Kriz sırasında “teğet geçti-geçmedi” diye biraz tartışıldı daha sonra yine unutuldu. Hükümetin kriz sırasında yaptığı hemen hemen tek önemli şey de, bir süreliğine vergi indirimleri uygulayıp daha sonra kaldırmak oldu. Merkez Bankası elinden gelen desteği verdi, bunu hükümetin devam ettirmesi gerekiyordu. Ama hükümet gerekli adımları atmadığı, mali disipline bir türlü geçemediği için Merkez Bankası da artık yavaş yavaş tıkanmaya başladı.
Hele son sıralarda ekonomiyi hiç konuşmaz olduk. Özellikle önümüzdeki dönem risklerine ilişkin söz söyleyenlere, alınması gereken tedbirleri yazanlara, dışarıda alınan önlemleri yazanlara bile kötü gözle bakılır oldu. Öyle olunca da “ekonomide hiç sorun yokmuş” havasına herkes kendini kaptırdı, çoğu yazar uyumlu yolu seçip eleştiri yazmaz oldu. Bir kaderciliktir aldı başını gidiyor ama bakalım sonu ne olacak?..
Halbuki, bankacılık sisteminin sağlamlığını da kullanıp, Türkiye’nin bu dönemde öne çıkma imkanı bir hayli fazlaydı. Bunun yerine rüzgarın önünde başımıza geleceklere razı olup bekleyip duruyoruz. Bir şey yapmadan beklemenin bedelinin düşük büyüme olacağı kesin. Sadece bu da değil, önümüzdeki dönem ekonomilerde iyileşme başladığında da bizim geride kalma ihtimalimiz arttı. Çünkü son iki yılda, yani kriz döneminde, önemli ekonomik gerilemeler yaşadığımız yetmediği gibi, borcunu en fazla artıran ülkelerin başına oturduk. İyileşme başladığında, yani yeniden fon akışları hızlandığında, bu kez yine nal toplayacağız...
Bu fırsatı kullanamamamızın en büyük nedeni, hükümetin, daha doğru su Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ekonomiyi tümüyle gündemden çıkarması.
Bir düşünün; IMF ile anlaşma sırasında yani ekonominin otomatik pilota bağlandığı sıralarda ekonomide alınan önemli kararlardan sonra, son iki yılda, yani top tümüyle hükümetin eline geçtiğinde, ciddi bir ekonomik karar, yapısal tedbir filan alındı mı? Oysa, herkes biliyor ki; ciddi tedbir gerektiren birçok sorun ortada duruyor, el atılmayı bekliyor...
Bence bu nedenle, yani büyüme temposunu yavaşlatmamak için, özellikle finansal sisteme çeki düzen verilmesine ilişkin tedbirlerin uygulamaya konması geciktiriliyor.
Belli ki özellikle gelişmiş ülke yönetimleri, hemen hızlı büyüyüp, özellikle finansal kesime verdikleri devlet paralarını, bir an önce geri alabilmenin peşinde. Çünkü yapılacak seçimlerde, o parasını kullandıkların halkın tekrar kendilerini seçmemelerinden korkuyorlar.
Sıfır faizle verilen devlet paraları tekrar kriz öncesinde olduğu gibi, riskli finansal araçlara gitmeye başladı. Halbuki krizden sonra G-20 dahil tüm otoriteler bu riskli, türev piyasaların disipline edilmesinin şart olduğunu söylemiş, kriz için alınan önlemler arasında bu disiplin baş sıralarda sayılmıştı.
Ancak bir yılı geçmesine rağmen kriz için alınan tedbirler arasında finansal araçlara disiplin getirecek hiçbir kural ya da tedbirin getirildiği görülmedi.
Finansal piyasalardaki hızlı büyümenin sonunda reel sektöre de yansıyıp tüm dünyanın yeniden hızlı büyüme temposuna girmesi bekleniyordu. Ancak, bu plan son dönemde biraz aksamaya başladı. Bu nedenle “yeni balonlar” konusundaki kaygılar, dolayısıyla ikinci dalga beklentileri tetiklendi.
