öğrenci, doktora yapmak üzere gittiği Sorbonne’da birinci olmuştur. Bunlar sadece birer küçük örnektir.
1968 yılından beri G.Saraylıların arasında, yarı şaka, yarı ciddi "mektepli-mektepsiz" çekişmeleri, atışmaları hep olagelmiştir. Ancak bunlar asla dışarıya yansıtılmamış, hep camia içerisinde kalmıştır.
Yakın bir geçmişe kadar biz "alaylılar" kendimizinkileri, mektepliler de kendi özelliklerini öne çıkarma gayreti içerisinde olurlardı. Sonunda zaman, bizleri birbirimize yaklaştırdı. Özelliklerimiz de birbirimize benzemeye başladı. İster olgunlaştığımızı, ister yaşlanıp sertliğimizi kaybettiğimizden biraz yumuşadığımızı söyleyin; bizler biraz "mektepli", mektepliler de biraz "alaylı" düşünür oldular.
Ben de bu özellikleri edindiğimden olacak, vakıf mütevelli heyetine kabul edilerek, heyetteki 5-6 kişiden ibaret "mektepli olmayan" üyelerden biri oldum. Beni bu göreve layık görenleri mahcup etmemek için elimden geleni yapıyorum...
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2006
SİVASSPOR’da oynayan Servet, Denizlispor’da oynayan Yusuf ve diğerleri. Takımlarının yıldızlarıyken büyük takımlara transfer edilen bu oyuncular, aynı başarılı oyunlarını büyük takımlarda sergileyemediklerinden eski veya Anadolu kulüplerine geri döndüler.
Şimdi Sivasspor’da savunmanın "temel direği" olan Servet’in, Denizlispor’da "virtüöz" olan Yusuf’un öncesini bilmeden seyreden bir futbolseverin "Yahu nasıl oluyor da bu oyuncular kimsenin gözüne batmıyor?" diyerek yakınacaklarına inanıyorum.
Bunlar ve benzeri oyuncular, göze hoş gelen bireysel özellik ve becerilerini büyük takımlarda ortaya koyamadılar.
Bırakalım oynamayı, büyük takımda "bulunmak" bile çok farklıdır. Futbolcu, seyirciden, medyaya; yöneticisinden, yedek kulübesindeki oyuncuların isim ve kalitelerine kadar birçok şeyin baskısı altındadır. Hata yapıp oynama şansını kaybedeceğinden korkar; risk almaktan kaçınır. Rahatça kontrol edip, pas vereceği bir topu gelişi güzel uzaklaştırır. Dışarı gider diye şut atamaz. Kısaca futbol adına gerekeni yapamaz. Bilir ki, kötü oynaması halinde, bir daha formayı zor kapacaktır.
Albenisi yok!
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2006
GEÇEN hafta Emre telefonla aradı; hatırımı sordu, sohbet ettik. Konuşmanın sonunda "Ayşe ablama ’malzemecinin oğlu’nun selam ve saygıları olduğunu söyle" dedi, gülüştük... 1997 yılında Parma maçına İtalya’ya gidiyoruz, eşim Ayşe Gürsoy da yanımda... Kafilede tanımadıklarını bir müfettiş edasıyla bana soruyor. O sırada Galatasaray takım elbisesi giymiş bir çocuk uçakta yanımıza geldi. Ayşe duyulacak bir şekilde "Bu çocuk kim?" diye sordu. Çocuk da heyecandan durakladı... Ben de bozuntuya vermeden "Malzemecinin oğlu, eşyaların taşınmasına yardım ediyor" dedim. Gerçekten de genç oyuncular eşyaların uçağa taşınmasını üstlenirlerdi, büyüklerden de Hakan ve Arif onlara katılırdı. Havaalanına indiğimizde de çocuklar, rutin eşya taşıma işini yaptılar.
Maç günü tribündeki yerimize oturduk. Aynı çocuk, sahada G.Saray eşofmanı giymiş ısınmaz mı? Bu sefer yakayı ele verdik; çocuğun futbolcu olduğu anlaşıldı. Ancak Ayşe’nin hayreti daha da arttı. "Yahu bu çocuğu bir tekmede hastanelik ederler, sizde hiç insaf yok mu?" dedi.
İşte bu çocuk, daha sonra herkese sert giren,güçlü, ünlü ve pahalı Emre Belözoğlu oldu...
Beşiktaş seyircisine
GEÇEN haftaki olaylar üzerine yazmayı planladığım, ancak bu haftaya sarkan bir konuyla Beşiktaş’a devam etmek istiyorum.
