Erdal Sağlam

İhmal olmasa böyle bir facia yaşanmaz

15 Mayıs 2014
Soma’da yaşanan facia Türkiye hatta dünya tarihine geçecek kadar büyük bir facia. Herkesi yıkan bu facia karşısında siyasi partiler dahil, genelde sağduyulu bir tavrın sergilendiğini söyleyebiliriz.

Peki, bundan öncekilerde olduğu gibi, bu kazayı da birkaç gün konuşup unutacak mıyız? Bir sonraki kazaya kadar, sanki olmamış gibi yaşamaya devam mı edeceğiz? Hükümetin daha önceki maden kazalarında söylediği “bu işin fıtratında bu var” ya da “kader işte” anlayışını kabullenip oturacak mıyız?
Bu facia sonucu vefat eden yüzlerce insan var. Tabi ki ateş düştüğü yeri yakar, ailelerinin acısını kimse yeterince anlayamaz ama bu aynı zamanda bir vatandaşlık sorunu. Artık bunu herkesin görmesi gerekiyor.
Böylesine bir facia yaşandıysa, ihmal olmaması mümkün değil. Bu kader değil..
Olayın sıcaklığı içinde her kafadan bir ses çıkabiliyor. Herkes kendi görüşüne göre, biraz da önyargılarla birilerini suçlayabiliyor. Bu da doğal.
Unutmayalım ki; Türkiye maden üretiminde ilk sıralardaki ülkelerden biri değil ama herkesten fazla kaza olan, işçisi ölen bir ülke. Otoriter yönetimiyle bilinen, ilkel şartlarda çalışıldığı söylenen Çin gibi ülkelerle bile, kömür üretimiyle kıyaslandığında. ölümler kat be kat fazla. ABD, Almanya gibi yoğun kömür üreten ülkelerde kaza ve ölüm sayısı, bizle kıyaslandığında o kadar düşük ki...
Bu veriler bile tek başına, Türkiye madenlerindeki ihmali ortaya çıkarıyor.
Kazalar minimuma indirilebilir, kaza olsa bile, alınacak önlemlerle can kaybı önlenebilir, dünya örnekleri bunu açıkça gösteriyor. Peki, bu önlemleri almak için Türkiye’nin gücü yok mu? Olmaması mümkün değil ama önlemler konusunda asıl sorun mevcut anlayışın sakatlığı.

Yazının Devamını Oku

Enflasyonda savsaklama eğilimi

13 Mayıs 2014
Mayıs ayı sonunda büyük ihtimalle yıllık enflasyon rakamları yeniden çift haneye çıkacak. Buna karşılık özellikle siyasi alanda “enflasyonu savsaklama“ eğiliminin öne çıktığı gözleniyor. Bu eğilimin güçlenmesi halinde, ekonomik dengelerin ciddi biçimde bozulabileceği ise gözardı ediliyor.

Bu eğilimin ekonomide “milli görüş” anlayışının ağırlık kazanmasıyla birlikte öne çıktığını söylemek yanlış olmaz. “Enflasyon faizi belirlemez, faiz enflasyonu belirler” söyleminin daha sık kullanılır hale gelmesiyle birlikte bu eğilimin güçlenmesi, ekonominin geleceği açısından ciddi bir tehdit.
Aslında bu eğilim baştan beri vardı ama Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve ekibi, bunun yerine ekonominin, bilimin gereğini yerine getirdikleri için ekonomide istikrar korunabildi. Bu ekonomik istikrarın AKP hükümetinin tekrar tekrar seçim kazanmasını sağladığı da unutuluyor. Aslında son seçimden sonra siyasi güvenin doruk noktasına ulaşmasının bu eğilimi güçlendirdiği gözleniyor.
Son günlerde bu söylemin artması, bazı bakanların sık sık bu yönde demeçler vermeleri, Başbakana en yakın gazetede bir yakınının, son dönemde neredeyse Babacan ve ekibini de “faiz lobisi” ilan edecek biçimde yazdığı yazılar, bu eğilimin güçlendiğini, dolaysıyla önem verilmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Daha önce de yazmıştım; Başbakana yakın bir ekonomi kurmayı, bir süre önce özel sohbetimizde, “Ben o tabandan geldiğim için faiz konusundaki takıntıyı anlıyorum ama iyi ki Babacan’ın dediğini yaptık, ideolojik davransaydık ekonomi batmıştı” itirafında bulunmuştu...
Şimdi fiili olarak Başkanlığa dönüştürülmeye çalışılan Cumhurbaşkanlığı için halkın yapacağı ilk seçim var. Bu seçim öncesi siyasi tavrın yine sertleştiği, tersi söylenip aslında, “ben demek parti demek” tavrının öne çıkarıldığı gözleniyor.. Bu ortam içinde ekonomide de hatalar yapılması riskinin arttığını söylemeliyim.