Geçen hafta sonunda IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’dan bu konuda bir uyarı geldi. “Dünya vatandaşlarının bir başka kurtarma operasyonuna daha ödeme yapmak istemeyeceği”ni kaydeden Kahn, “ekonomi toparlanır, finansal piyasalar normalleşirken, krizin yarattığı ivedi reform gereksinimiyle finans sektörünün gelişmesini beslemesi istenen ‘düzenleme’ reformu taahhütlerinin azalmasından kaygı duyuyorum” demiş. “Tarihi pencere”yi kaçırmanın kayıp olacağını, daha güvenli ve istikrarlı bir finansal sistem için harekete geçilmesi gerektiğini kaydeden Kahn, yeni bir kurtarma planına razı olmayacak halkın “korumacılık” talep edebileceğini, buna ise izin verilemeyeceğini çünkü küresel düzeyde birbiriyle bağlantılı hale gelmekten çok şey kazandığımızı söylemiş.
DUBAİ’NİN ETKİLERİ
Bayram tatili nedeniyle bizi etkilemedi ama dünya Dubai krizi ile çalkalanıyor. Toplam 80 milyar dolarlık borcu bulunan Dubai Hükümeti, bu borcun 59 milyar dolarına sahip devlet şirketi Dubai World’un ödemelerini 6 ay askıya alacağına açıkladı. Gözlerin çevrildiği en büyük Emirlik Abu Dhabi yönetimi, yardım ederken seçici olacağını açıkladı.
TBMM Genel Kurulu’nda fazla müdahale edilemeyeceği için Plan ve Bütçe Komisyonu’ndan geçen metnin artık yürürlüğe girecek bütçe olduğunu rahatlıkla söyleyebiriz. İşte bu rakamlar üzerinden yapılan hesaplamalar, hükümetin 2010 yılında öngördüğü 50 milyar TL’lik açığın önemli miktarda sapma göstereceğini ortaya koymaya başladı.
Türkiye Ekonomik Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) önceki gün yaptığı açıklama ile 2010 yılı bütçe açığının 50 milyar değil, 70 milyar TL civarında olacağını tahmin etti.
Aslında Maliye Bakanlığı bürokratlarının mevcut şartlar içinde yaptığı ilk hesaplamalar da 70 milyar TL civarında bir açığı gösteriyordu. Daha önceki yıllarda da benzer bir gelişmeyi izlemiştik. Maliye bürokratları normal olarak, yani rasyonel bir bütçe taslağı hazırlıyorlar ama bu büyüklükler enflasyon-büyüme gibi siyasi hedeflerle yeniden harmanlanıp, yeni bir açık rakamı saptanıyor. Ancak çoğu zaman resmi hedefler değil, Maliye bürokratlarının ilk yaptıkları hesaplamalar gerçekleşiyor. İşte belli ki gelecek yıl resmi olarak açıklanacak 50 milyar TL yerine Maliye’nin ilk hesaplamalarındaki rakam yine gerçekleşecek olabilir.
Bütçe açığı hedefinin 50.1 milyar TL’yi aşarak 70 milyar TL’ye ulaşacağını öngören TEPAV, sapmanın hedeflenen vergi gelirlerinin toplanamamasından kaynaklanacağını bildirdi. TEPAV geçen yıl da bütçe açığını hedeflenen rakamın çok üzerinde çıkacağını öngörmüş ve bu öngörüsü doğru çıkmıştı.
ZAMLAR GELİYOR
Bütçe dengesinin, risk değerlendirmesi başlığı altında 2010 yılı makro hedefleri ile TEPAV modeli çerçevesinde özellikle harcama tavanlarının aşılmayacağı varsayımına dayanan iyimser senaryo kabulünde hesaplandığında, 2010 yılı bütçe açığının 63,4 milyar TL düzeyinde çıktığı belirtilen raporda, harcama riskini dikkate alan orta senaryoda ise bütçe açığının yaklaşık 70 milyar TL düzeyinde çıktığı ifade edildi.
