Ancak piyasa aktörleri bir yandan da gözlerini Cumhurbaşkanlığı seçimi için Başbakanın vereceği karar ile erken genel seçim olup olmayacağına çevirmiş durumdalar.
Seçimlerden piyasaların istediği sonuç çıkmasına rağmen devam eden belirsizliğin giderilmesi için, piyasaların önlerini görebilmeleri için Nisan ayı sonuna kadar bu kararların netleşmesi bekleniyor.
Ancak seçim kararları netleşse de, ekonominin geçen yılki canlı seyrine geri dönmesi de beklenmiyor. Küresel bazda son günlerde risk iştahı arttı, bu durum bizim gibi gelişmekte olan ülkeleri olumlu etkiliyor ama aynı eğilimin devam etmesini beklenmiyor. Piyasalardaki genel kanı 2013 yılındaki kadar büyüme oranı ve eski canlılığın yakalanmasının artık çok zor olduğu yönünde.
İşte hem bu küresel gerçekler hem de içerideki yoğun siyasi atmosferin devam etmesinin, ekonomide önümüzdeki dönem bazı sıkıntılar çıkaracağı anlaşılıyor.
Bunun ilk işaretlerinin reel kesim kredilerinde görülmeye başladığını duyuyoruz. Hafta sonunda görüştüğüm bir bankacı, bazı yabancı bankaların reel sektör kredilerinde çekimser davranmaya başladığını söyledi. Bu yabancı bankaların yurt dışındaki merkezlerinden gelen “risk arttı, çok sağlam görmedikçe kredileri uzatmayalım” talimatına uyarak, uzatma işlemlerini yapmamaya başladıklarını söyledi.
Bu durumda rating kuruluşlarının “reel sektörün durumunun kritikleştiği, özellikle TL kazanıp döviz borçlanan firmaların risk altında olduğu” yönündeki yorumlarının etkili olduğu düşünülüyor. Önümüzdeki dönem yabancı bankaların reel sektör kredilerinden çekilme eğiliminin güçlenmesini bekleyen aynı bankacı, bu bankaların daha çok tüketici kredilerine yoğunlaşacaklarını, bu dönemi bu şekilde geçirmeye çalışacaklarını söyledi.
Yabancı bankaların risk konusunda yerli bankalara kıyasla daha katı olduğunu, bunu daha önce gördüklerini kaydeden yetkili, “yine yabancı bankalardan krediler nedeniyle şikayet edilen bir döneme girmiş olabiliriz” şeklinde konuştu.
Tahminleri çok büyük ölçüde tutan araştırmacılardan biri olan Adil Gür, çıktığı TV programlarında, ekonomideki genel gidişatın olumlu algılandığını, yolsuzluk iddialarının ekonomi iyi algılandığı için oya yansımayacağını, tercihlerde ekonominin çok önemli payı olduğunu söylüyordu. Dün yine bir TV programında tahminlerinin doğru çıktığını belirterek, “Kurlarda yaşanan artışın, faizlerin yüzde 4.5’lardan 11’lere kadar çıkmasının etkisi henüz ekonomide görülmedi. Asıl etki bundan sonra görülecek” şeklinde konuştu.
Adil Gür bugün bir gazetede, sandık sonrası yaptıkları “neden oy verdin” araştırması sonuçlarını yayınlayacaklarını, burada da ekonominin etkisinin açıkça görüldüğünü ifade etti.
Dün CNN Türk’te oy verme sonrası telefonla yaptıkları çıkış anketinin sonuçlarını anlatan İpsos Sosyal Araştırma Enstitüsü yetkilisi ise benzer saptamalarda bulundu. AKP seçmeninin yüzde 70’inin 4 ay önce kararını verdiğini söylediğini, yani 17 Aralık’ın çok önemli etki yapmadığını söyledi. Yolsuzluk soruşturmalarının tercihine etkisi sorulduğunda AKP’li seçmenin yüzde 70’i hiç etki etkilenmediğini, yüzde 20’si ise “tercihini pekiştirdiğini” söylemiş. CHP ve MHP’ye oy verenlerin yaklaşık dörtte bir oranındaki seçmen ise yolsuzluk soruşturmasının tercihlerini değiştirdiğini söylemiş.