ÖZTRAK’IN ENFLASYON UYARILARI

Piyasalar şimdiye kadar “Nasıl olsa Babacan’ın ekonomi politikasına hakim olacağını” düşünerek, gördükleri bu eğilimin hakim olacağına ihtimal vermiyor. Bu açıdan Merkez Bankası’nın bu ayki Para Politikası Kurulu toplantısında yükselen enflasyona rağmen faiz indirme kararı verip vermeyeceği önemli olacak. Bence; ne karar çıkarsa çıksın önümüzdeki dönem bu eğilimin hakim olma riski artık var. Piyasaların bence uyanık olunması gerekiyor.

Yazının Devamını Oku

Büyümedeki mevcut seyir sürdürülebilir değil

12 Mayıs 2014
YILIN ilk çeyreğine ilişkin verilere bakacak olursak, bu yılın büyüme oranı programda yazılı olan yüzde 4’lük hedefe rahatlıkla ulaşır. Halbuki yüzde 4 hedef alındı ama hedefi koyan ekonomi yönetimi bile 2014 yılı büyüme oranını ‘en fazla yüzde 3’ olarak öngörüyordu.

Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, yılbaşından bu yana verdiği demeçlerde bu yılın hedefine mümkün olduğunca yanaşmaktan sözetti, hedefin altında bir büyümede olacağını açıkça söyledi. Politikacılar bilindiği gibi büyümeyi severler ve genellikle de büyüme oranlarını yüksek göstermeye çalışırlar. “O zaman Babacan neden böyle söylüyor” derseniz nedeni açık; çünkü bu makro ekonomik dengelerle yüzde 4 büyüme oranı sağlanamaz. Sağlanırsa diğer dengelerde sorun çıkar. Babacan inandırıcı olmak için böyle söylüyordu.
Babacan dışındaki bakanlar ise, piyasaların fazla önemsemediği kişiler oldukları için, rahatlıkla bol keseden atmayı sürdürdüler. Hala da sürdürüyorlar.
Herkes biliyor ki; ilk çeyrekteki büyüme trendi yılın tümüne yayılabilecek bir trend değil. İkinci çeyrek de biraz canlı geçse bile, bu ivmenin kaydedileceği açık. IMF, Dünya Bankası, OECD gibi kuruluşlar, rating kuruluşları ve banka iktisatçıları, ilk çeyrek verilerini gördükçe, yavaş yavaş büyüme tahminlerini yukarı doğru revize ediyorlar. Ancak geldikleri revize rakamların hiçbiri hala yüzde 2.8’i geçmiyor. Özetle; yüzde 3 lük büyüme bu yıl çok iyi bir rakam.
Verilere baktığınızda; 1. çeyrekte görülen canlı üretim rakamlarında, stoka yönelik yapılan üretimin etkili olduğu açıkça görülüyor. Bence kurlarda yüksek seyir ve seçimler nedeniyle piyasanın canlı olacağı gibi beklentiler nedeniyle stoğa çalışma eğilimi yüksekti. Ancak bu eğilimin devam etmesi beklenmemeli.
Her ne kadar seçimler nedeniyle Hükümetin piyasayı canlı tutma çabası devam etse de, çift haneye çıkması beklenen enflasyon, canlılığın önlenmesini gerektirecek. Yine ilk çeyrekteki bütçe rakamlarının tek defalık gelirlerin yardımıyla bu kadar iyi çıktığı, dolayasıyla bundan sonra eskisi kadar rahat olunamayacağı, orta vadeli hedeflerde sıkıntı olacağı da söylenmeye başladı.
Özetle; ikinci yarıda büyümenin ivme kaybetmesi kaçınılmaz gibi gözüküyor.

