30 Mart seçimleriyle piyasaların rahatlayacağını düşünenler olsa da, gerçekçi analizler, piyasadaki asıl sıkıntının 31 Mart’tan itibaren, yani seçimden sonra artacağını gösteriyor.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, ekonominin daha iyi olacağını kaydedip, “30 Mart’tan sonra bekle-gör politikasında olan ekonomi yerini sıçramaya bırakacak bir sıçrama olacak” demiş. Bakan Şimşek, esnafın yavaşlamadan, yatırımcının yükselen faizden şikayetçi olduğunu, seçimin bunları gidereceğini söylemiş.
Yine gerçekçi olmayan aşırı iyimser bir yorum ve bence piyasalarda ileride sıkıntı yaratacak biçimde beklentileri yanlış yönlendiren bir demeç olmuş.Ne yazık ki; siyasi tansiyonu düşürecek bir seçim süreci yaşamıyoruz. Sonuçları nasıl çıkarsa çıksın, artık belli oldu ki; siyasi tansiyon artarak devam edecek.
31 Mart’tan itibaren, ötelenen yolsuzluk ve rüşvet operasyonuna ilişkin yargı süreci gündeme gelmek zorunda. Açıktır ki; seçimden hemen sonra, sonuçlara göre Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı için aday olup olmayacağı, olmazsa kimin AKP tarafından aday yapılacağı, bununla birlikte AKP milletvekillerinin 3 dönem şartının kalkıp kalkmayacağı, genel seçimlerin normal zamanında mı yapılacağı yoksa erkene mi alınacağı tartışmaya açılacak. Hem de hemen, Nisan’dan itibaren bu konuların netlik kazanmaya başlaması gerekecek.
İktidar partisinin daha doğrusu Başbakan Erdoğan’ın, başarı için baz aldığı yüzde 39’luk bir önceki yerel seçim oranlarının altına düşmesi halinde, bu bir başarısızlık sayılacak ve erken genel seçim gündeme gelecek. Bu takdirde gerilimin iyice biriktiği anlaşılan AKP içindeki tartışmaların da gün yüzüne çıkması kaçınılmaz görülüyor. Bununla birlikte 3 dönem şartının kaldırılıp Erdoğan’ın partinin başında kalmasının gündeme gelebileceği konuşuluyor. Yani seçimden AKP’nin başarısız olarak çıkması halinde bunun siyasi tansiyonu ve tartışmaları artırması, belirsizliği artırması kaçınılmaz görülüyor.
Hangi sonucunun başarı olduğu tabi ki tartışmalı ama AKP’nin yüzde 40 oy alması nispi bir başarı, yüzde 45 gibi bir oran ise zafer olarak nitelenecek. Oy sayımıyla ilgili olası tartışmalar bir yana, bu takdirde bile siyasi iklim durulmayacak. Seçim öncesi yaşananlar, yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun yeniden gündeme gelmesi, cemaatçilere karşı açılacak davalar, tartışmaların yeniden alevlenmesine, toplumsal huzursuzluğun devamına da yol açacak.
AB yetkililerinin “Türkiye’yi kaybetme korkusu”nun öne çıktığı gözlenirken, bu kaygı “ipleri koparmadan eleştirinin dozunu yükseltme” olarak kendini gösteriyor.
Avrupa Parlamentosu (AP)nun dün kabul ettiği Türkiye Raporunda bu kaygılar öne çıktı. Her şeyden önce raporun çok büyük bir farkla kabul edildiğini, son anda verilen 24 değişiklik önergesinin 8’inin kabul edilerek metne girdiğini söylemek gerekiyor.
Dün CNN Türk’te Raporu değerlendiren TÜSİAD Temsilcisi Bahadır Kaleağası, Türk toplumunun Berkin Elvan’ın ölümüne gösterdiği hassasiyetin, tüm kesimleriyle verdiği tepkinin Avrupa Parlamentosu tarafından anlaşıldığını, gerekli mesajların alındığının görüldüğünü söyledi. Kaleağası AB’nin Türkiye ile ilişkilerindeki iletişim hatalarının farkına vardığını, verdiği mesajlarda artık siyasi partileri değil Türkiye toplumunu esas aldığını açıkça gösterdiğini söyledi. Bu çerçevede mesajlarını artık topluma dönük vermeye çalıştığının altını çizdi.