Aynı araştırma kapsamında kutuplaştırma politikasının AKP seçmenine etki etmediği, CHP ve MHP’ye oy verenlerin yaklaşık yüzde 25’i civarında kişinin tercihlerini değiştirdiğini söylediği belirtildi. Aynı şekilde internette yayımlanan ses kayıtlarının oy vermeye etkisi sorulduğunda da yine AKPye oy verenleri etkilemediği ancak MHP ve CHP seçmeninde biraz etki yaptığı görülüyor.
GENEL EKONOMİK TREND ÖNEMLİ
Bu kapsamda 19 Mart’ta TOBB ETÜ Sosyal Politikalar Merkezi’nin düzenlediği seminerde ABD’deki Chicago İllinois Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof.Dr. Ali Akarca’nın söylediklerini hatırladım. Türkiye’de içgöçün siyasi katılıma etkisi çalışmasını anlatan Akarca, geçen seçimlerde olduğu gibi bu seçimlerde de oy oranlarını, anket yapmadan bilmeyi başardı. Akarca, ekonomi başta olmak üzere baz aldığı parametlerdeki değişimleri inceleyerek, iktidarın oy oranını belirlemeye çalışıyor ve yüzde 43-45 arasında bir rakamın “normal” olacağını söylemişti. Prof. Akarca, kıyaslamanın yerel seçim genel seçim ayrımı yapılmadan yapılması gerektiğini belirtip, “son seçime kıyasla AKP’nin 5 puan daha az oy alması normaldir, 2 puanlık daha önceki partilerden kayış etkisini de katarsak en fazla oy kaybı 7 puan olur. Bu düşüş normal, daha yüksek oranda düşüş başarısızlık olarak alınmalı” demişti.
Ali Akarca da , Adil Gür gibi, “genel ekonomik durum kötüleşmeden yolsuzluk iddialarının oy tercihlerine yansımadığını” söylemişti. Akarca, Brezilya’daki belediyelerde belirlenmiş yolsuzlukları yapanların bile yeniden seçilebildiği örneğini verip, bu eğilimin sadece Türkiye’de değil çoğu ülkede yaşandığını belirtmişti. Bir başka araştırmada İsviçre-Moldovya kıyaslaması yapılarak “eğitimli ve refah olan ülkede yolsuzluk etki yapıyor” sonucunu da hatırlıyorum. Özetle; ekonomide iyi gidiş algısı var, çoğu insan geleceini tehlikeye atmamak için, alternatif de göremediği için AKP’ye oy veriyor, başka şeye bakmıyor.
Bunun da ötesinde bu sonuçların tetikleyeceği yeni gelişmeler ve siyasi değişimlerle birlikte, siyasetteki gerginliğin azalmayıp artması tehlikesi bile var. Bir başka deyişle iktidar partisi galip ilan edilecek oy oranına ulaşsa, hem bunun başarı olup olmadığı, hem seçimlerde olanlar, hem de yargı sorunlarının nasıl çözümleneceği ve siyasi etkilerinin yoğun olarak tartışılması kaçınılmaz. İktidar partisinin yenilgi sayılacak sonuçlar alması halinde ise bu kez hem parti içindeki tartışmalar su yüzüne çıkacak, hem yeni toplumsal talepler dillendirilmeye başlayacak.
Birçok toplumsal kesim gibi işalemi de gelinen noktada yerel seçim sonuçlarının istikrar için çözüm olamayacağının farkında. İstanbul Sanayi Odası (İSO) yönetiminin yerel seçimlerden önce “erken genel seçim” talebinde bulunması, seçim tartışmaları içinde fazla dikkat çekmedi ama bundan sonra gündeme gelip tartışılacağı kesin. Seçim sonuçlarına göre işaleminin diğer kuruluşları ve daha geniş toplumsal kesimlerden erken genel seçim taleplerinin artması bekleniyor.
Yerel seçim sonuçlarının ardından Ağustos ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de siyasi ve ekonomik istikrar için yetmeyeceği artık ortaya çıktı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk kez halk tarafından doğrudan yapılacak olması, yerel seçim sonuçlarının Cumhurbaşkanlığı seçimine yapacağı etkiyi çok artırıyor. Yani siyasi tansiyonun yeniden yükselmesi kaçınılmaz.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri de yetmeyecek, Türkiye’de yeniden siyasi ve ekonomik istikrar kurulabilmesi için genel seçimlerin sonuçlanması gerekiyor. Normal tarihi 2015 olan genel seçimlerin, doğacak yeni siyasi iklimde öne çekilip çekilmeyeceğinin hemen tartışılmaya başlaması bile beklenebilir. Yani seçimler normal zamanında yapılırsa önümüzdeki 1 yılı aşkın süre yine siyasi gerginlikle geçecek. Genel seçimin, bir-iki ay içinde verilecek kararla, 2014 sonuna alınması halinde önümüzdeki belirsizlik süresi 9 aya indirilebilir.