KÜRESEL RİSK İŞTAHI YARDIM EDİYOR

Küresel likiditedeki daralmanın korkulduğu kadar keskin ve erken olmaması ise risk iştahının yüksek seyretmesine, bu da bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerindeki canlılığın korunmasına yardım ediyor. Geçen hafta ABD Merkez Bankası Fed ile Avrupa Merkez Bankası ECB’den gelen haberler, bir süre daha mevcut seyrin devam edeceğini gösterdi. Bir başka deyişle daralmanın ötelenmeye devam ettiği görülüyor. Fed’in faiz artırımlarına başlaması için 2015’in bekleneceği beklentisi pekişirken, ECB ise piyasalara

Yazının Devamını Oku

Orta gelir tuzağı yeni bir tıkanma demek

8 Mayıs 2014
Türkiye’nin orta gelir tuzağına girip girmediği, son günlerde daha yoğun tartışılır oldu.

Artık herkes görüyor ki, bu üretim modeliyle yüksek büyüme tehlikeli cari açığı ve büyük makro riskleri beraberinde getiriyor. Üstüne üstlük her şeyi doğru yapsanız bile, küresel sistem izin vermezse, yüksek büyüme için gereken sermayeyi bulamıyor, ya da çok yüksek bedel ödemek zorunda kalıyorsunuz. Sonuçta bu da ekonominin geleceğini ipotek altına alıyor.
2000 yılındaki ekonomik programın öncesinde ve 2001’de güçlendirme yapılırken yapılan tartışmaları yakından izlemiş bir gazeteci olarak, o dönem yaşadığımız tıkanmanın, bir başka biçimine geldiğimizi hissediyorum. O dönem kamu sübvansiyonlarının biriktirdiği tahribatın temizlenmesinin yanında bir daha o sürekli sorun üreten düzene geri dönülmemesi için gerekenler yapılmaya çalışıldı. Bu aynı zamanda giderek ağırlığı hissettiren küresel entegrasyona uyum için de gerekiyordu. Çok iyi hatırlıyorum da; “yeni çağdaş bir ekonomik sistem kurulursa, bu aynı zamanda siyaset etme biçimini de değiştirir” diye umuluyordu. Siyasetçilerin gündelik ekonomik kararlardan elini çektiği, politikacının nema ve kayırma imkanının elinden alındığı, toplumun uzun vadeli çıkarlarına hizmet edecek bir sistemin kurulması amaçlanıyordu. Bunun için Türkiye ekonomi tarihinin bence en radikal sayılabilecek reformları yapıldı ve sonunda koalisyonu oluşturan 3 parti barajın altında kaldı.
Daha sonra iktidara gelen AKP ise, önce yalpaladıktan sonra, aynı hedefe odaklandığı için ekonomide başarı sağladı, bu sayede seçimler kazandı.
Ancak 2000-2001 reformlarının, dışa dayalı büyüme modeli değiştirecek biçimde, devamının gelmesi gerekiyordu. Küresel konjonktürün etkisiyle, ciddi radikal bir değişiklik yapmadan seçimler kazandığını gören AKP, çoğu alanda sabit kaldı, bazı alanlarda ise 2000 yılında yapılan reformların öncesini giden, geri adımlar attı. İşte tüm bunlarla birlikte şimdi “orta gelir tuzağı” olarak adlandırılan, yeni bir tıkanma noktasına gelmiş bulunuyoruz.