Harcama ve gelirler hedeflerindeki artış oranlarına bakıldığında harcamalar için öngörülen artış oranları nominal artış oranı ile uyumlu görülürken, gelirler ise hedeflenen enflasyon ve büyüme oranının oldukça üzerinde çıktığı kaydedildi.
Sıkı maliye politikalarının gündemde olduğu belirtilen Raporda, şöyle denildi:
Hemen ardından ise artık yılsonu bilançolarının makyajlandığı, ince rötuşların yapıldığı bir ayı yaşayacağız.
Yani 2009 yılını piyasaların artık kapatmaya başladığını söyleyebiliriz. Belki de bu nedenle bazı piyasa oyuncuları uzun tatillere başladılar bile...
Bu yıl için “artık olan oldu” diyebiliriz. Bankalar açısından bakıldığında 2009 yılı kârlı bir oldu. Bankalar bir yandan küresel ekonominin şimdiye kadar olmadığı biçimde derinden etkilendiği bir piyasa yaşadılar. Öte yandan Hazine’nin borçlanma ihtiyacının artması nedeniyle, parayı yatırdıkları bu kağıtlardan çok önemli karlar elde ettikleri bir yılı geçirdiler. Sonuç olarak bankacılar, 2009 yılını ummadıkları kadar iyi geçirdiler.
Bu karlılıkta küresel krize sağlam bir bankacılık yapısı ile yakalanmamızın büyük etkisi olduğu, banka yöneticilerinin de içten içe bu gururu taşıdıklarını söylememiz gerek. İçten içe diyoruz; çünkü özellikle son 6 ayı banka yöneticilerinin sürekli olarak “karlı oldukları için yeni bir vergi salması ile karşılaşmaktan korkarak geçirdiklerini” gördük. Bu nedenle göğüslerini gere gere “Biz iyi iş yaptık, o nedenle böyle karlıyız” diye konuşamadılar.
Bankaların karlı bir yıl geçirmesine rağmen reel sektör açısından iyi bir yıl olduğunu kimse söyleyemez. Yine aynı biçimde tüketiciler için de, yani halk için iyi bir yıl olmadığı da kesin.
İşte bu nedenle, iktidar partisinin bazı üyeleri başta olmak üzere, “reel sektör bu kadar zor durumdayken bankalar çok karlı” diyenler çıktı ama şimdiye kadar, iyi ki, ekonomi yönetimindekiler bu dolduruşlara gelmediler.
Eğer gelselerdi, işte o zaman bankaların üzerine gelmenin çok ağır maliyeti olduğunu, ekonomi dışı uygulamaların sonunda çok daha ağır bedeller yaşattığını, geçmiş örneklerde olduğu gibi, yine görürler, dengeyi bozarlardı.
MEVCUT SEYİR KORUNUR
Daha önce de yazdığımız gibi; son nükleer santral ihalesinde hem ihale yöntemi hem de zamanlaması çok kötü idi, birçok hata yapılmıştı. O dönemki Enerji Bakanlığı yönetimi bu sakıncalar konusunda uyarıldı ama ne oldu tam bilmiyoruz, ihaleye çıkmak için ısrar ettiler. En büyük nükleer santral yapımcıları, yerli ve yabancı partnerleri bu topa giremediler. Öyle olunca da devletin hakim olduğu Rusya nükleer santral firması tek başına, yerli ortaklarını da alarak ihaleye girdi. Teklif edilen fiyatın çok yüksek olduğu açıktı. Bu arada Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Rusya Başbakanı Putin ile Soçi görüşmeleri oldu ve bundan sonra iş iyice hızlandı. Fiyat çok yüksek olduğu için çeşitli formüller üretilip fiyat indirilmeye çalışıldı ama zaten yönetmelik uyarınca da bu kadar yüksek fiyatı engelleyen kısıtlar olmasına rağmen, bu maddeler bile göz ardı edilmeye çalışıldı, komisyon sıkışmaya başladı. Bu arada işin püf noktalarından biri de nükleer santral için son onay yetkisinin TETAŞ komisyonu ya da Enerji Bakanlığı değil Bakanlar Kurulu olarak belirlenmesiydi....