AP raporundan çıkan sonucun Türkiye ile ilişkilerde iplerin kopmasının istenmediğini, bunun açıkça gösterildiğini kaydeden Kaleağası, aksine çok daha yakın ilişki kurulması için gösterilen çabanın öne çıktığını söyledi.
Kaleağası “AP Türkiye ile ipleri koparmamaya, uluslararası konjonktürü de hesaba katacak biçimde özen gösteriyor. Yani AB ile ipler kopmuyor aksine uluslararası alanda kendini geliştirecek adımları attığı takdirde bu ilişkilerin çok daha ileri gitme imkanı bulunduğunu söylemeye çalışıyor” dedi.
İlerlemeden sorumlu komiser Füle’nin rapor için yaptığı değerlendirmelerde de Türk halkının demokrasi talebini gördüğüne ve buna göre hareket ederek, bu amaca uygun raporlar hazırlandığına ilişkin sözler duyuyoruz.
Zaten değişiklik önergelerinden ilişkileri koparma anlamına gelecek olanlar kabul edilmezken, demokrasi ve insan hakları, yaşam tarzına ilişkin olanların kabul edilmesi de, bunun kanıtı idi. Kızlı-erkekli evler, alkol yasağı gibi eleştiriler yaşam hakkına müdahale kapsamında, youtube yasağı gibi konular özgürlükler kapsamında rapora dahil edildi, eleştiriler artırıldı.
BERKİN’E BAŞSAGLIĞI DİLEMEYEN ÜLKEYİ YÖNETEMEZ
Temmuz-Ağustos gibi ise bu konuda müzakereler yapılıp anlaşmanın sağlandığı, Batı’nın bu formüle destek verdiği, dolayısıyla barış içinde yeni bir icraat dönemi başlayacağı söylentileri yoğunlaşmıştı. Hükümete yakın işadamlarının başını çektiği anlaşılan bu girişim, Haziran’da alevlenen Gezi olaylarının yarattığı karamsarlığın da etkisiyle, tüm iş dünyasını memnun etmiş görünüyordu. O dönemde, ‘Böyle bir formülü, etkisi azalacağı için Erdoğan’ın kabul etmeyeceği’ tahminini söylediğimizde, bazı işadamları iş bitmiş gibi konuşup, buna uygun yanıtlar veriyorlardı.
Yani Hükümete yakın işadamları da dahil herkes, Başbakanın bu tavrıyla artık ülkenin yönetilemez hale geldiğini o zamandan görüyor, mevcut iktidar devam etsin diye, böyle bir formülün üzerinde duruyorlardı.
Ancak bu talebi iş dünyasının tümünün benimsemesinin asıl nedeni ‘ekonomik istikrarın devam etmesi’ydi. Turgut Özal’dan beri tek partinin ekonomi açısından uygun olduğunu düşünen iş dünyasının böylesine bir formülü benimsemesinin altında, koalisyon korkusunun yattığı da açıkça gözleniyordu.
Ancak gelinen aşamada artık iş dünyasının ‘mevcut istikrar talebi’nin içinin boşaldığını söyleyebiliriz. Aynı şekilde ‘günlük düşünüp hareket etme’ eğilimindeki piyasaların istikrar talebi de artık boşa çıkmış durumda. Elbette istikrar çok önemli, işalemi ve piyasalar önünü görmek zorunda ki; yatırım kararı alabilsinler, piyasalar canlı olsun, kâr edebilsinler.
Ancak gelinen aşamada; bu dinleme tapelerinin ortaya çıktığı, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının ayyuka çıkıp, Türkiye’nin giderek otoriterleştiği bir süreçte artık eski istikrar anlayışının devam edemeyeceği de açık. Tek adama bağlı, her türlü denetim ve kontrolden uzak bir sistem kurulduğu takdirde, öylesine bir sistemde bırakın istikrar talebini, talepten bile söz edilemeyeceğini giderek daha fazla kişinin görmesi kaçınılmaz.