KÜRESEL VİZYON ŞART

Türkiye’nin bu tıkanmayı aşması için küresel entegrasyonu hızlandırması ama çağdaş bir vizyonla bu entegrasyondan karlı çıkabilmek için gereken adımları atması gerekiyor. Zaten zorunlu olarak uyum sağlanacak sisteme, ülkenin uzun vadeli çıkarları ve toplumun geleceğini düşünerek adım atıp uyumdan karlı çıkmak lazım. Amaç bir köy haline gelecek dünyada, çoban olarak değil, çocuklarına daha fazla refah ve özgürlük verebilecek konumda, en azından köy meclisi içinde yer alabilmek olmalı.
Bunun için de vizyon lazım... Siyasi ve ekonomik olarak çağdaş bir vizyon oluşturup ona göre adımlar atmak lazım. Yani küreselleşmeyi yöneten Batı’ya içeride kafa tutmuş gibi demeçler verip, aslında her dediğini yapmakla, olmaz... “Enflasyon o kadar önemli değil” diyerek risk primini artırıp, bu nedenle faizler arttığında Merkez Bankası’nı suçlayarak, sonunda faturayı işalemine çıkarmakla da olmaz. Ya da küresel anlamda ambargoya uyacağım deyip, sonra İran’ın enerji parasını yüzde 15 indirimle almayı kabul etmesi üzerine, kişilere aradaki farkı paylaştırarak devlet yönetilmez. Sonunda faturasını oy veren halk öder... “Nasıl olsa oy vermeye devam ediyorlar” deyip sürekli halkın gerici yönlerini kaşımak bir ülkeyi sonunda tıkanma noktasına getirir. Demokrasi ve insan haklarının olmadığı bir ülke belli bir ekonomik noktaya gelse bile, “orta gelir tuzağı”nda tartıştığımız gibi, tıkanır kalır. Bu tıkanmayı aşacak vizyonu oluşturamazsa, sonunda o noktadan da geri gitmeye başlaması kaçınılmaz olur.

Yazının Devamını Oku

Enflasyon çift haneye giderken faiz indirmek...

6 Mayıs 2014
Nisan ayı enflasyon oranları beklentilerin epey üzerinde geldi.

Nisan’da yüzde 1.3 oranında artan tüketici fiyatları yıllık bazda yüzde 9.4’e ulaştı. Merkez Bankası’nın faiz kararlarında etkili olan çekirdek enflasyon ise daha da yüksek.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) geçen yıl Mayıs ayındaki tüketici fiyat artışı TÜFE’yi yüzde 0.15 olarak açıklamıştı. Önümüzdeki Mayıs ayında tüketici fiyatları yüzde 0.7’nin üzerinde artarsa, Mayıs sonunda yıllık enflasyon oranı yüzde 10’u yani çift haneyi aşmış olacak. Merkez Bankası Başkanı epeydir “Mayıs ayında enflasyonun tepe noktasına ulaşacağını, daha sonra düşeceğini” söylüyor. Yani Mayıs ayında çift haneyi bulmamız büyük ihtimal dahilinde.
Yüzde 9.4’e ulaşan enflasyon oranıyla son 2 yıllık rekoru kırdık, çift haneye ulaşırsak 2012’den sonraki en yüksek oranlara çıkmış olacağız.
Son dönemde Hükümetin enflasyondan umudunu kestiğini biliyoruz ama belli ki Merkez Bankası da, her ne kadar aksini söylese de, enflasyonla mücadeleyi gevşetmiş durumda. Bunu da nereden çıkarıyorsun derseniz; daha geçen hafta Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, ekonomistlerle yaptığı toplantıda, Mayıs ayında tepe noktasına ulaşacak olmasına rağmen, faiz oranlarını indirmeye bu ay başlayacaklarını söyledi. Toplantıdan çıkan bankacıların çoğu “Bu ayki PPK Toplantısında Merkez Bankası yönetiminin 0.5 puanlık indirim kararı alacağı mesajını aldıklarını” söylediler.

BELLİ Kİ İYİMSERLİK SÜRECEK

Merkez Bankası Başkanı uluslararası piyasada Türkiye’nin risk priminin düştüğünü, seçim sonrası belirsizliğin ortadan kalkması nedeniyle oluşan bu eğilime uyup faiz indireceklerini söylemişti. Bir başka deyişle enflasyon artacak olmasına rağmen faiz indirimlerine başlayacağını kaydetmişti.
Bu açıklama üzerine Hazine kağıtlarının faizleri yüzde 9’lere kadar inmiş, kurlarda da geriye gidiş başlamıştı.

Yazının Devamını Oku

‘Altın’dan ne çıkacak

1 Mayıs 2014
DÜN açıklanan dış ticaret verilerine göre Türkiye mart ayında İsviçre’ye tam 1.3 milyar dolarlık altın sattı. Altında üretici ülke olmayan Türkiye’nin bu kadar büyük ihracatı nasıl gerçekleştiği ise gizemini koruyor.