Geçen yıl kulübünüze sonuna kadar sahip çıkmanızı, tezahüratınızı, stadınızı doldurmanızı, diğer takım seyircilerine örnek gösterip övmüştüm. Galatasaray seyircisinin, lider olmamıza rağmen, küçük düşürücü ifadeler kullanarak devamlı yönetimi istifaya davet etmesi üzerine, Beşiktaş seyircisini kıskandığımı söylediğimden taraftarımızdan tepki de almıştım.
Bir yılda ne değişti? Takımınız transfer mi yapmadı, en belirgin yanı "istikrarsızlık" olan lig yarışından mı koptu?.. Deplasmanda oynadığı F.Bahçe ile berabere kalırken galibiyete yakın olan takımınız değil miydi? Kuşkusuz, siz de hak edene uygarca tepki gösterebilirsiniz. Ama tepkiniz, tepki boyutunda kalmalı... Hakaret, küfür ve saldırıyı size hiç yakıştıramadım. Beni mahcup ettiniz.
Bu tutumunuz, zaten baskı altında olan futbolcularınızı daha da olumsuz etkiliyor. Derenin ortasındasınız, at değiştiremezsiniz. Ama atın yularından tutar, yükünü hafifletirseniz rahatlıkla karşıya geçersiniz. Aksi halde telafisi mümkün olmayan sonuçlarla baş başa kalırsınız. Dost acı söyler...
DOST KAZIĞI
GEÇMİŞTE, zaman zaman bizler de rakiplerimizden oyuncu alarak onların canlarını yaktık. Üzülen rakiplerimiz bizlere gönül koydular. 20 yıllık yöneticilik yaşamımda bunun sıkıntısını hep çekmişimdir. Her ne kadar taraftarımızın sevinip gururlanması, bizleri keyiflendirmiş olsa da, sonunda aynı muhiti paylaştığımız rakiplerimizin bakışları, beni hep burmuştur. Çoğu kez "Keşke bu futbolcuları almasaydım" demişimdir. Zaman geçtikçe olgunlaştık, diyaloglarımız arttı. Kulüp birlikleri, dostluk yemekleri, misafirlikler sonucunda aramızda bir konsensüs sağlandı. Anlaşma dışında birbirimizden oyuncu almadık.
Herhalde seyircisine şirin görünmek için olacak, Beşiktaş son dönemlerde G.Saray’a karşı pek de hoş olmayan bir tutum takındı. Mondragon ve Berkant’la ilgili çıkışları, G.Saray Başkanı’nın "Fair-Play"den yana tavrı sayesinde sessiz sedasız geçiştirildi. Ama Ümit Karan olayı bardağı taşırdı. Ümit Karan’a 1.5 milyon doları peşin, 7.5 milyon dolar teklif ettiler. Zaten ödeme güçlüğü çeken G.Saray da bu güzide milli golcüsünü kaybetmemek için durduk yerde 800 bin dolar fazla ödemek zorunda kaldı. Oysa Özhan Canaydın, onların tüm ricalarını harfiyen yerine getirdi. Erdoğan Demirören bizzat benimle konuşup, Yugoslav İviç’i almamamı, istedi. "Beşiktaş ilgileniyor" dedi. Ben de "emriniz olur" dedim. Daha önceki yıllarda da Beşiktaş Başkanı, İbrahim Akın için Canaydın’a rica etti, başkan da gereğini yaptı. Tıpkı, Adnan Polat’ın ilgilendiği ve bitirmek üzere olduğu Burak Yılmaz’ın transferi konusunda Demirören’in kendisine telefonla ricası üzerine iyi niyet gösterip ondan vazgeçmesi gibi. Bunların dışında da dostluk diyalogları sürüp gitti.
Aklın yolu bir... Bu gelir azlığında kulüplerin, birbirlerini zarara sokmak yerine diyalog yoluyla çözüme ulaşmaları bana daha akıllıca geliyor...
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2006
GEÇMİŞTE kulüplerimizin giderlerinin önemli bir bölümünü biz yöneticiler karşılardık. 1997’ye kadar banka kredilerinin faizlerini öder, üstün başarı nedeniyle dağıtılan ekstra primleri cebimizden verir, seyahat ve deplasman giderlerini üstlenirdik. Günümüzde eskiye göre çok büyük değişimler yaşandı. Kulüplerimiz büyüdü, ihtiyaçları arttı. Beklentiler de yükseldi. G.Saray’ın UEFA ve Süper Kupa’yı kazanması, çıtayı yukarılara taşıdı. Taraftar, sadece "annemizin ligindeki" başarılarla tatmin olmamaya başladı. Spor, özellikle futbol sanayiye dönüştü. Diğer bazı etkenler de bunlara eklenince, giderler olağanüstü arttı. Kulüplerimiz, dernek statüsü ve yaklaşımı ile yönetilemez oldular. Ticari işletme anlayışı ile yönetim zorunlu hale gelince, Avrupa’nın M.United, Milan, Real Madrid gibi büyük kulüplerini taklit etmeye başladılar. Dolaylı yoldan da olsa şirketleşmeyi seçtiler.