Çünkü demokrasi ve piyasa ekonomisi, işaleminin de piyasaların da içinde yaşayabileceği asgari iklimin de adıdır. Demokrasinin kalmadığı, kuralların olmadığı, tek kişinin istediği işi istediği zaman ve biçimde yaptığı, bunun için yargıyı da tümüyle kendisine bağladığı bir ülkede, vurup kaçılacak işlerin dışında, zaten kalıcı iş yapılamaz ki...
Son olarak, yıllardır üzerinde durduğumuz Sayıştay denetiminin Hükümet tarafından neden istenmediğine ilişkin tahminlerimiz de dün ortaya çıkan dinleme tapeleriyle kanıtlanmış oldu. Tüm bunların ortak olarak gösterdiği gerçek şu ki; hükümet sistemi tümüyle kontrol edip, tek adama bağlı, istediğini istediği biçimde yapan kontrolsüz bir sistemi, yani otoriter rejimi kurmanın peşinde.
Bu çağda, küreselleşmenin hız kazanıp, dünyanın neredeyse tümünün tek pazara gittiği bu süreçte, hem de Batı ile eklemlenmesi zorunlu olan bir ülkede, böyle emelleriniz olur bu amacı uygulamaya kalkarsanız, ne olacağı belli...
Yani Türkiye’yi ne kadar oy alırsanız alın, özlediğiniz bu otoriter sistemle yönetemezsiniz, yönetmeye kalkıştığınızda, şu anda başınıza gelenler gelir. İyi ki de küresel gerçekler böyle, iyi ki ‘suyun akışı’nı unutmuyoruz, yoksa günlük gelişmeleri izlemeye çalışan herkes gibi, her an çıldırmanın eşiğine gelirdik.
Dünkü Sayıştay dinlemesinde duyduklarımın, hepsinin gerçek olduğuna inanıyorum. Çünkü dinlemenin taraflarından olan AKP Grup Başkanvekili Nurettin Canikli ve anlayışını iyi biliyorum. Kendisi Maliye’de istediği üst düzey görevlere gelememiş bir bürokrattır. Şimdi bürokrasiye yaptığı hakaretleri, kendisini tanıyanlar ibretle izlemiştir. Her Kabine değişikliğinde adı geçmiş ama bakan olamamıştır. Yani Bakan olabilmek için yandaş medyada Başbakanın hoşuna giden faiz karşıtı yazıları, bazen ismiyle, bazen isimsiz yazdırması, hep piyasa gerçeklerini reddeden, müdahaleci bir ekonomi anlayışı sergilemesi, işe yaramamıştır. Sayıştay denetimi ile ilgili söyledikleri de bu nedenle bana hiç şaşırtıcı gelmedi. Konuştuğu Başbakanlık özel kalem müdürü Hasan Doğan’ın ise açıkçası bu kadar yetkili ve etkili bir kişi olduğunu bilmiyordum. “Zihniyeti belli olmayan Sayıştay denetçisi bizim bakanımızı perişan edebilir” sözleri, Canikli’nin “Meclis’e bu raporlar gelse bizi parçalarlardı” demesine gönülden katılması, kendisinin Başbakana bağlı ve denetimsiz otoriter bir rejimin kurulması amacına uygun, seçilmiş biri olduğunu gösteriyor.
DENETİMSİZLİK YOLSUZLUĞU GETİRİR
Zaten tapelerde dinlediğimiz konuşmalarda adı geçen işadamları da şimdiye kadar, tapelerin ortaya çıkmasını kınadılar ama bu tapelerde dinlediklerimizi ya onayladılar, ya da o konuya hiç girmeyerek ikrar ettiler.
Bu dinlemelerin yasal olup olmadığı, yayımlanmasının etik olup olmadığı tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ancak benzer tapeler daha önce çıktığında hükümetin bu tartışmaları bilerek yapmadığı da akıllarda.