İRAN’a uygulanan ambargo, Reza Zarrab’ın başrolünü oynadığı “İran’ dan enerji ithalatı” ve ithalatın bedelinin altınla karşılanması nedeniyle son yıllarda öne çıkan altın ticaretindeki gariplikler devam ediyor. Türkiye’nin sürekli altın ithalatı yaptığı İsviçre’ye geçtiğimiz mart ayında 1.3 milyar dolarlık altın ihracatı yaptığının ortaya çıkması kafaları iyice karıştırdı.
Dün açıklanan Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre geçtiğimiz mart ayında dış ticaret açığı, beklenenden çok daha az geldi. Bu verilere baktığımızda, en önemli nedenin İsviçre’ye yapılan yaklaşık 1.3 milyar dolarlık altın ihracatı olduğu gözüküyor. İsviçre dışındaki ülkelere sadece 300 milyon dolarlık satış yapılmış.

GERİ Mİ VERİLDİ?

Peki bu satışın kaynağı ne?. Görüşlerine başvurduğumuz TÜİK yetkilileri, gümrüklerden gelen verileri hesaba koyduklarını, bunun onlara sorulması gerektiğini söyledi. Gümrükler ise bu satırlar yazılana kadar bir yanıt vermedi.
Piyasa uzmanlarına göre en akla yatan senaryo ise şu: Geçen yıl yüklü miktarda aldığımız altının bir bölümü, İran ticareti de yavaşladığı için, mart ayında bu kez tersine döndü. Yani, altının büyük bölümünün İsviçre’den geldiğini gözönüne alırsak, İsviçre’ye martta daha önce kendisinden satın aldığımız altınları geri satmış olabiliriz. Yanısıra bireysel tüketicilerin altın satması ve bu hurda altınların işlenmek üzere İsviçre’ye gönderilmesinin de önemli rol oynamış olabileceği belirtiliyor. Çünkü küçük tasarrufçunun, geçen mart ayındaki gibi, fiyatlar yüksekken altını bozdurup sattıkları, düştüğü zaman aldıkları, bunun da dış ticarete etki yaptığı biliniyor. Yani altın fiyatlarının yükseleceği beklentisi kalmadığı için, tasarruf sahibi altını satıyor, bunun yerine de belki dövize yatırım yapıyor.
Yine de sadece küçük tasarrufçunun bu kadar hareket yaratamayacağı, İran’dan aldığımız doğalgaz-petrolün bedelini ödemek için ithal edilen altınların, şimdi geri satımının da söz konusu olabileceği belirtiliyor.
Bankacılara, fiziki olarak kendilerinin altından çıkıp başka bir yatırım aracına dönmeleri nedeniyle böyle bir hareket olup olamayacağını da sorduk. Bankacılar, Merkez Bankası’nda tuttukları munzam karşılıklar nedeniyle bulundurdukları altınların fiziki olarak getirilmediğini, yurtdışında Merkez Bankası hesaplarına geçirildiğini hatırlatarak, bankalardan kaynaklı bir hareket olmasının mümkün olmadığını söylediler.

İSVİÇRE ALTIN SATAN ÜLKE

Yazının Devamını Oku

Merkez tutmaya çalışıyor ama hükümet tam gaz...

29 Nisan 2014
Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı dün yurt dışında yaptığı sunumun bir özetini iç kamuoyuna da sundu.