MALİ İSTİKRAR HEP KORUNDU AMA…
Bir başka deyişle siyasi gerginlik, dolayısıyla ekonomideki istikrarsızlık ve piyasadaki belirsizlik bugünkü seçim sonuçlarıyla değil, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerin tamamlanmasıyla sona erebilecek.
2 yıl önce yoğunlaşan denetimler nedeniyle bir miktar azalan kaçak sigara oranı son dönemde yeniden yükseliyor. Bu oranın artmasında, siyasi iklimin katkısı kaçınılmaz gözüküyor.
Geçen hafta Mardin ve Diyarbakır’da kaçak sigaranın yaygınlığını bizzat izleme imkanı buldum. Diyarbakır’daki kaçak sigara oranının yüzde 70’lere ulaştığı, bir TIR kaçak sigaradan birkaç milyon dolarlık kar elde edildiğini belirtiyorlar. Sektördeki, bölgeyi çok iyi bilen bir işadamına bunun nedenini sorduğumda u yanıtı aldım: “Bu büyük bir iş. Hem K. Irak tarafından, hem bizim taraftan önemli bir siyasi koruma olmasa, bu kadar büyük bir iş yapılamaz.”Bizdeki kaçak sigara, AB’nin de belirlemelerine göre büyük ölçüde Bulgaristan kaynaklı. Bulgaristan’dan K. Irak’a, oradan da sınır illerinden Türkiye’ye geliyor. Aslında sokakları dolaştığınızda siyasi koruma olmadan gelemeyecek bu kadar yüklü sigaranın, sokakta da çok rahat satıldığını yani yerel bazda da siyasi koruma olduğunu görüyorsunuz. Polislerin, zabıtaların yanında tezgah açmış kişiler, çok rahat biçimde 2-2,5 TL’ye kaçak sigara satabiliyorlar. Belli ki “sıkıntı olmasın” diye denetimler gevşek, zaten cezalar da caydırıcı değil.
Nevruz günü Mardin’deydik. Mardin’e gitmeden Kızıltepe’ye uğradık ve meydanda onlarca tezgah, bunların başında çocuk yaşındaki satıcılar gördük. Kimisi de Suriye’den gelen çocuklardı. “Büyükler Diyarbakır’a Nevruz’a gitttiği için tümüyle çocuklara kaldı” dediler. Ertesi gün Diyarbakır’a gittiğimizde ise satıcılar içinde o kadar çok çocuk yoktu ama tezgahlar o kadar yoğundu ki. Diyarbakır’ın kaçak sigaranın en yoğun olduğu illerden olduğunu, sadece tezgahlarda değil dükkanlarda da çok yoğun kaçak sigara satıldığını gördük.
Diyarbakır’da bin adet ruhsatlı satıcısı olduğu ama en az 2 bin dükkanda sigara satıldığını öğrendik. Yani Tütün ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurulu (TAPDK) belli ki görevini yapmıyor. Keşke bu Kurum görevi olmadığı halde bir dernek olan Yeşilay’a aktardığı milyonlarca lirayı, sektördeki kaçağı önlemek, yani vergi gelirini artırmak için kullansa.
Diyarbakır’dakiler, “sadece yasal sigara satan, kaçak sigarayı dükkânına sokmayan tek bir bayi olduğunu” söylüyorlar. Tablo korkunç değil mi?
5.5 MİLYAR TL VERGİ KAYBIRakamlara girecek olursak; TAPDK verilerine göre 2010’a kadar yıllık yaklaşık 5,4 milyar paket seviyelerinde seyreden yasal sigara pazarı o yıl 4.7 milyar pakete düşmüş. Yani çok büyük bir kaçak oluşmuş. Çöplerden toplanan boş paketlerle yapılan araştırmalarla iller itibariyle de kaçak oranları belirleniyor. 2009’da yüzde 5 olan kaçak sigara oranı 2010 ve 2011 yıllarında yüzde 20’lere tırmanmış. 2012 yılında denetim yoğunlaşınca gerileme olmuş yüzde 13.4’e kadar inmiş. 2013 yılında ise yeniden yüzde 20’lere çıkmış.