Yaşadığımız ekonomik krizlerden olumsuz etkilenen, eskisi gibi kolay para kazanamayan çoğu yöneticiler, artık kulüp giderlerine yetişemez oldular. Yürekleri, cepleri kadar zengin olmayanların da genel kurullarda verdikleri para sözleri, seçim vaadinden öteye geçmedi.
Yöneticilik, eskisinden çok farklı hale geldi, profili değişti. Bütün bu gelişmeler, yöneticilerin kulüplerdeki önemlerinden çok şeyler götürdü. Artık futbolcular, yöneticilerinden daha fazla para sahibi...
Soyunma odasına gitmeyin
Eskiden kulüplerine yemek veren yöneticilerin hatta başkanların, şimdilerde kulüplerinin verdikleri yemeklere "konuk" olarak katılır olmaları, bugün gelinen durumun çarpıcı bir yansıması...
Bütün bunları niye yazdım? İlk yöneticilik dönemlerinde benim de yaptığım gibi bazı yöneticiler, boyunlarına astıkları "akredite kartları" ile maç öncesinde, devre arasında sahada, koridorlarda, soyunma odasında boy gösteriyorlar. Nedenini sorduğunuzda, takımı motive etmek için orada bulunduklarını, söylüyorlar. Oysa biraz sonra çıkacakları maçın havasına girmiş teknik heyet ve futbolcular zaten yeterli motivasyona ulaşmıştır. Yöneticiler ile karşılaşmak, tam aksi tesir gösterir ve konsantrasyonları bozulur. Kesin olarak bilinmelidir ki, futbolcular o atmosferde yöneticileri görmekten hoşlanmazlar.
Bu konuda çok şikayet alıyorum. Üstelik bu sorun yalnızca Süper Lig’e özgü değil. Diğer liglerimizde de birçok yönetici aynı davranış biçimini sergiliyor. Emin olmakla birlikte, yine de her ligden bazı teknik adam ve futbolcularla konuştum. Soyunma odası ve civarında ne maç öncesi ne de sonrası hiçbir şekilde yöneticileri görmek ihtiyacı duymuyorlar. Yöneticilerin, televizyona yansıyan bu görüntülerinden izleyiciler de rahatsız...
Yöneticiler hem kendilerinin, hem futbolcuların mutluluk duyacakları beraberlikler istiyorlarsa, ben kendilerine bir tüyo vereyim: Örneğin geciken alacaklarının ödenmesi için futbolcularıyla bir araya gelsinler...
Ribery gerçeği
GENÇLİĞİMDE sporcuları gözümde büyüttüğümden, onları hep yakışıklı, uzun boylu, atletik yapılı hayal ederdim. İşin içine girince, bu düşüncemin etkisi altında kaldım ve kafamda çizdiğim fiziğe uygun futbolcuları transfer etmeye çalıştım.
Bir takıntım da futbolcuların isimleriyle ilgiliydi. Kulağa hoş gelmeyen, rakiplerimizin alay konusu yapabilecekleri isimleri, ne kadar iyi futbolcu olursa olsun, almak istemezdim. Hatta bir keresinde Fatih Hoca, "Futbolcuyu bulduk, ama bakalım ismini Ergun ağabeye nasıl beğendireceğiz?" demişti. Zaman geçtikçe isimleri, fizikleri düzgün olan futbolcuların dezavantajlarını gözlemeye başladım. Anladım ki, yakışıklı futbolcuları rahat bırakmıyorlar.
Şaşırtan buluşma
İki yıl önce, hiç tanımadığım, ismini duymadığım Ribery diye bir oyuncunun Galatasaray’a transfer edilmesine karar verildi.
Adnan Öztürk ve Fatih Gökşen bu oyuncuyu bir gecede Fransa’dan apar-topar alıp getirdiler. Kulüpteyiz, "Nerede bu futbolcu?" diye soruyorum, bana göstermiyorlar. "Dur ağabey, imzayı atalım ondan sonra görürsün" diyorlar. Sonunda bir odaya girdik, sağa sola baktım, futbolcuya benzer kimse yok. İri-yarı bir zenci menajer, bir de eciş-bücüş, yüzünde yara izi olan, Fransız filmlerindeki kabadayılara benzeyen, 1.60 boylarında birisi... Benim şaşkınlığımı gören Fatih Gökşen, "İşte Ribery bu!" diye eliyle bana gösterdi. Ben de kendisine "Bunun için Fransa’ya kadar gitmeye gerek yoktu; Alaattin’den isterdik, böyle bir tane bize gönderirdi" dedim.