Danıştay’ın iptal kararından hemen önceki durum şöyleydi: Rusya kendisine söz verildiğini belirtip santral kararının hemen alınmasını istiyor, TETAŞ bu şartlarda verilemeyeceğini söylüyor, bazı bakanların ise “Böyle bir karar imza atarsak ileride, eski Enerji bakanlarının gittiği Yüce Divan’a gideriz” diye kendi aralarında konuştukları ve ısrar ederse Başbakan’a rağmen imza atmamak için formül aradıkları haberleri geliyordu. Bu arada Rusya sıkıştırıyor, Başbakan Erdoğan’ın bir ara Putin’i bu ay sonundaki parti kongresinde görüp bu durumu görüşmek için Moskova’ya gitmek istediği bile kulislerde söyleniyordu...
3 SANTRAL BİRDEN
İşte böylesine zor ve sıkışmış bir durumda imdada Danıştay yetişti ve yönetmeliğin bazı maddelerini iptal edince, herkes derin bir “oh!” çekti. Bakan temyize başvurmayacağını söyle yince zaten iş anlaşıldı, TETAŞ da geçen cuma günü ihaleyi iptal etti.
Ancak Türkiye’nin 4’üncü ihalesi başarısız olsa da, nükleer santral macerası bitmedi. Şimdi yeni yönetmelik hazırlanacak. Büyük ihtimalle bu kez işin içine yüzde 25 civarında kamu payı konup kredilerin ucuza temin edilip, maliyet düşürülmeye çalışılacak. Enerjivadisi.com internet sitesinde Bakanın demecinden yola çıkılarak 3 santral ihalesine birden çıkılabileceği Akkuyu ve Sinop’un yanı sıra yeni bir nükleer santral yeri de aranacağı belirtiliyor. Eğer 3 nükleer santral ihalesine birden çıkılırsa, o zaman aralık ayında Rusya’ya Putin ile görüşmeye gidecek Başbakan Erdoğan’ın da eli iyice rahatlamış olacak, bu ihalelerden birinin kendilerine, belki yine Akkuyu’nun verilebileceğini bile söyleyebilecek.
Hükümet üyelerinin ekonomide iyi gidişi kendi yönetimlerine, kötü gidişi “siyasi çatışma yaratan muhalefete” bağlayan söylemi, yine yükselmeye başlarsa şaşırmayın. Halbuki çok açık ki, ekonomide yapılması gerekenler yapılmıyor, güven sağlanamıyor...
Faiz indiriminin sonuna gelinmesi, mali disiplin sağlanması ve büyümenin artırılması için yüklü dış kaynak sağlanacağı konusunda umut kalmaması nedeniyle, kısa vadeli yabancı sermaye Türkiye’den ayrılıyor. 2 yıl boyunca Hükümet “IMF beklentisi”ni korumuş, bazı TV yorumcuları ve yazarlar da “Ne güzel bu işi güzel yapıyorlar” diye övmüştü, hatırlarsanız... İşte o beklenti bitti ve bu beklenti nedeniyle daha önce küresel piyasalardan olumlu anlamda ayrışan Türkiye, artık bu beklenti bittiği için olumsuz biçimde ayrışmaya başladı.
Piyasalarda şu anda yaşanan olumsuzluğun nedeni daha çok ekonomik ama ileride yaşanacak siyasi olaylar için aynı şeyi söylemek mümkün değil.