Bu tartışmayı bir kenara koyacak olursak, tapelerde dinlediklerimizin gerçek olup olmadığı, montaj olup olmadığı da tartışılıyordu. Ancak Başbakanın Aydın Doğan’la ilgili bir dava için eski Adalet Bakanı’yla konuşması ve MİLGEM ihalesinde kazanan firma Koç Grubu’ndan ihalenin geri alınması için işadamı Kalkavan ile yaptığı konuşmayı doğrulayıp savunmasıyla, daha önceki tapelerde dinlediklerimizin de bence artık doğru olduğu teyit edilmiş oldu.
İlk çıkan tapelerde Sabah-ATV gurubunun müteahhit firmalardan para toplanıp, Kalyoncu grubuna geçirilmesi için yapılan konuşmalar vardı. İlgili müteahhitler dinlemeleri kınadılar, toplanan paraya “havuz denilemeyeceğini” söylediler ama hiçbiri tapelerde dinlediklerimizin doğru olmadığını söylemedi.
Başbakanın Başdanışmanı İbrahim Kalın’la çocuklarının okul parasını ödemek, bu arada özelleştirmeden aldığı elektrik dağıtım şirketine ilişkin sorunların çözümü için konuşması çıkan Eksim Yatırım Holding sahibi Abdullah Tivnikli, dinlemede geçtiği gibi Kalın’ın çocuklarının okul parasını ödediğini kabul etti, dinlemelerde yeralan unsurların aslında mağduriyetini gösterdiğini söyledi.
Kibar Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ali Kibar da, “Alo Fatih” tapelerinde yeralan TÜRGEV’e 1 milyon dolarlık bağış konusunda ise bağışı inkar etmeyip, tüm bağışlarının hukuka uygun olduğunu söylemekle yetindi.
Yine Başbakanın oğlu ile çıkan tapelerinden birinde adı geçen, getirdiği paranın yeterli olmadığından sözedilen Som Petrol sahibi Sıtkı Ayan da bir açıklama yapıp, iddialara doğrudan girmeden, yaptığı işler için rüşvet vermediğini, teşvik almadığını, yatırımlarını kendisinin finanse ettiğini belirtti.
Tapeleri bilmem ama dünkü enflasyon rakamları gösterdi ki; enflasyonda turpun büyüğü gerçekten heybede.
Dün açıklanan rakamlar Şubat ayı sonunda yüzde 8 sınırına dayanan tüketici fiyat artışının seçimden sonra daha da hızlanacağını, çok daha yüksek oranlara, büyük ihtimalle yeniden çift haneli rakamlara ulaşacağını gösteriyor.
Bu tablo aynı zamanda enflasyonun da etkisiyle ekonomik dengelerin daha bozulma riski bulunduğunu da ortaya koyuyor. Bu enflasyon rakamlarına bakarak Merkez Bankası’nın bu ayki Para Politikası Kurulu Toplantısında faiz artırım kararı vermesi gerekmese de, önümüzdeki aylar içinde yeni faiz artırımlarına gitme ihtimali artıyor. Bununla birlikte büyüme oranlarının frenlenmesi, yani büyümenin daralması da kaçınılmaz olacak.
Dün açıklanan Şubat ayı enflasyon verilerine göre tüketici fiyatları (TÜFE) yüzde 0.43 ile piyasa beklentilerine paralel bir artış gösterdi. Böylece yıllık TÜFE enflasyonu bir ay önceye kıyasla, yüzde 7.75’den 7.89’a yükseldi. Bu aya kadar sorun olan gıda enflasyonu Şubat’ta aylık 0.13 artış ile beklentilerin altına kalırken, buna rağmen yüksek sayılabilecek toplam artışta ise akaryakıt ürünlerinde ve otomobil fiyatlarındaki meydana gelen fiyat artışı etkili oldu.
Bu arada önemli kalemlerden biri olan giyim harcamalarında, Ocak ayında olduğu gibi, Şubat ayında da gerileme yaşandı. Düşüş yüzde 5.1 oldu. Bu kalemde Mart’tan itibaren, artık yeni mevsim nedeniyle, fiyat artışlarının görülmesi kaçınılmaz.