Elimizden kaçırdığımız o Ribery, Dünya Kupası’nın yıldızı oldu...
Futbolcunun şeklinin, renginin, görüntüsünün, isminin değil, oynadığı oyunun önemli olduğunu, başta ben olmak üzere herkese kanıtladı...
ZORUNLU YAZI
DAHA çok acemisi olduğum yazı işinde büyük yazar (!) olmayı kafama koydum. Bu nedenle hep adı büyük köşe yazarlarına bakıp, onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum.
Bu yazarlarımız, zaman zaman köşelerinde gittikleri restoran, tatil köyü, eğlence ve dinlence yerlerinden söz ederler. Buraları öven ifadeler kullanır, çok güzel ağırlandıklarını okuyucularına duyururlar. Bu güne kadar ağırlanan bir yazarın eleştirel yazısına rastlamadım.
Ve anladım ki, ileride adımın onların arasında anılması için benim de bu konuda bir yazı yazmam gerekiyor. Ama işin içine girince, bunun çok da kolay olmadığını gördüm. Zira benim gidip de yazmayı düşündüğüm her yer, onlar tarafından yazılmıştı. Tam da yazı hayallerim suya düştü, diye ümitsizliğe kapıldığım bir anda "ilham perim" imdadıma yetişti; kulağıma "Trabzon Kültür Derneği’ni yazsana!" diye fısıldadı...
Saklı cennet
Öyle ya, haftanın 2-3 akşamı gittiğim derneğimiz bu iş için biçilmiş kaftandı. Kayganası, kuymağı, muhlaması, kara lahana çorbası, dolması, turşu kavurması, mısır ekmeği, başta hamsi olmak üzere balıkları, ev baklavası, burmalısı, laz böreği ile yemekleri leziz, fiyatları ucuz... Karayemişi, kokulu üzümü, inciri, fındığı, muşmulası ve diğer asırlık ağaçları ile Karadeniz’in tıpa tıp aynısı yeşillikler içindeki doğası harika... Serenderi, ahşap köşkü ile tarihi mekanları ilgi çekici... Mimarisi doğaya saygılı... Beylerbeyi’nde, Boğaz manzaralı, beton yığınlarından uzak, kent içinde sanki saklı bir cennet... Yani, kelimenin tam anlamıyla şahane, hatta fevkaladenin de fevkinde...
"Gurme" sayılmasam da ağzımın tadını bilirim; bana güvenin... Sizlere de gönül rahatlığı ile tavsiye ederim. Sakın yanlış da anlamayın, ben burada parasını ödeyerek yemek yiyorum. (Not: Yazı "reklam kokan" diye itiraz edeceklere cevabım hazır: Ben de modaya uydum. Bir diğer önemsiz ayrıntı da benim bu derneğin başkanı olmam...)
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2006
ÜÇ hafta önce V.Manisaspor’un 6 puan gerisinde olan F.Bahçe zirveye oturdu... Birkaç hafta öncesine kadar, koro halinde "Zico gitmeli, yerine Ersun Yanal gelmeli!" diye bağırıp ahkam kesen, anlı-şanlı "skor" yazarlarımız, yorumcularımız da birdenbire "Zicocu" kesildiler... Demek ki, üç hafta içinde bu iki hocadan birinin futbol bilgi, beceri ve anlayışında olağanüstü bir ilerleme, diğerinde ise tam aksine gerileme olmuştu.
Kimi gündem yaratıp öne çıkmak, kimi kendine yakın gördüğü, kimi de yakın ilişkileri olduğu teknik direktörlerin önünü açmak için bu tür açıklamalar yaparlar. Ve bu açıklamalar, yöneticileri, taraftarı etkiler. Eğer takım kötü gidiyorsa, çaresizlik içinde olan ve bir çıkış yolu arayan yöneticiler de, görevini yapmayan futbolcular da, gözü tuttuğu takımın galibiyetinden başka bir şey görmeyen taraftarlar da bu öneriye sarılır. Asıl yanlış da bundan sonra başlar.