Alkollü içecekler içinde en ağır darbeyi yiyen ise bira oldu. Özel tüketim vergisi (ÖTV) nin yılbaşında yapılan son artışlarla rakı votka ve cinde yüzde 10, şarapta yüzde 9.97 artarken biradaki artış yüzde 15.63 olmuş.
Bira ve Malt Üreticileri Derneği, Ernst Young kurumsal finansal danışmanlık ile Regioplan Policy Research araştırma kuruluşuna, “Türkiye’deki bira sektörünün ülke ekonomisine katkıları” başlıklı bir rapor hazırlattı. Son 2012 verilerinin kullanıldığı raporda Türkiye’de biranın ÖTV oranının son 10 yıllık dönemde 11 kez artırıldığı ve artış oranlarının çoğu kez enflasyon oranlarının üzerinde gerçekleştiği belirtiliyor. Ocak 2010 ve Aralık 2012 tarihleri arasında ÖTV dört kez artırılırken, 2012’nin sonundaki ÖTV oranının 2010 yılı başındaki orandan yaklaşık yüzde 77,15 daha yüksek olduğunun altı çiziliyor.
AB İLE KARŞILAŞTIRMA
Türkiye’de biradaki ÖTV oranı diğer ülkelerdeki özel tüketim vergisi oranlarıyla karşılaştırıldığında, Türkiye’nin en yüksek oranda özel tüketim vergisi uygulayan ülkeler arasında yer aldığı açıkça görülüyor. Rapor kapsamında yapılan hesaplamalara göre; Türkiye’deki ÖTV oranı yalnızca satın alma standardına göre kişi başına GSYİH tutarı benzer seviyede olan AB ülkelerindekine kıyasla değil, AB’de en yüksek oranda özel tüketim vergisi uygulayan ülkelerdekine (en yüksek oranın uygulandığı Finlandiya hariç) kıyasla da yüksek olduğu ortaya çıkıyor.
Türkiye’de bira üzerinden alınan ÖTV, satın alma standardına göre kişi başına GSYİH tutarı benzer seviyelerde olan AB ülkelerinden 7 kat, AB ortalamasından da 3 kat daha yüksek olarak belirtiliyor. 2012 yılında, Türkiye’deki ÖTV’nin, Finlandiya hariç AB üyesi diğer İskandinav ülkelerinde uygulanan özel tüketim vergilerinden de daha yüksek olduğu görülüyor.
Bir hafta kalmasına rağmen 30 Mart seçimlerinin, Suriye’nin savaş uçağının düşürülmesiyle başlayan gelişmelerin sonunda, ertelenebileceğinin bile konuşulduğu bir siyasi iklimden geçiyoruz. Siyasetle ilgili o kadar çok senaryo var ki; hangisi gerçek olacak, ortam ne kadar sertleşecek, siyasete ne kadar müdahale olacak, uluslararası ilişkiler ne kadar gerilecek, belli değil. Özetle, siyasette hareketliliğin, spekülasyonların doruk noktasına ulaşacağı bir haftaya giriliyor ve bence bu hafta piyasalarda uzun süre yaşanabilecek kabusun başlangıç haftası olabilir. Seçimler yapılsa da yapılmasa da siyasi tansiyon çok artacak. Seçimin sonucu ne olursa olsun, siyasetin çok karışacağı ve belki yıl sonuna kadar karışıklığın süreceği bir döneme girildiğini söylemek de, artık kehanet sayılmıyor.
SAVAŞ SENARYOLARI
Bir süredir muhalefetin ‘savaş çıkarılacağı ve bu gerekçe gösterilerek seçimlerin erteleneceği’ yönünde bir komplodan söz ettiğini, böyle bir iddiaya karşı Silahlı Kuvvetleri bile uyardığını biliyoruz. Dün Suriye savaş uçağının düşürülmesi bu senaryoları akla getirdi. Bunun iktidarın senaryosu için başlangıç olduğunu iddia eden bazı muhalefet milletvekilleri, bundan sonra Suriye’de Türk toprağı sayılan bölgeye asker sevkiyatı sırasında, danışıklı olarak oradaki El-kaide güçleri tarafından saldırı düzenleneceği ve Türkiye’nin buna büyük bir güçle karşılık verip, TBMM’yi toplayarak seçimlerin ertelenmesi yoluna gidileceğini, planın böyle kurulduğunu iddia ediyorlar. Bu kadar uçuk bir senaryo gerçekten var mı, hayata geçirilebilir mi bilmiyoruz ama seçim haftasında bu iddiaların konuşulması bile, tek başına rahatsız edici. Hem de seçim öncesi Başbakana ve iktidara dönük çok sayıda dinleme kaydının ve
iddiaların gündeme geleceğinin söylendiği bir haftada bunlar yaşanıyor.