TÜFE fiyatlarındaki artışta en dikkat çekici kalem ise Merkez Bankası’nın faiz artışlarına da baz olan çekirdek enflasyondaki yüksek oranlı artış oldu. Bu kalem aynı zamanda kurlardaki artıştan da en çok etkilenen kalem olarak göze çarpıyor. Gıda, alkolsüz ve alkollü içkiler, tütün, altın ve enerji hariç tutularak hesaplanan çekirdek enflasyonda aylık artış yüzde 0.7 olurken, yıllık artış ise yüzde 7.6’dan yüzde 8.43’e yükseldi. Bu oranın 2007 Haziran ayından bu yana ulaşılan en yüksek oran olduğuna dikkat çekiliyor.
EKONOMİK TABLO KÖTÜLEŞECEK
Önümüzdeki aylarda TÜFE artışının hızlanacağına dair en önemli gösterge ise Üretici fiyat endeksi (ÜFE) de yaşanan yüksek oranlı artışların devam etmesi. Ocak’ta aylık yüzde 3,32 artan ÜFE, Şubat’ta da yüzde 1,38 oranında yükseldi. Yıllık ÜFE artışı da Şubat ayı sonunda yüzde 10,72’den 12,40’a çıktı. Bu oranın 2011 yılı Aralık ayından bu yana ulaşılan en yüksek oran olduğuna, özellikle vurgu yapılıyor. Buradan yola çıkarak maliyetlerdeki artışın zayıf kalan talep nedeniyle tüketici fiyatlarına yansımadığı çok açık gözüküyor. Ancak banka iktisatçıları raporlarında, yansımanın artık kaçınılmaz hale geldiğini söyleyip ne zaman yansıyacağını tartışıyorlar. Kurların yüksek seyrinin devam etmesinin, bunu kaçınılmaz kılacağı söyleniyor.
Bu arada şunu söylemeliyim ki; telefonlar dinlendiği için bankacılar da, herkes gibi telefonda çok temkinli konuşuyorlar. 5-6 yıldır zaten bu çekingenlik hissediliyordu ama son tape’lerden sonra iyice arttı. Hatta ne olur ne olmaz “konu oraya gelirse” diye, telefonla konuşmalar bile ciddi ölçüde azaldı.
O gün piyasalarda düşüş olmuş, hisse senedi piyasası da yüzde 1,5 civarında düşmüştü. Bunun devam edip etmeyeceğini, düşüşün tümüyle Başbakanın tape’sinden kaynaklanıp kaynaklanmadığını, başka unsurlar olup olmadığını sordum. Bankacı, piyasaların tapelerden tedirgin olduğunu, o nedenle düştüğünü söyledi. Ancak ardından piyasaların ve kendisinin, iktidarı yıpratma amacı taşıyan montajlı tape olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşündüğünü söyledi.
Yıllardır kulislerde konuşulanları duymuş, bunların çoğunu komplo teorisi olarak görüp sadece dinlemiş ama sonunda çıkan tape’lerin duyduklarıyla birebir örtüştüğünü gören bir gazeteci olarak, tape’lerin montaj olduğu şüphesine şaşırmıştım. “Ciddi mi, gerçekten piyasa bunları montaj olarak mı görüyor?” dediğimde, “Tabi ki öyle. Ben de öyle sanıyorum. Bu tape’lerin gerçek olduğu düşünülse hisse senedi piyasaları yüzde 1,5 değil yüzde 15 düşerdi” dedi. Ardından da tape’lerde konuşulanların “gerçek olamayacak kadar kötü” olduğunu, tape’ler doğru ise zaten artık ekonomiden de söz etmemek gerektiğini, çünkü konuşulanların çok vahim olduğunu, bu nedenle inandırıcı olmadığını düşündüklerini söyledi. Bankacı, birlikte çalıştıkları yabancıların çoğunun da bu kanıya sahip olduğunu belirtti.