Aranan kan ve enkaz
Kötü gidişin tek suçlusu ilan edilen teknik direktör gönderilir, "kan değişimi" pompalamasıyla yenisi göreve başlatılır... Böylece tüm sorunların üstesinden gelineceği sanılır. Yöneticilerin üzerindeki baskı, bir müddet de olsa kalkar. Futbolcular da karlı çıkarlar. Öyle ya, takımın kötü gidişinden kendilerinin değil, teknik direktörün sorumlu olduğu anlaşılmıştır. Hele bir de, yeni hocayla ilk 1-2 maçında iyi sonuç alırsa, "aranan kan" bulunmuş olur. Kötü gidiş devam ederse de yeni hocanın söylemi hazırdır: "Enkaz devraldık."
Ama işin böyle olmadığı kısa sürede ortaya çıkar ve asıl hüsran bundan sonra başlar...
Futbolumuzun geçmişi de bugünü de bunun örnekleri ile doludur.
Mustafa Uğur, K.Erciyesspor’u 1. Lig’e yükseltti. Geçen sezon takımı, bu sezon içinde bulunduğumuz tarihe denk gelen 12 haftada 21 puan kazandı. Bu sezon takımı birkaç maçta başarısız olunca, derhal işine son verildi ve yerine İran’da bir takımı çalıştıran Lorant getirildi. Sonuç ortada...
Trabzonspor, Lazaroni yerine getirilen Ziya Doğan’la ilk maçında, İstanbul’da Beşiktaş’ı yendi. Bir maçın sonucuna bakıp Doğan’ı yere göğe sığdıramayanlar, son haftalarda Trabzonspor üst üste mağlup olunca, hemen onun yerine de teknik direktör arayışlarına başladılar.
Dilimin döndüğünce bu yanlışlığı bundan önce de birkaç kez vurgulamaya çalıştım. Galiba en anlamlı açıklamayı, üç yılda dört teknik direktör değiştiren Beşiktaş’ın başındaki Tigana, "Sihirbaz değilim" diyerek dile getirmiş oldu.
Adamın varsa tamam
İşin bir başka boyutu da zaman içinde Türkiye’de bir "teknik direktör lobisi"nin oluşması... Bu lobi hangi hocanın, hangi kulübe gitmesi gerektiği konusunda yöneticileri, taraftarı, hatta kamuoyunu yönlendiriyor. Amaçları, her kulübün başında kendi adamları olan hocanın bulunmasını sağlamak... Teknik direktörlerin bir kısmı da bu oyunun içinde... Kimin, kimlerin adamı olduğu, kimlerin tavassutu veya etkisiyle hangi kulüplere yerleştirildiği artık biliniyor. Gündemde tutulan belli isimler, bir kulüpten diğerine gidiyor, geliyor. Adamı olmayan kulüp bulamıyor.
Zaman zaman boştaki hocaların bazılarının "Falanca takım zaten beni düşünüyor, ama eşdeğerde rakiplerim var, söyle de beni tercih etsinler" diye bana da başvurdukları oluyor. Hiçbir teknik direktör, Ergun Gürsoy’un, federasyon başkanının ya da bilmem kimin yakını diye bir takımın başına gelememelidir.
Tebrikler Fenerbahçe
Ayağı topa değmemiş, futbolun "f"sinden habersiz yazarı, yorumcusu artık ellerini bu alandan çeksinler!.. Herkes gibi onların da akıllarının erdiğince eleştiri hakları var, ama bıraksınlar da kulüpler kendilerini yönetsinler...
Bir sözüm de işini bilmeyen şaşkın yöneticilere... Hemen paniğe kapılmayın, günü kurtarmak yerine uzun vadeli düşünün, sözde yazarların, yorumcuların dolduruşuyla değil, bilenlerin ve en önemlisi kendi sağduyunuzun sesini dinleyerek karar verin... Doğru tedavinin ilk ve vazgeçilmez koşulunun doğru teşhis olduğunu aklınızdan hiç çıkarmayın!...
Başta Aziz Yıldırım olmak üzere Fenerbahçe yönetimini, tüm olumsuzluk ve baskılara rağmen, Arthur Zico’nun arkasında değil de yanında yer alarak sergiledikleri doğru ve kararlı tutumları nedeniyle kutluyorum.
BRAVO LEVENT KIZIL
BURSASPOR Başkanı Levent Kızıl, F.Bahçe maçından sonra bir kısım seyircisine hak ettiği sert açıklamalarda bulundu. Böylece çoğu başkan ve yöneticinin çekindiği bir davranış biçimi sergileyerek, yanlış yapan seyirci de olsa, karşı çıkılabileceğini ortaya koydu.