Özet olarak; Hükümetin karşı çıktığı Merkez Bankası’nın mevcut sıkı para politikası uygulamasını savunmaya devam ediyor.Sıkı para politikası duruşunun, alınan makro ihtiyati önlemlerin ve zayıf seyreden sermaye akımlarının etkisiyle tüketici kredilerinin büyüme hızındaki yavaşlamanın sürdüğünü belirterek, enflasyonda tepe noktanın Mayıs ayında gözleneceği tahminini tekrarlıyor İhracat büyümeyi desteklerken yurt içi talebin ivme kaybedeceğinin öngörüldüğünü, 2014 yılında cari işlemler açığında belirgin bir iyileşme gözlenebileceğini savunmaya devam ediyor. Bir başka açıdan; Haziran başında çıkacak Mayıs ayı enflasyonunun tepe nokta olacağını, o zamana kadar faiz indiriminin yerinde olmayacağını söylemeye çalışıyor. Kısacası; Merkez Bankası yönetimi ekonomik istikrarı koruyabilmek için Başbakanın da fazla tepkisini çekmeden durumu idare etmeye çalışıyor. Ancak önümüzdeki aylarda durum Başkan Başçı’nın umut ettiği gibi olmayabilir.
Merkez ne kadar frene basıp dengeleri tutmaya çalışsa da Hükümetin popülist harcamaları artırıcı, içtalebi körükleyici kararlarının devam ettiğini unutmamak gerekir. Örneğin bankaların kredi artış hızında bir yavaşlama var ama kamu bankalarının bu eğilime uymadığı, kamu bankaları kredilerindeki artış hızının devam ettiği gözleniyor. Bunun nedeni açık; Hükümet kamu bankalarına kredileri artırıp piyasaları canlı tutma talimatı veriyor da, onun için. Sektördeki uzmanlar, özellikle yabancı bankaların risk algısı arttığı gerekçesiyle mevcut firma kredilerini çevirmede çok çekingen davrandıklarını, yabancı banka kredilerinde azalma olduğunu söylüyorlar. Buradan doğan boşluğu ise kamu bankalarının doldurduğu belirtiliyor.
Dolayısıyla banka kredileri kanalıyla piyasaları yavaşlatma kararı, istendiği gibi sonuç vermiyor. Ağustos’ta yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi, ardından önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimler nedeniyle, Hükümetin kredi hacminde fazla daralmaya bundan sonra da izin vermesi beklenmiyor. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve ekibi yavaşlatmaya çalışsa da, belli ki kamu bankaları daha fazla devreye sokulup piyasalarda bir sıkıntı havası verilmemesine, bundan sonra da önem verilecek.
Bence Maliye Bakanlığı’nın geçen hafta kod düzenlemesi adıyla sunduğu düzenleme de “naylon fatura affı” olarak kabul edilebilir. Tüm bunlar popülist kararlar ve ileride olumsuz sonuçlarının görülmesi kaçınılmaz olan kararlar.

IMF İÇİN HAZİNE GARANTİSİ SAVUNMASI

Bence Hazine garantileri için çıkarılan yönetmelik de tam bir popülist karar. Bu yolla büyük altyapı projeleri için müteahhitlerin daha ucuz kaynak bulmaları sağlanacak, bu yolla ekonomideki canlanma körüklenecek. Bu arada Hazine Müsteşarlığı dün sürpriz bir açıklama yapıp çıkarılan düzenlemeye açıklık getirmeye çalıştı. Açıklamada, eleştirilen hususlara yer verilmeyip, KİT’ler ve mahalli idarelerin borçlanmalarının kapsama girmediği söyleniyor, ki bu zaten söz konusu değildi. Ayrıca mevcut projelere verilecek garantiden söz edilmeyip bu yıl 3 milyar dolarlık garantiyle sınırlama getirildiği belirtiliyor. Hazine “ticari sır” gerekçesiyle garantilerin açıklanmayışına da kılıf bulmaya çalışıyor.
Geçen hafta, kapsamı genişleyen hazine garantisine gelen yoğun eleştirilere bir yanıt verilmedi de, dün neden yanıt yazılıp, hazine mevcut pozisyonu savundu?

Yazının Devamını Oku

Bürokrasi durdu!

28 Nisan 2014
HÜKÜMETİN 17 Aralık sonrası bürokraside “paralelcilerin tasfiyesi” adı altında başlattığı operasyon, ekonominin kritik birimlerini de işlemez hale getirdi.