DALGA OLACAĞI KESİN
Siyasi olarak anormal günler yaşadığımız, seçimler sonrasında da karışıklığın devam edeceği artık bir gerçek. Yani piyasaların etkileneceği, dalgalı bir seyrin yaşanacağı bir haftaya olacağı kesin. Seçim haftası olacaklar, sıcak çatışma haberleri piyasaları zaten fazlasıyla rahatsız edecek.
Bu arada dışarısının da durulmadığını, Batı’nın ekonomik durumu ve alınan likidite kararlarına ek olarak Çin’le ilgili tedirginliğin başladığını unutmayalım. Bu unsur da piyasalardaki kabus havasını, bence iyice artırmaya aday.
TWİTTER’I YASAKLAYAN HÜKÜMET
Merkez’in zorunlu karşılık politikasıyla bankalar kanalıyla rezerv biriktirdiği, döviz riskini, maliyet artışını bankaların üzerine yığdığı, olumsuz sonuçlarının görüleceği de söylendi.
İşte yeni yılla birlikte Hükümetin ve Merkez Bankası’nın uyguladığı bu yanlış politikaların bankalar üzerinde yarattığı yükü somut olarak hissetmeye başladık. Bankaların karlılıkları, sermaye yeterlilik oranları ciddi biçimde düşmeye başladı. Tüm bankacılar bu yılın, hatta önümüzdeki yılın da, kendileri açısından çok zor geçeceğini zaten bir süredir söylüyorlar.
İşte bu aşamada uluslararası rating kuruluşu Moody’s’in önceki gün 10 Türk bankası için verdiği notta görünümün zayıfladığı yönünde yaptığı açıklama, kimse için sürpriz olmadı. Bunun ardından rating puanında düşüşün gelebileceği de piyasada yoğun olarak konuşulmaya başladı.
Moody’s’in yaptığı açıklamada, bankacılık sisteminin önümüzdeki 12-18 ay boyunca, büyümedeki yavaşlama, Türk bankalarının fonlama maliyetlerinin artması ve politik risklerden dolayı zorlu bir süreç yaşayacağı belirtildi. Bununla birlikte Türk bankalarındaki varlık kalitesinin ve karlılığın zayıflayacağı söylendi. Türkiye’nin 2014 yılında yüzde 2,5 büyüyeceği tahmin edilirken, Türk bankalarındaki fonlama masraflarının 2013’e kıyasla 400 baz puan arttığı kaydedildi. FED’in parasal genişlemeyi azaltması, politik belirsizlikler, potansiyel bir parasal sıkılaştırma ve iç talepteki zayıflamanın Türkiye’nin büyümesinde aşağı yönlü riskler oluşturduğu ifade edilen açıklamada, Türk bankalarının kredilerden kaynaklanan sıkıntıları absorbe etme kapasitesi olduğu ancak bu 10 bankanın kredi profillerinin zayıflayacağı belirtildi.
Moody’s açıklamasında Merkez Bankasının dış fonlama maliyetleri arttığı takdirde rezerv gereksinimlerini azaltmayı düşünebileceği, refinansman ihtiyacının artması durumunda ise bankacılık sisteminin önemli seviyede rezervden yararlanacağı kaydedildi. Yani Moody’s, bankaların döviz cinsi karşılık tutarlarında Merkez’in önümüzdeki dönem indirim yapacağını söylüyor.
Bankaların notu için daha çok aşağı yönlü baskı bulunduğu bunun da varlık kalitesi ya da karlılıktaki önemli derecede bozulmaya yol açan operasyonel çevreden veya piyasa erişiminin uzun bir süre için kısıtlı olmaya başlamasından kaynaklanabileceği belirtildi.