Yani son çıkan tape’lerin gerçekliği konusunda piyasada ciddi kuşku var. Piyasalar bu kuşkuyu duymakta samimi mi, yoksa her kötü dönemde olduğu gibi, yine kötü haberi görmemeyi mi tercih ediyorlar, anlamış değilim. Çünkü yabancılar anlamasa da, yerli aktörler, benzer iddiaları duymuyorlar mıydı, en azından yaşadıkları şehirdeki imar gelişmelerinden büyük işler döndüğünü, ciddi siyasi irade olmadan bunların yapılamayacağını görmüyorlar mı, anlamadım.
Bütün bu kuşkuların altında piyasaların “istikrar korunsun” kaygısının, “piyasa canlı olsun da bir yerden kâr yazarız” anlayışının etkili olduğu da açık.
YOLSUZLUĞU HOŞ GÖRENLER
Seçim atmosferi ile ilgili yorumları izlediğimde, bazı militan partililerin “kim yemiyor ki?” , kiminin işi abartıp, “hakkıdır alır” dediklerini duyuyorum. Militan partili olmayanlar arasında, özellikle serbest iş yapanların bir bölümünde ise “aman istikrar bozulmasın da..” ya da “dış güçlerin oyunudur bu” diyerek, yapılanları mazur göstermek ve iktidarı koruma eğilimi de öne çıkabiliyor. Yolsuzlukları mazur gösterme eğilimi, bile bile yolsuzlukları hoş görme tavrının insanları kızdırdığı, hatta bu durumun ülke için hayal kırıklığı yarattığı da açık.
Merkez’in uzun aradan sonra yaptığı yüklü faiz artışı ile piyasalara biraz güven gelirken, bazı bankacılar Şubat ayı enflasyonunun yüksek çıkması ve TL’deki değer kaybı devam ederse, Merkez’in faiz oranlarını yeniden artırarak tepki vereceğini belirtiyorlar.
Ancak Merkez’in tam seçim öncesinde yeni bir faiz artırımı yapacağını, şahsen tahmin etmiyorum. TL’deki trendin durup, enflasyonda olumlu gelişmeler beklediğimden değil, sadece siyasi tepki nedeniyle, gerektiği durumda bile faiz artışının yapılamayacağını düşünüyorum.
Özetle; Nisan ayı PPK toplantısında Merkez Bankası’nın yeni bir faiz artırımı kararı vermesini, daha yüksek bir ihtimal olarak görüyorum.
Çünkü 30 Mart seçimlerinden sonra özellikle enerji fiyatlarında artık kaçınılmaz olan yüksek oranlı zamların gelmeye başlaması, bunun da enflasyon üzerinde baskı oluşturması kaçınılmaz olacak. Doğalgaz ve elektrik fiyatlarında yüzde 15-20 oranında gereken zammın, daha da ötelenmesi söz konusu olamayacak. Herkes biliyor ki; enerji KİT’leri arasında sürekli kalem oyunları yapılarak, zararlar düşük tutulmaya çalışılıyor ama açık çok büyüdü. O nedenle gereken zammın hepsi olmasa bile, bir kısmının Nisan başında uygulamaya konacağını, bunun da enflasyona etki etmeye başlayacağını tahmin ediyorum.
PPK açıklamasından anladığımız kadarıyla, piyasalar gibi Merkez Bankası da TL’nin değer kaybının sürmesinin de etkisiyle, enflasyonda yüksek eğilimin devam etmesini bekliyor. Bunun üzerine Nisan’daki enerji zamlarının gelmesi ile enflasyondaki artış eğiliminin sürmesi kaçınılmaz.
KAÇINILMAZ ENERJİ ZAMLARI
PPK açıklamasında beklentilerin üzerinde gelen Ocak ayı TÜFE enflasyonunda vergi ayarlamaları, TL’deki zayıflık ve gıda fiyatlarındaki gelişmelerin etkili olduğu belirtilirken, enflasyonun bir süre yüzde 5 olan hedefin üzerinde seyredeceği de kaydedildi. PPK tutanaklarında seyrin gözlenip enflasyon hedefe uyumlu hale gelene kadar sıkı para duruşunun devam edeceği kaydediliyor.