Geçen hafta Sermaye Piyasası Kurulu (SPK)nda yapılan kapsamlı görevden alma furyasının genişleyerek sürmesi bekleniyor. Ekonomik birimlerde özellikle orta-üst düzey görevlerde bulunanlar, her an kendileriyle ilgili bir suçlama olup görevden alınmayı bekler hale geldi. Tabi ki bazıları da boşalacak üst görevlere atanmak için her türlü kulis faaliyetini hızlandırdı. Bu furyada, AKP’ye, daha doğrusu AKP’nin yönetim kademesine yakın olup bir adamını bulayamayan herkesin tasfiye korkusu yaşadığı görülüyor. Bu furyada Gülen cemaati ile ilişkisi olmayanların da görevden alınmaları, sadece teknik nitelikleriyle göreve gelen bürokratları da tedirgin ediyor. Bu tedirginlik içinde kritik ekonomik birimlerde işlerin iyice kilitlendiği açıkça görülmeye başladı. Konuştuğumuz çoğu bürokrat, “ne olursa biran önce olsun” havasına girmiş durumda.
Ekonomik birimlerde normal rutin faaliyetlerin ile akmasına yol açan bir cinnet havası, “sadece siyasi talimatların yerine getirildiği” bir iklim yarattı. İşini yapan ama “yukarıdan gelen siyasi emirleri teknik kaygılarla yerine getirmeyen” bürokratların bile işten alınması bu iklimde etkili oluyor. Bu nedenle “yasalara aykırı bile olsa, siyasi talimatları yerine getirecek kişiler aranıyor” havası hakim olmuş durumda. Bunu yapamayacak olan bürokratlar ise geride kalıp, yeni görev almadan ama konumlarını da sürdürerek, bu furyayı atlatma telaşına girdiler. Ancak yükselme hırsı aşırı olan, yükselmek için talimatları sorgulamadan yerine getirecek kişilerin göreve getirildiği konusunda yaygın bir kanı oluşuyor.
Bu durum sadece orta kademe yöneticileri değil kurumların tepe yöneticilerini de rahatsız ediyor. Çünkü kendi göreve getirdikleri, işinin ehli gördükleri insanların tasfiyesine imza atmak zorunda kalıyorlar. Bu durumda yeni göreve getirdikleri kişilerin gereken güven ortamında çalışamayacakları da ortada. Atadıkları kişileri bile koruyamayan yöneticilerin o kurumları iyi yönetmeleri, hem teknik hem yönetim zafiyetlerinin ortaya çıkması da kaçınılmaz olacak.

MERKEZ BANKASI UCUZ ATLATMANIN PEŞİNDE

Bürokratlar işi gücü bıraktı; kimin alınacağı, kime yakın hangi internet sitesinde alınacak ve atanacak kişiler için ne isimlerin yazıldığını izlemekle meşguller. SPK’daki kapsamlı tasfiyenin ardından Kurul üyelerinden de tasfiye bekleniyor. SPK’yı Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK)nun izlemesi beklenirken, üst yönetimin hem siyasi otoritenin bazı katılım bankaları için yapılan baskılarından, hem de tasfiyesi istenen yöneticiler nedeniyle tedirgin olduğu söyleniyor. Sadece bazı yardımcılarının değil, Başbakana yakınlığı ile bilinen BDDK Başkanının gidebileceği bile konuşuluyor. Merkez Bankası’ndaki hava, “Başkanı kurtarabilirsek ve 1 başkan yardımcısının tasfiyesi ile bu furyadan sıyrılırsak iyi” biçiminde. Bir başkan yardımcısı ile 3-4 orta kademe yöneticinin operasyon kapsamına girmesi muhtemel görünüyor.
Bu arada bir süredir Merkez Bankası Başkanı alınırsa, piyasayı ürkütmemek için Hazine Müsteşarı’nın o göreve getirileceği söylentisi kulislerde konuşuluyor. Bu senaryonun yanında Müsteşarın yorulduğu için affını istediği de konuşuluyor. Bu arada Merkez’in yanında Hazine Müsteşarlığı’nda da operasyon kapsamında bazı üst düzey görevden almalar yaşanması muhtemel. BİST’te yapılacak atama operasyonunun da hazırlandığı, yakında devreye sokulacağı da konuşuluyor.
Özetle; zaten bir süredir uzmanlığın değil siyasi aidiyetin geçerli olduğu bürokraside, niteliğin iyice düşmesi söz konusu. Yasal olmayan, sakıncaları açık siyasi kararlara direnmeyen bir bürokrasi ile sağlıklı ekonomi yönetimi olmaz.

Yazının Devamını Oku