TÜSİAD’ın internet sitesinde siyasi reformlar bölümü sorumlusu Serkan Ersöz’ün “2007 Yılında Yapılan Anayasa Değişikliklerinin Olası Hukuki ve Siyasi Etkileri” başlıklı makaleyi okuduğunuzda, neredeyse her 1.5 yılda bir Türkiye’ye yeni bir seçimin beklediğini görüyorsunuz. Ersöz, makalesinde bu durumu hukuki ve siyasi sonuçları itibariyle analiz etmiş ama bence bu tablonun getireceği ekonomik etki de çok büyük olacaktır. Böyle bir seçim takviminde bence Türkiye’nin önemli yapısal tedbirlerini yerine getirme imkanı olmadığı gibi, bir seçimin öncesi ve sonrası yaşanan popülist süreci de göz önüne alırsanız, mali disiplin gibi ekonomik istikrarın temel unsurunu sağlamanın bile çok zor olacağı kendiliğinden ortaya çıkar.Böyle bir seçim takvimiyle ne enflasyon tek hanede kalabilir, ne faiz düşük, ne de kalıcı büyüme sağlanabilir.
Serkan Ersöz
Dün açıklanan iki önemli veri, gerçi piyasalar tarafından bekleniyordu ama yine de, ekonominin toparlanması için daha epeyce yol almak gerektiğini açık biçimde ortaya koydu.
5 aylık gerilemenin ardından işsizlik oranı ağustosta yeniden artışa geçti ve ağustos sonu itibariyle yüzde 13.4 oranına ulaştı. Turizm sezonunun etkisiyle işsizlik oranı yaz aylarında düşmüş ve son olarak temmuzda yüzde 12.8’e gerilemişti. Piyasa beklentisi bu oranın yüzde 13 civarına çıkması idi ama artış beklentilerin üzerinde gerçekleşti.
İşsizlik oranının geçen yıl aynı ayda yüzde 10.2 olduğunu gözönüne aldığımızda, artış daha da çarpıcı olarak ortaya çıkıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan dün konuyla ilgili yaptığı açıklamada, başka ülkelerde işsizlikte oranlarındaki artışların daha hızlı olduğunu belirtti ama Türkiye’deki gizli işsizliği de göz önüne almak gerekiyor.
Aylık bazda toplam istihdam artışı gerilerken işgücüne katılım da azaldı. Yıllık bazda işsiz sayısı 927 bin kişi arttı. Ağustos ayında toplam istihdam azalışında tarımda istihdam edilen kişi sayısında azalma etkili olurken, inşaat ve hizmet sektörlerinde istihdamın artmaya devam ettiği, sanayideki gerilemenin de sürdüğü görüldü. Hem inşaat ve hizmet sektörünün kış aylarında durgunluğa girmesi, hem de işgücü piyasasına ilişkin iki öncü göstergeler önümüzdeki günlerde işsizlik oranlarında çok daha yüksek oranları göreceğimizi ortaya koyuyor. Hem işsizlik sigortası ödeneği başvuruları hem de gelecek 6 ayda iş bulma olanakları endeksi, önümüzdeki aylarda işsizlik oranında artışı gösteriyor.
Piyasalarda işsizlik oranına ilişkin tahminler de bu rakamdan sonra yükselmeye başladı. Daha önce yılsonu için yüzde 14.5-15 oranları tahmin edilirken, artık tahminlerin yüzde 16’ya kadar yükselmeye başladığına şahit oluyoruz.
BÜTÇE DİSİPLİNİ SAĞLANAMIYOR
Dün gelen ikinci olumsuz veri ise bütçe rakamlarına ilişkindi. Piyasalarda zaten bu konuda bir umut yok ama yine de çıkan rakamlar moral bozuyor. Ekim ayında merkezi yönetim bütçesi 2.3 milyar TL faiz dışı fazla (FDF) vererek geçen yılın aynı ayındaki 1.9 milyarlık FDF’nin üzerinde geldi ama işsizlik sigortası fonundan aktarılan 1.9 milyar TL bütçeyi olduğundan iyi gösterdi.
Bir kerelik gelirleri dışlayan IMF tanımlı bütçeye göre ise faiz dışı denge 0.3 milyar TL açık verdi ki, bu da geçen yılın altında bir FDF anlamına geliyor.