BANKACILIK SİSTEMİ TEMEL DİREKTİ
Özetle; 2000 yılında çok büyük bedeller ödenerek sağlam bir bankacılık sistemi kurulması için çok radikal adımlar atıldı. Bu adımlar meyvesini verdi ve AKP iktidarında ekonomik istikrar yaşanmasında sağlam bankacılık sistemi kilit rol oynadı. Ancak her alanda olduğu gibi Hükümet, bu konuda da bindiği dalı kesmekten geri durmadı. Gerek ideolojik sayılacak
Babacan, seçim sonrasında tedbirlerin yasa olarak TBMM gündemine getirileceğini söylüyor. Böyle bir şey olabilir mi?
Başlıktaki sözler, Princeton Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Dani Rodrik’e ait. Çok hızlı büyümüş birçok ülkede yüksek oranda yolsuzluk görülebildiğini, Türkiye’de, şimdiki kadar olmasa da, yolsuzluğun bilinen bir şey olduğunu hatırlatan Rodrik, Doğu Asya’da olduğu gibi, yolsuzluğun değişik firma ve sektörlerin önünü açtığı oranda büyümeye katkı yapabildiğini söylüyor. Özal döneminde de ihracat patlamasına ve büyümeye zarar vermemesi için bir ölçüde yolsuzluğa göz yumulduğunu hatırlatan Dani Rodrik, “Ancak yolsuzluk yatırımları teşvik etmekten öte rant yaratıp dağıtmak ve özellikle siyasilerin kendilerini zenginleştirmek amacıyla kullanılmaya başladığı zaman, siyaseti zehirlediği gibi ekonomiyi de frenlemeye başlar. Türkiye’nin de bu noktaya geldiğini açıkça söyleyebiliriz” diyor.
Wall Street Journal’ın Türkiye internet sitesinde (wsj.com.tr) yer alan söyleşisinde Dani Rodrik, Türkiye ve benzer ülkelerde “düşük büyüme dönemi”ne girildiğini belirtiyor. “Türkiye’nin sorun yaratmadan sürdürülebilir büyümesini sağlaması için yapması gerekenler listesinde ilk 3 sıra ne olmalıdır” diye sorulduğunda ise ilk sırada tasarrufu artırıcı önlemleri, ikinci sırada sıcak paraya vergi yoluyla sınırlama getirilmesini sayıyor. Üçüncü sırada yapılması gerekeni ise şöyle özetliyor: “Son senelerde siyasi kontrol altına alınmış ve rant dağıtıcı hale getirilmiş ekonomi yönetim kurumlarını –denetleyici kurullar, Maliye, ihale düzeni vs.- yeniden tesis etmeye çalışırdım”Rodrik’in söylediklerine ek olarak; her iktidarın “kendi zenginini yaratma” döneminin artık sonuna gelindiğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin artık Batı ile tam entegrasyon zamanı geldi ve bunun için yapılacaklar belli. Ekonomide de çağdaş, şeffaf bir sistemin kurulması, yolsuzlukların yok edilip, kayıt dışının minimuma indirilmesi, yeni bir vizyon ve strateji ile sürdürülebilir büyüme ve bunun için küresel bazda üretimin gündeme getirilmesi gerekiyor.
HÜKÜMET ŞEFFAFLIK TEDBİRLERİ ALAMAZ
Peki, AKP iktidarının bunu yapacak gücü, viz-yonu ve yetkinliği var mı?
Bence kesinlikle yok. Dış dünyanın ve piyasaların Türkiye’deki mevcut kadro içinde güvendiği tek isim olan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan bile hafta sonunda, seçim konuşması yaparken “Başbakanımızı yedirtmeyiz” kervanına katıldı. Zorunlu kalsa bile, Babacan’ın düzeyine yakışmayan bir söylemdi.
Babacan ne kadar “yolsuzluğu önleyecek, şeffaflığı artıracak önlemleri alacağız” dese de Başbakan Erdoğan’ın, aynen “mali kural”da olduğu gibi, bu tedbirlerin alınmasına yanaşmayacağı ortada. Rodrik’in sözünü ettiği rant dağıtma mekanizmasına dönüşen ihale düzeni, bağımsız kurumlar yeniden oluşturma gibi tedbirlerin alınmasına Başbakanın izin vermeyeceği de açık. Kaldı ki, Babacan’ın da bu kurumların önemini tam anlamadığı demeçlerinden görülüyor.