İki yıl birlikte çalıştığı teknik direktörü Raşit Çetiner’in ayrılma "restini" de aynen gördü. Yerine 1. Lig deneyimi olmayan Engin İpekoğlu’nu atayarak, cesur yöneticilerin başarıya giden yolda gerektiğinde "risk alma" seçeneğini de kullanabileceklerini gösterdi.
Levent Kızıl’ın bu yürekli ve diğer yöneticilere örnek teşkil eden davranışlarını övgüye değer buluyorum. Engin’in de yakaladığı şansı değerlendirip, saha içinde gururlu ve otoriter, saha dışında mütevazı olmasını bekliyoruz. Her ikisine de başarılar...
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2006
Gerets, Galatasaray’a geçen sezon sonunda reçeteyi verdi. Ama yönetim eczaneye gitmek yerine kocakarı ilaçlarını tercih etti. Zico’yu beğenmeyenlerin büyük bölümü, Zico’nun % 10’u kadar futboldan anlamazlar. Tigana’yı ben de istedim.
FENERBAHÇE’nin hocası Zico gitmemeli. Zico’yu beğenmeyenlerin büyük bölümü, Zico’nun % 10’u kadar futboldan anlamazlar.
Zico’nun olağanüstü güzel ve çok uzun bir futbol geçmişi var. "Beyaz Pele" unvanı ile anılacak kadar üst düzeyde futbolculuk, Brezilya gibi bir ülkede spor bakanlığına yükselmek, daha sonra amatör bir Japon takımını zirveye ve Japon ulusal takımını Dünya Kupası finallerine taşıma başarısı...
Zico, Fenerbahçe’ye geç gelmiştir. Fenerbahçe, sezona hocasız ve yeni bir kadro ile başladı. Sezon başında yeterli hazırlık ve çalışmaları yapamadı. Fenerbahçe sabrederse sonuçta ipi göğüsler.(Eğer Zico da geçen sezon Daum’un yaptığını yapar, bu görüşümü boşa çıkarırsa, öngörü kariyerimin sonlanması pahasına, ona da hoşgörü ve keyifle bakarım.)
Erik Gerets, Galatasaray’a geçen sezon sonunda reçeteyi verdi. Ama yönetim eczaneye gitmek yerine kocakarı ilaçlarını tercih etti. Zaten ite kaka şampiyon olan takım, Saidou’yu kaybedip bir iki eski iyi oyuncusunun da ıskartaya çıkmasıyla % 25 eksik kadroyla lige başladı. Galatasaray için ısındırılan Souness, Erik Gerets’den daha iyi bir hoca değil. Haa... Galatasaray’ın hocası olmasa ilk tercihim olabilir.
Kesin olarak bilinmelidir ki, iyi takım, iyi futbolculardan oluşur. Yetersiz fultbolcularla iyi takım kuramazsınız. Galatasaray’daki sorunun kaynağı hoca değil; eksik kadro ve başkan dahil yöneticilerin tüm birimlerde çalışanlar ile samimi bir şekilde kucaklaşamamalarıdır.
Hint kumaşı!
Tigana’yı ben de istedim. Haim Fresko’nun arkadaşı olduğu için kolay diyalog kurduk. Haim’in Tigana için bize aktardığı, okkalı bir ücret, gelirken 3-4 futbolcu ve teknik kadrosunu getirme isteği ve diğerleri... Rumenlerle yaşadıklarımızdan sonra bu şartlar pek hoşumuza gitmedi.
Tigana’nın Fulham’dan kovulması, aldırdığı futbolculardan dolayı olmuştu. Yoksa Fulham ligde oldukça iyi sonuçlar almıştı. Tigana’nın bir ara -belki hala- bir menajerlik şirketiyle ilgili oluşu da insana hoş gelmiyor.
Sonuçta Tigana’yı Beşiktaş aldı. Zaten üç yıldır ilgiyle takip ettiğim bir olgu var: Adı Galatasaray’la anılan her futbolcuyu Beşiktaş kaptı (!) basının usta kalemleri ve yorumcuları da benim yaşlandığımı ve eski çabukluğumu kaybettiğimi yazdılar.
Hele hele bir Berkant transferi var ki, Beşiktaşlılar’a "almayın" diye rica etmeme rağmen, bulunmaz Hint kumaşı gibi yapıştılar. Basın da elimizden kaptırdığımızı yazdı. Ama bu futbolcuların hiçbiri Beşiktaş’a yaramadı. Kendimi, hiç olmazsa, alınmayacak futbolcuları aldırmadığım için başarılı addediyorum.
Görmek istemediğimiz gerçek...