Ziyaretin amacı “varlık barışı” kapsamında Rusya’daki işadamları ile bir araya gelmekti. Moskova’daki Türk büyükelçiliğinde çok sayıda işadamı ile bir araya gelindi ve Bakan Şimşek kriz ve krizden çıkışı anlatırken Gelir İdaresi Başkanı Mehmet Kilci varlık barışı hakkında bilgi verdi. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun konuşması ise daha çok, “Türk işadamlarının ve vatandaşlarının Türkiye’de ve dışarıda birlik beraberlik içinde davranması gerektiği” üzerineydi.
İşadamları ise daha çok, “Ziraat Bankası’nın Türkiye’deki faiz oranlarıyla Rusya’da da kredi vermesi” gibi, günlük isteklerde bulundular.
Ayrıca TOBTİM İş Merkezine giderek, Hisarcıklıoğlu’na verilen brifinge katıldım. TOBTİM Genel Müdür Yardımcısı Sabahattin Yavuz ve DEİK’in temsilcisi Önder Tekeli’nin verdikleri bilgilere göre en acil sorun Rusya’da iş yapan Türk müteahhitlerine ilişkin. 143 bin lisanslı inşaat firmasından ancak yarısının aktif olduğu Rus inşaat sektöründe 1 Ocak 2010 tarihi itibariyle inşaat firmalarına yeni kurulacak SRO adındaki çatı kuruluşlar altında çalışma zorunluluğu getirilmiş. Eski lisanslar bu tarihten sonra geçerli olmayacak.
300’e yakın Türk inşaat firmasının bulunduğu Rus inşaat sektöründe kriz sebebiyle pek çok projenin iptal edildiği ve Türk inşaat firmalarının küçülerek çalışanlarının bazılarını Türkiye’ye göndermek zorunda kaldığını söylediler. Buna rağmen sektörün yüzde 22’sini oluşturan ve bu güne kadar 30 milyar dolarlık iş alan Türk firmalarının Rusya’daki hayatiyetlerini devam ettirmeleri için bir SRO içinde birleşmelerinin önemine dikkat çektiler. Bir SRO’nun en az 100 firmadan oluşması gerekiyor ve 82 Türk firması bir SRO kurmak için girişimde bulunmuş, şimdi bunu 100’e tamamlamak istiyorlar. Ancak Rusya’daki büyük Türk müteahhitleri bu SRO’ya girmeye yanaşmıyormuş.
Anadığımız kadarıyla büyükler, Rus firmalarının ağırlıkta olacağı SRO’lara girmek istiyorlar. Büyükelçilik de,zaten ırkçılığın büyümeye başladığı Rusya’da, şimdiye kadar başlarına gelen örnekleri de sayarak, ileride “Türkler bunu yaptı” denmemesi için Türk firmalarının diğer SRO’lara yayılmalarının daha yararlı olabileceği görüşünde.Yani önümüzdeki 1.5 ay içerisinde buradaki Türk müteahhitlerinin organize olarak, birkaç SRO’ya girmek zorunlulukları var.
‘HEPİMİZ AYRI BAŞIZ’
Rusya’da 5-6 yıl öncesine kadar tek Rus-Türk işadamları derneği varken şimdi bu sayı 5-6’ya çıkmış. Aynen içerideki işadamlarındaki örgütlenme dağınıklığı oraya da yansımış dolayısıyla tek bir ses halinde ortak taleplerini iletemiyorlar.
İşte TOBB Başkanı Hisarcıkloğlu da sadece Rusya’da değil her yerde karşımıza çıkan bu dağınıklık ve güçlerin birleştirilmemesinin verdiği zarar üzerinde durdu. Pastadan daha fazla pay almak için işbirliği gerektiğini, bizim artık ortaklık kültürü edinmemiz gerektiğini, birlikte hareket edildiğinde hem Türkiye’nin hem işadamlarımızın kazanacağını söyledi. Hisarcıklıoğlu 500 bin ermeni asıllı Fransız vatandaşının bulunduğu Fransa’da, aynı sayıda Türk kökenli Fransız vatandaşı bulunmasına rağmen ermeni yasa tasarısının geçtiğini, bu dağınıklığa örnek olarak verdi.