HINCAL Uluç ile bayağı eskiye dayanan arkadaşlığımız vardır. Zaman zaman ters düşüp çatışsak da bu arkadaşlığımız hep devam etmiştir. Fikirlerinin tamamına katılmasam da ilgi ve keyifle yazılarını okur, televizyon programlarını izlerim. Bana göre, medyamızın "tarzı olan", renkli ve seçkin mensuplarından biridir. İçeriği ne olursa olsun, "markalaşmış ismiyle" yazılarını okutur, konuşmalarını dinletir.
Geçen hafta, Sabah Gazetesi’nde: "Emre, İngiltere’ye Göre Müslüman" başlığıyla kaleme aldığı yazısında, sadece Emre Belözoğlu’nu değil, Galatasaray’ı da töhmet altında bıraktığını okuyunca, kendisine cevap vermek, benim için kaçınılmaz bir görev haline geldi.
Yazıda Emre, "Tarikatçı grubun önde gelen isimlerinden biri" olarak gösteriliyordu. Ama çok daha önemlisi ve vahimi, içinde tarikatçı yapılanma bulunduğu iddiası ile G.Saray’ın suçlanmasıydı. Yazıdan çıkan sonuca göre üç seçenek vardı: G.Saray, ya böyle bir yapılanmaya izin veriyordu, ya göz yumuyordu, ya da en azından engel olamıyordu.
Hoşgörü gösterilmeli
Şimdi biraz maziye bakalım... Hani "Tarikatçı yapılanmanın temellerinin atıldığı, taa Derwall zamanına"... O tarihlerde Hıncal Uluç, Galatasaray’ın tüm tesislerine olduğu gibi Florya’ya da sorgusuz sualsiz giriyor... Hatta haftada bir kez de futbolcular ve Derwall’in başında olduğu teknik heyetle yemek yiyor. Ama ne hikmetse, ne gazeteci, ne de Galatasaraylı kimliği ile en ufak bir şikayeti olmuyor. İnsan da kendi kendine "Hıncal Uluç gibi zeki birinin gözünden kaçmayacağına göre, acaba o da G.Saray’ın yaptığını yapıp olayı görmezden mi gelmişti?" sorusunu sormadan edemiyor.
Bir tarihlerde bazı dindar kesimler ve eğitim kurumları, popüler kişileri (futbolcu, sanatçı, iş adamı vb.) yemeklere, gezilere davet ediyordu. Bu davetlere bizler dahil büyük iş çevrelerinin liderleri de katılmış hatta dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile başbakanları Tansu Çiller ve Bülent Ecevit de gelip övücü ve destekleyici konuşmalar yapmışlardı. Bu toplantılara katılanların tamamının tarikatçı olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır... Öyleyse Florya’yı tarikat yuvası kabul edip, futbolcuları da tarikat üyesi olmakla suçlamak, insaf ölçüleriyle ne kadar bağdaşır?
Ayrıca Türkiye liglerinde dini vecibelerini yerine getiren sayısız oyuncuların varlığını biliyoruz. Yabancı futbolcular içinde de kendi inançlarına göre haç çıkartan, dua eden, kiliseye gidenlere bugüne kadar sıcak bakılmıştır. Ama ne hikmetse aynı hoşgörü kendi insanımızdan esirgenmektedir.
Şunun da bilinmesi gerekir ki; başta Hakan Şükür olmak üzere bu futbolcular, ibadetlerini de yaparlar, eşleriyle, kız arkadaşlarıyla tatillere, gece kulüplerine, eğlence yerlerine ve umuma açık plajlara da giderler. Atatürk ilke ve inkılaplarına da yürekten bağlıdırlar.
Tarikat konusunda yanlış düşündüğün gibi Emre’nin Türkiye’yi ve Türk futbolunu küçümsediğini sanarak da yanılmaya devam ediyorsun. Bahsettiğin yıllarda Emre çok gençti, henüz 16-17 yaşlarında... O zamanki şartlar öyle davranmasını gerektiriyor olabilir. Şimdi bile Türkiye’deki futbol takımları antrenman saatlerini Cuma namazına göre ayarlıyorlar. Geçen zaman Emre’yi olgunlaştırdı. İngiltere’de böyle bir ayarlama olmayacağı için gereğini yapıyor. Bunun neresi Türkiye’yi küçümsemek?
Emre hatalı
Beğenmediğiniz Newcastle’a gelince... İngiltere’de son 10 yılda Manchester United’ın arkasından seyircisi en fazla takım, ortalama 50.000 seyirciyle oynuyor. 1892’de kurulan Newcastle’ın kombinesini satın alabilmek için iki yıl sıra beklemek gerekiyor. 16-17 milyon Pound’a Owen gibi oyuncuları alabiliyor. Alan Shearer’ı 15 milyon Pound’a alarak o tarihe kadar gerçekleştirilmiş Dünya’nın en pahalı transferini yapabiliyor...
Gelelim görmek istemediğimiz gerçeğe... Bedava denecek fiyata dağıtılmış kombineye rağmen, 15 bin ortalama seyirciye oynayan, hibe edilmiş ucuz transferlere ve en acısı 200 milyon dolar borcu ile G.Saray hala başarılı, Newcastle yerlerde sürünüyorsa, sen haklısın; Emre hatalı...
NOT: Emre’yi rencide ederek, bir gün Türkiye’ye geri dönüp hizmet vermesini zorlaştırmayalım. Gönlüm istiyor ki 30’lu yaşlarında Galatasaray’a dönsün, Hagi gibi hem oynasın hem de genç Emre’lerin yetişmesinde pay sahibi olsun.
Teknik direktör patron olamaz
FATİH Hoca’ya sordum... Bir teknik direktörün takımın başarısında ya da başarısızlığında en fazla % 15 pay sahibi olduğunu söyledi. Bu oran, üç aşağı, beş yukarı olabilir; ben de hocamın fikrine katılıyorum. Ama medya, bu oranlamayı hiç göz önüne almaz. Başarıda bir kişiyi "kahraman" ilan eder..
Genelde kahraman ilan edilen, övülen kişi de bunu doğal karşılar, hatta "Neler çektim bir bilseniz, anam ağladı" gibi de laflar eder. Başarıda pay sahibi olan diğer insanları kenarda bırakıp bunların gücenmelerini de önemsemez. Bu davranışlar, geleceği de etkiler, birlik-beraberlik bozulur. Şampiyon olunduğunda, çocuklarınıza hatıra kalacak bir toplu fotoğrafı bile çok görürler. Bunun sorumlusu da başkandır.
Başarısızlıkta ise bir "suçlu" bulunur, yerin dibine sokulur, çıkarılır ve görevine derhal son verilir. Bu istikrarsızlık da nakarat halinde devam eder, gider.
İşte Avrupa ile farkımız bu... Onlarda 10 yıl aynı hocayı takımın başında görürsünüz. Bizde en fazla dayanan Fatih Terim; 4 yıl...
Her şey kolektif
Bilgisayara gerekli verileri yükleyin, takımların başarı ya da başarısızlıklarında kimin ne kadar pay sahibi olduğunu size kesin olarak verir; kimse de matematiğe itiraz edemez. Başarının da başarısızlığın da kolektif olduğu gerçeğini unutmayalım...
Bütün bunlardan çıkartmamız gereken şudur; teknik direktör hiçbir zaman patron olamaz.
Şube başkanının emrindeki bir çalışandır. Sadece saha içindeki sorumluluk ona aittir. Saha dışındaki gelişmeler ise futbola bakan yöneticinin başkanlığında yönetim kuruluna aittir.
Zaman zaman, insanlara paye vererek bu çerçevenin dışına çıkıldığı görülmüştür. 2000 yılında Fatih Terim’i kaybetmemek için Faruk Süren’in masterlı ve doktoralı birçok işletmeci ve ekonomistin bulunduğu kulüpte, Fatih Terim’e genel müdürlük teklif etmesi gibi...
Günü kurtarmak için yapılmış bir öneriydi. Ama Fatih Terim aklını kullanıp durumu anladı ve bu oyuna gelmedi.
FIKRA GİBİ...
Kül yutmam
EVVEL zaman içinde... "Kamikaze kardeşler" Serhat Ulueren, Süleyman Rodop, Fatih Gökşen ile birlikte Antalya’da yemek yiyip sohbet ediyoruz. Konu gizli ses ve görüntü kaydı...
Özhan Canaydın ile yapılan röportajın banta alınıp ancak yayınlanmayan bölümlerini dinliyoruz. Tam bu sırada Fatih Gökşen’in telefonu çaldı, arayan başkandı. Fatih’e "Fatih ne yapıyorsunuz, kiminle birliktesiniz?" gibi rutin sorularını sordu.
Fatih’in "Ergun ağabey, Serhat ve Süleyman ile birlikteyiz" cevabı üzerine, "Aman dikkat et! Sen daha toysun, sesini teybe alırlar" deyince hepimiz masadan düştük. Başkanımız Özhan Canaydın da sıkça kullandığı, "Kül yutmam diyen, mangalı boynunda taşır" özdeyişinin doğruluğunu bizzat kanıtlamış oldu.
Yazının Devamını Oku